top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Ali Usta- İlk Sezgi

Denize yakın bir yerde doğdu canavar. Annesi onu doğurduktan sonra çığlıklar atarak kaçmıştı. Dünyaya geldikten iki dakika sonra yürümeye başlamış, on beş santimlik boyuyla insanların arasına karışmıştı. Tuhaf bir bedene ve yüze sahipti. Burnu ve kulakları bedenine göre uzun kaçıyor, uçlarına doğru sivriliyordu. Yüzünün tam ortasında çamur andıran morumsu bir leke vardı. Çırılçıplaktı. İnsana dair hiçbir görüntü taşımıyordu. Varlığı normalmiş gibi insanların ayaklarının altından geçiyor, sallana sallana yürüyordu. Farkında olmadan üzerindeki kan iz bırakıyor, uzuvlarını kontrol ediyordu. Kafasının içi boş bir görüntüden ibaretti. İlk defa, düşündüğü sırada, beyaz bir odada olduğunu gördü. Kenarları bulunmayan sonsuz, beyaz bir oda. Kelimeler yoktu, görüntüler yoktu, insanoğlunun anlam verdiği hiçbir şey onun için var olmamıştı. Amaçsızca sokakta yürüyordu. Her yerde ses vardı. Araba, insan, müzik sesi onu kendine hapsetmişti. Yalnızlık duygusunu sesle giderdiği için sesleri annesi zannetmişti. Ona göre annesi her yerdeydi, annesi her şeydi.

Bir insan ayağı tarafından itilip kakıldıktan bir müddet sonra bir çöplüğe vardı ve hayatında ilk defa bir yiyecek gördü. Küçük bir ekmek parçası köşede onu bekliyordu. Ellerini ekmeğe uzattı, dokundu, hissetti. Hissetmenin nasıl bir his olduğunu duydu. Ekmeği iki eliyle kavradı. Yavaşça ikiye bölerken pişmiş hamurun nasıl koptuğunu, parçalanıp birbirinden nasıl ayrıldığını merakla izledi. Kafasında daha önce duymadığı notalar çalıyor, hissin verdiği heyecan bedeninde kol geziyordu. Ekmekten geriye hiçbir şey kalmayana kadar onu ikiye böldü. Elinde bir şey kalmadığı vakit ne olduğunu anlayamadı. “…….” diye düşündü. Ekmeğin varlığının yok olması, onu zinciri olmayan düşüncelere çapasız yollamıştı. Ekmek kırıntılarının başında saatlerce oturdu. Boşlukta bulunmanın nasıl bir his olduğunu ekmeğin yok oluşundan öğrendi. Ayağa kalktı. Herhangi bir şey düşünmedi. Parçalanmış ekmeğin ucundan başlayan yolu izledi. Uzunca, ta ki ayakları kendi bilincini elde edip yürüyene kadar… Baktı.

Şimdi şaşırmıyor sadece olan biteni uzaktan izliyordu. İnsanların arasına girince ilk defa başını kaldırıp insanların yüzlerine bakmaya çalıştı. Boynundaki kaslarını hissetti, yavaşça eylemini gerçekleştirdi. Hissettiği yeni duygunun adını koyamadı. Siyahla beyazın karıştığı o ince noktada yürüyor, kavramların yoğunlaşıp bir tanrı olduğu yerde kendi tanrısını tanıyamıyordu. “………....” düşündü. İnsanların ayaklarına çarpa çarpa yürürken insan denilen mahlukun yüzünü öğrenmeye çalışıyor, hatlarına bakıyor, kafasında yerleştirmeye çalışıyordu. Şimdi sesin annesi olduğunu unutmuş, çaresizliğini insanların yüzünde bulmuştu.

Yürürken ince, uzun burnuna bir koku ilişmiş ve bundan oldukça haz almıştı. Her öğrendiği duygunun özünü inmek istiyor, sorgulamanın ne demek olduğunu bilmeden sorguluyordu. Koku onu kendisine çekiyor, karnından tanımlayamadığı birtakım sesler bu kokuya tepki veriyordu. Acıkmıştı. Kokuyu izledi. Bir pastaneye girdi. Koku cam tezgâhın hemen üzerinde duran elmalı kurabiyelerden geliyordu. Yukarıya baktı, boyun kaslarını yeniden hissetti. Yukarıya çıkıp elmalı kurabiyelere erişmek istiyordu ancak nasıl yapılacağına dair bir fikri yoktu. Elleriyle tezgâhın altını kavradı, sonra aniden geri bıraktı. Nasıl bir his olduğunu anlamak için ellerine baktı. Ellerini iki yana açtı ve avuç içlerini seyretti, parmaklarını oynattı. Ellerini tezgâhı tuttuğu yere koydu, kavradı, sıktı. Sıktıkça daha çok ellerini sıkıştırdı ve tezgâha tırmanmaya başladı. Ne yaptığını bilmeden elmalı kurabiyelerden yemek için tırmanıyordu. Elmalı kurabiyelerin yanına ulaştığında onları bir süre izledi. Eline aldı, dokundu, farklı bir maddeye dokunmanın verdiği duyguyu hissetti. Kurabiyenin pürüzlü, yuvarlak yüzeyinde ellerini gezdirdi, kurabiyeyi tanıdı. Karnı açtı ama nasıl yemek yenir bilmiyordu. Kurabiyeyi sadece elinde tutuyor ve bu tuhaf hissin geçmesini beklerken karnı daha güçlü bir şekilde vücuduna haykırıyordu. Başını kaldırdı. Bugün tanıştığı yürüyen mahluklar, şimdi oturmuş ağızlarına önlerinde bulunan şeylerden atıyor, aynı zamanda sesler çıkarıyorlardı. Başını elmalı kurabiyeye çevirdi. İnsanları taklit ederek kurabiyeyi ağzına atıp çiğnemeye başladı. Dili ilk defa bir şeyi tattığında önce ne olduğunu anlayamadı. Bu tarifsiz duygunun özüne inmeye çalıştıkça tat onu daha çok kendisine çekiyor, karnındaki hissi bastırıyordu.

