top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mürsade Meryem Kılıç- Daha

“Masumiyeti dünyaya ağır gelenler için”

Tekvîn

Ölümümün benim için yazılmış en kötü son olarak düşündüm daima. Dünyayı böylesi cennet bildikten sonra ölüm de neyin nesi! Bu yüzden var gücümle çalıştım. Daha çok, daha daha çok çalışırsam, daha çok seversem yarattıklarını, Allah gayretimi elbet görecek ve ömrümü uzatacaktı. Daha, daha, daha çok iyilik yaptım ki Allah’ın sevdiklerini bulur isem onların hatırına o da benim cennetimi bana bırakabilirdi.

Namludan çıkacak mermiydim. “Saadet şuraya koş!”, “Saadet komşunun tavuğunu kes, tüylerini ateşte iyice üt, ciğerlerini çocuklar için ayır, başını kimseye çaktırmadan Çolak hocaya karanlık çökünce götür.” Bunları niye yapardım? Annem istedi diye. Ne çok severdi beni. Altı çocuğunun altıncısı, altın yüzlü Saadet’i idim. Beş evladının adı da kaynana, kayınbaba, kayınbabanın ölmüş kız kardeşi, kayınbabanın evlendikten on gün sonra kuyudan su çekerken kuyuya düşüp ölen ilk karısı, kaynananın Yemen’e asker gidip bir daha dönmeyen 16’sında doğurduğu oğlu derken bu sefer sen isim ver çocuğa demişler anneme. Annem de mutlu olsun, ömrü uzun olsun diye Saadet çıkıvermiş ağzından. “Yahu bu erkektir! Saadet değil de Mesut olsa?” demişler fakat annem, “Mutluluğu uzun uzun çağırmak isterim, Saadet olsun,” demiş.

Belki de bu yüzden sever beni. Adını ben verdim, ömrünü Yaradan cennet içre eylesin derdi. Diğer beş kardeşimin isimlerinin en fazlası otuz dördünde hakkın rahmetine kucak açmış. Kemikli köy bizim köyden güzel gelmişse demek. Fakat babam, ömre yüzü gülmeyen bu ölü isimlerini, ısrarla kardeşlerimde yaşattı. Bu yüzden annem kardeşlerimin akıbetlerinden korkuluk yapar, vakit vakit kehanet kargalarını üzerimde uçururdu.

Babam… Babam Karapınar kadar mermer gibi, al gecenin karanlığını bürünmüş gibiydi ama hiçbir zaman serin olmadı. Soğuktu Karapınar gibi, görünce dişlerinizi zangır zangır titreten bir soğukluktu. Yine de babamın kapıdan girmesiyle içimde sular fokur fokur kaynar, alnımdan terler buhar olur uçardı. Ama ölesiye aşıktım ona! Bir dev girerdi, bir dağ girerdi sanki içeri! Gölgesine sığınmadım, sığınamazdım ama bir bakışı yeterdi yüreğime gölgelik etmeye. Kapıya sığmaz, kapıdan boynunu eğerek geçer, ayağına takılan güğüme tükürüklü bir küfür savurur, “Elif, Elif gel buraya al şu elimdekileri!” diye bağırırdı. Ezan okunur, bahçedeki köpekler ulumaya başlar, annem ve ablalarım sofrayı kurmaya hazırlanırken babamın sofrası orada ayrı kurulur, önce onun yemeğini yemesi beklenirdi. Hiçbirimiz, annem dahil, hiçbir zaman babamla aynı sofraya oturmadık.

Babam yemeğini yedikten sonra gün batarken kahveye gider, gece yarısı dönerdi. Kahvede çocukluktan bildiği dostları ile oyun oynar, çay içerdi muhtemelen. Eve hiçbir zaman içkili gelmedi. Yaşı ilerlediğinde hacca dahi gitti. Ama babama dair bildiklerim bunlardan öteye geçemedi. Abilerim onunla tarlalardan, mahsulden, hayvanlardan konuşurdu ama babam bir kez olsun benle konuşmadı. Daha çok utanır, tiksinir, kapıda ayağına takılan güğüm gibi bakardı bana. Ben tarlada, bahçede -sınırlı da olsa- evde babamı gördüğümde gökyüzündeki kuşlara baktığım gibi onu hayran hayran izlerdim.

Gedik sülalesinin ilk torunu, dedemin göz aydınlığı en büyük abimin düğününde annemin sancıları tutup o gece doğuvermem ve düğünün istenilen şaşaada geçmemesi babamın nefretinin sebeplerinden biri. Erkek de olsam kâr etmemiş ona. O da haklı, abimin yalnızca evini yapmak iki yıl sürmüş. Yengem de Rüstemli köyünün muhtarının kızı. O tarafa da rezil olunmuş. Eee sonra, kazanda kaynayan süt gibi bir çocuk olunca da babam anneme hep şüpheyle bakmış. Beş kardeşim de kara kaşlı kara gözlü, ben sapsarı saçlı, masmavi gözlü bembeyaz… Asıl nefreti, okumayı çarçabuk söküp öğretmenden kitaplar isteyip okumam olsa gerek tabi. Babam 1980’lerde üniversitelerde çıkan ayaklanmalarla ihtilallerden hep bilgiçleri suçlardı. Ülkenin başına ne gelmişse okuyanlardan gelmiştir ona göre. Dahası öğretmen, Saadet’i yanıma verin şehirde liseye gitsin, okusun pek parlak talebedir, diye babama ısrar edince işte o zaman karar vermiş eve düşen bir yıldırım olduğuma.

Ben de babamdır deyip askerliğe kadar bahçelerimizde, tarlalarımızda dini bir uğruna çalıştım. Sanki okuyamamanın hıncını tarlalardan aldım. Avucumla kucakladığım, tersini düz ettiğim binlerce dönüm tarlanın üzerinde nice günler doğurdum, geceleri onlara yoldaş bildim. Hayvanları otlattım. Dağlarla, kurtlarla, domuzlarla yüreğimin yangınını söndürdüm. Sonra kışlaya gelin gittim, tam iki yıl. Vatanı erim bildim, savundum, korudum, ekmeğimi, ömrümün saadet dolu iki yılını bölüştüm. Dağda, ovada şanlı bayrak için terörist kovaladım. Kırk beş gün Cudi’de aman dilettim namussuzlara. Yirmi beş kişi çıktığımız operasyondan yalnızca beş kişi döndük, bütün birlik günden güne şehit oldu. Dar zamandı, zor zamandı doğrusu! On üç gün, tam on üç gün kumanyamız kalmadı diye yılanları yakalayıp derilerini soyup pişirdim tertiplere. Yine de teslim etmedik namerde al bayrağı. Fakat askerlik bitip de köye dönünce babamın elini tam öpecekken, “Hadi herkes tarlaya,” diye ayağa kalktı. Ben de herkestim, onu çok özlemiştim ve doğru tarlaya ekinleri sulamaya gittim.


Cennet

Her işte bir hayır, her şeyde bir hikmet varmış… Kurban olduğum Allah’ım, dönüşte ömrümün baharını karşıma çıkarıverdi. Hakikatte mucizeydi, adı da Zeliha... O da işten dönüyor belli ki. Al yanaklarını güneş iyiden iyiye kızartmış, mavi lastikleri çamur içinde… Beni görünce hemen gül yazmasını topladı ve başını öne eğdi. Allah’ım bu melek miydi? Hemen anneme koştum. Sevdasından düğüm düğüm olduğum Zeliha’ya dünür gönderdik. İsmime dahi karışmayan babam, düğünüme pek heveslendi. Evim güz gelmeden hemen yanımıza yapıldı, düğünüm köy meydanında güle oynaya ben Zeliha’mı hayran seyrede seyrede geçti bitti.

Zeliha’m yalnız bana değil aileye de bahar oldu. Konuşkan edasıyla herkesin gönlüne bir kuş kondurur, herkese yetişir, ekmeklerini atar, annemin yükünü hafifletirdi. Eltilerinin arasında ezilir sanırdım ama hepsiyle can ciğer kardeş oldu, özellikle ilk abimin eşi Zeliha’mı pek bir sevdi. Zeliha’m da onu. Zeliha’m yengemle abimin evleneli yirmi yıl geçmesine rağmen çocukları olmamasına içten içe üzülür, sık sık onlara gider, yengemin derdini bölerdi. Çok geçmedi. Ömrümün yazı, evlâdımın olacağı haberini verdi bana Zeliha’m. Dünya bizim oldu! Hele bir de oğlan olursa… En çok ben seveceğim, ben koruyacağım onu.

Ne hayallerle dokuz ay geçti… Yengem Zeliha’mın bacısı gibi her bir işine koştu, inekleri sağdı, tarladan bir adam eksik olmasın diye Zeliha’mın yerine de çalıştı. Ağustos’un 9’unda ateş böcekleri sustu, Zeliha’mın çığlıkları sardı mahallemizi. Sonra da oğlumun ıngaları. Gün gibi doğdu kucağımda, gül gibi baktı yüzüme. Mustafa dedik adına, babamın adını verdim, bahtını Rabbim versin dedim. Mustafa’ya, Zeliha’m kendini toparlayana kadar yengem baktı. Sonra da yengem elimiz ayağımız oldu her işte.