Ağzına bir lokma daha atmak üzereyken tezgâhtan sorumlu kadın tiz bir çığlık atarak eliyle ona vurdu. Ne olduğu aklında canlanamadan sert bir darbeyle dükkanın önüne savruldu canavar. Küçük başını yere çarpmıştı, canı yanıyordu. Başında bir hareket hissetti, kırmızı sıvı gözüne kadar inmiş eline bulaşmıştı. Eliyle başını yokladı “………….” diye düşündü ve hissetti. Göremediği bir yerden ona gelen “…….” sinyaline dayanarak koşmaya başladı. Artık insan ayaklarından kaçmayı öğrenmiş ve bilmediği yoldan içgüdülerine dayanarak yürümeye başlamıştı. Çığlığı düşündü, daha ne olduğunu bilemeden varlığının en temelini oluşturan, onu var eden çığlığı. Öteki seslerden farklı olarak “çığlığı” kendisine yakın buluyordu. Başından akan kırmızı sıvı onu takip ediyor, kafasında yaşamaya devam ediyordu. “…………..” düşündü ve koşmaya devam etti, şimdi geldiği yoldan geriye doğru gitmeye başlamıştı. “…………” aramak istercesine koşarken ilk gördüğü sokağa girdi. Biraz soluklandıktan sonra beyaz odayı düşündü. Hafiften başı sağa sola kaymaya, gözleri devrilmeye, nefes alış verişi yavaşlamaya başlamıştı. Tek bildiği hareketi yaptı, başını yukarı doğru kaldırdı ve bilmediği, adını koyamadığı siyah gökyüzüne baktı, olduğu yere çöktü. İlk gördüğü şeyden farklı olduğunu hissetti. Anlayamadı, siyah bir zemin gibi, tıpkı yürüdüğü yerler gibiydi. Bir anda ne olduğunu anladı. Sevinçle ayağa kalktı. Bu siyah gökyüzü tıpkı yürüdüğü yerlere benziyordu. Ve işte hayatında ilk defa bir şeyi bir şeye uydurmuş olmanın sevincini yaşıyordu. Ama farklı olan bir şey hissetti canavar. Havada bir sürü küçük beyazlığın arasında kocaman büyük beyaz bir varlığın olduğunu gördü. “……………” diye düşündü, tanımlayamayacağı kadar merak içinde kalakalmışken.

Arkasından boğuk gürültüler duydu, başını çevirdi, izledi. Sokakta yürüyen canlılardan “………….” tanesi birbirlerine uzuvlarıyla vuruyorlardı. Bu eylemi daha önce gördüğünü hatta yaşadığını hatırladı canavar. “……………….” hissi kötüydü. Daha çok ne olacağını izlerken varlıklardan birisi tanımlayamadığı, uzun, sivri, parlak bir cismi diğer varlığın vücuduna soktu. Cisimden dolayı acı çektiği belli olan varlık bağırdı. Bu bağırış canavarın kulaklarında çınladı. Bilmediği bir şey, içinde, hızlıca göğsüne doğru ritmik şekilde vurmaya başlamıştı. Artık korkuyu öğrenmişti. Daha önce yaşadığı belirsiz sinyalin ismini bulmuştu, korku.

Geldiği yoldan tekrar geriye doğru kaçmaya başlamıştı. Doğumundan beri duyduğu üç çığlık kulaklarında çınlıyor, düşüncelerini ele geçiriyordu. Koşarken gözleri yanmaya başlamıştı ve artık “acı” kavramıyla da tanışmış, farklı “acı” türleri olduğunu deneyimlemişti. Gözlerinden damlalar akmaya başlamış, görüşü gitgide bulanıklaşırken kafasında onu takip eden acı, kırmızı sıvı tekrar hayat bulmuş, peşine takılmıştı. Ne yaptığını bilerek koşuyordu, en iyi bildiği yere, doğduğu yere gidiyordu. Sonunda ilk gördüğü yere geldiğinde başı artık iyice dönüyor, vücudunu kontrol edemiyordu. Kanın olduğu yerdeydi, beyaz bir peçete kırmızı sıvıyla kirlenmişti. Gözleri kaymaya başlarken annesinin, tezgâh görevlisinin, bıçaklanan adamın çığlıkları kafasında son sürat koşuşturuyordu.

Tam doğduğu noktada yerden kana bulanmış peçeteyi aldı, “………….” diye geçirdi içinden. O zamana kadar ona öğretilen en iyi şeyi yaptı.

Bağırdı.

Ölümün kıyısında geziniyordu rüyalarım ve ben elinden tutuyordum kendimin.


Mehmet Ali Usta

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page