Cehennem

Mustafa’m o şiddetli ocak soğuğunda altıncı ayı tamamlarken beşiğinde cennet uykusunu uyurken birden ağlamaya başladı. Zeliha’m bebeme koşarken kapı büyük bir gürültü ile vuruldu. Koştum açtım, kar tipiye çevirmiş. Babam, büyük abim ve yengem bu havada bize gelmişti. Babam ilk kez yüzüme bakıyor, ilk kez bana Saadet diye sesleniyordu.

“Saadet! Müsaade var mı?”

O an babamın ayakları altında serilip kilim olmak istedim.

“Buyur babam, geç içeri, başımız üzere,” dedim.

Mustafa’m bir türlü susmuyordu. Yengem içeri girer girmez Mustafa’mı kucağına alıp pışpışlamaya başladı. Zeliha’m ocakta kaynayan itburnundan hemen ikram etti. Babamın dizinin dibinde oturuyor, yüzüne doyasıya bakıyordum. O buna da ilk kez izin veriyordu. Babam öksürüp konuşmaya başladı.

“Saadet, seninle konuşacağım bir mevzu var.”

“Buyur babam, emret!” dedim.

“Bilirsin, Necmettin’in çocuğu olmaz. O bizim ilk evladımız, gözümüzün nurudur. Necmettin de Elif de günden güne eriyip bitmekte. Siz daha gençsiniz, çocuğunuz elbet olur bak bir sene geçmeden oldu da. Elif yengen Mustafa’ya pek yakıldı. Hele bak, Zeliha’nın kucağında durmazken Elif’in kucağında nasıl sustu. Henüz kasabaya inmedik, kimse Zeliha’nın gebeliğini bilmezdi zaten. Mustafa’yı Elif yengen ile Necmettin abine vermen boynunun borcudur.”

Odada, soba ve tipinin uğultusundan başka ses çıkmıyordu. Zeliha’ma döndüm, ağlıyordu. Ne yapmalı? Yüreğim paramparçaydı. O gün, Mustafa’m, yengem ve abimin evlâdı oldu. Zeliha’m da yıllarca yanımda için için yandı yandı kavruldu. Dilsiz, fersiz, renksiz, kimsesiz bir kabre döndü. Yalnızca Mustafa’ma bakınca yüzü güleç, eski Zeliha’m oldu. Şükür ki Ali’m doğdu da Zeliha’m ve bana can oldu.

Çocuklar büyüdü, tarlalar büyüdü, işler çoğaldı, Zeliha’m, Mustafa’mın Zeliha yengesi olsa da hayat, yaban otları gibi bir yerlerden fışkırdı. Ama bir Cuma günü, Zeliha’m Ali’mi dışarda kazanda kaynattığı su ile çimdirirken Mustafa’m,

“Zeliha yenge, beni de çimdir,” deyince ana yüreğidir, dayanamamış ve onu da Ali’m ile birlikte çimdirmiş. Bu hadisenin bir felaketin başlangıcı olacağını kim bilebilir? Elif yengem sen misin Mustafa’yı çimdiren, al oğlunu başına çal diye Mustafa’mı leğenin içine fırlatmış. Zeliha’m Elif yengeme ne diller dökse de Elif yengem Nuh demiş peygamber dememiş. Böylelikle Mustafa’m evimize yeniden yazı getirdi. Fakat yazımız yalnızca evimiz ile sınırlıydı. Necmettin abim, tarlada bahçede sürekli bana küfür ediyor -belli ki- yengem de hakkımızda ipe sapa gelmez lafları kasabaya yayıyordu. Artık buğdaydan, sütten ve meyve bahçelerinden kovulmuştuk. Evimiz, Müstahkem hocanın camide anlattığı gibi taşlanıyordu. Anlaşılan o ki kavmimiz, kendilerini mümin, bizi müşrik bellemişti. Yastık altlarından, döşek içlerinden muskalar çıkıyordu. Bir gece yarısı Ali’mi doktordan getirirken yengemi kapımıza bir şeyler sürerken gördüm. Zeliha’ma ses etmeden temizledim. Sonra bu pis kokan şeyin domuz yağı olduğunu öğrendim.

Bardağı taşıran son damla, abimin evinin önünde oynadığı için Mustafa’ma tokat atması oldu. Bunu görünce cinler tepeme çıktı. Hemen eve koşup, av tüfeğimi aldım ve abimin kapısına dayandım.

“Çık dışarı, abi, çık! Yeter bize ettiğiniz! Ben canımdan geçtim fakat ufacık çocuktan ne istedin! Günahı ne onun! Çık dışarı!”

Yengem,

“Delirdi, kurtarın bizi! Vuracak öldürecek,” diye bağırıyordu. Kimse dışarı çıkmadı. Ben de evin etrafında şöyle bir dolaştıktan sonra, ağacın arkasına saklanıp, abimi görür görmez nişan alıp, tetiğe bastım.

Merminin sesi ve çığlıklar beni kendime getirdi. Ne yapmıştım! Zeliha’m ağlıyor, çocuklar ağlıyor, yengem küfür kıyamet jandarmayı arıyordu. Sesler boğuklaşıyor, yüzler dağılıyordu. Abimi öldürmüştüm! Nasıl yaparım! Tüfeği alıp çeneme dayadım. Zeliha’m, “Saadet, Saadet dur! Yalvarırım dur! Ölmedi, sadece yaralı bak çığlıklarını duymuyor musun?” dedi.

Koştum, camı kırıp içeri girdim. Yengem korku ile kaçtı,

“Beni de öldürecek, kurtarın, imdat!”

Abim yaşıyordu. Yalvardım, ayaklarını öptüm.

“Affet, affet! Ne olur affet!” Gözyaşlarımı tutamıyordum. Kendimi tokatlamaya, bağırarak ağlamaya başladım.


Araf

Bu olayın üzerinden on bir yıl yedi ay -hapiste- geçti. Mustafa’ma, Ali’me, bahar yüzlü Zeliha’ma hasret on bir yıl yedi ay. Babam hiçbir telefonuma cevap vermedi. Hapislikte hasret bir yana ama yediğim halttan sebep nedamet kuyusunda tam bin yıl boğuldum. Her şeyden öte babamın yüzünü de göremez oldum. Abim şikâyetini geri almadığı gibi Ankara’dan avukat getirterek en ağır cezayı almamı sağladı. Ama o da sağ bacağından aksak kaldı. Bunu fazlasıyla hak etmiştim.

Niğde, Aksaray, Çorum hayvan kesim- işleme ünitelerinde danaları keserek etlerini parçalayıp doğrayarak geçen 11 yıl 7 ay mahkumiyetten sonra güneşin sarısına, arının vızıltısına kavuştum. Babamın eline vardım, ayağının altını öptüm.

“Affet babam, bir kere sesini duyayım diye gece gündüz et doğradım, telefon parası kazandım. Açmadın telefonumu, bari bir kez yüzüme, gözümün içine bak babam!”

Yalvardım… Bir kez bile bakmadı. Diğer abilerime,

“Alın şunu karşımdan, gözüm görmesin,” dedi. Ondan sonra üç yıl gizli gizli eve geldim, kapı açılmadı. on gün önce, bayramın ilk günü, telefon ettim yine. Bayramını tebrik edeyim, sesini duyayım dedim. Açmadı. Az önce Zeliha’m yevmiyeye gitti. On bir yıl yedi ay sonra hasretle koştuğum babamın yanından kovulmuştum. Hele bana düşen topraklarımı sattıktan sonra tamamen kovulmuştum. Zeliha’mın köyünde kaynanam ve kayınbabamla eski saadetimizi bir an yakaladık sanki… Hatta yeri yurdu satınca Zeliha’mın köyüne gelin evi gibi bir ev de yapmıştım. Bilmediğimiz bir köyden yirmi dönüm arsa dahi aldım Zeliha’ma.

Sabah yevmiyeye giderken öptüm alnından, sarıldım iyice. Zeliha’mın hazırladığı patates kızartmasından bir iki çatal aldım. Tek katlı evdir, kimse görmesin diye koridora geçtim. Cebimden altılı kırmayı alıp çeneme dayadım. Cam kırılması gibi bir ses… Dahası en çok alıştığım renk, kırmızı…

Niğde’deki danalar gibi, her yer kıpkırmızı. Bir gün gelir de o gün, günbatımına geç kalmış, çok geç kalmış olduğumu fark ederim diye ödüm kopuyordu evvelde. Şimdi, akan kanlar üzerinden soluyor güneşim.

Dahası?

Daha sonrası, babamın sureti.

Baba, seni ölesiye özledim.


Mürsade Meryem Kılıç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page