“Bu sesi daha önce duymuştum.”
“He ya,” dedi, üstelemedi. “Bunu daha önce de söylediydin.”
Sesi bakışlarıyla duyabilirmiş gibi gözlerini kısarak kulak kabarttı yine de. Sesi duyabilmeyi, ona insani duygularla sahip olmayı istiyordu ama ağustostan kalma eylül rüzgârının patavatsız uğultusundan başka bir şey duymadı. Uzak olmayan bir yerden gelen gıcırtılar evden hala yeterince uzaklaşmadıklarını mırıldansa da, sorsan, ikisi de bunu zaten istemediklerini daha çıkarken kapının yüzüne söylemişlerdi. Eve tekrardan bakınca, küpe çiçeğinin, taş evin geniş penceresine yansıyan gölgesini seçer gibi oldu.
“Yalan söylüyorsun. Hiçbir şey duymadın.”
“Gerçekten,” dedi öteki çocuk, durdu, sonra omuz silkti. “Gerçekten, karıncalar gece yalvarırlar.”
Duyamayan çocuk duraksadı bir an. Dudaklarını büktü. Yine de inanıyormuş gibi davranmaya devam etti. “Yalan edenin dili düşsün mü,” diye soracak oldu, vazgeçip sustu.
Bahçeden çıkıp tel örgüyü kapattı usulca.
“Hadi gidelim.”
Ağır ağır ilerlerken üşüdüğünü hissedince gocuğunun olmadığı fark etti.
Kara gocuğu... “Kara kuru çocum benim,” diye severdi ya nenesi; nenesi bilmez miydi torununun teni beyaz, gözü yeşil. Nenesi bilmez miydi torunu kendini sevdirmez. Bilirdi: “Git, akis domuz seni.”
Öteki çocuğun hemen arkasında olduğunu duyumsayarak hızlandırdı adımlarını. Gün, nasıl ki ablasının okul çantası gibi sırtına ağır ağır biniyorsa, gece de tüm üstü kapalı harareti, fısıltıları ve tozlu ışıltısıyla, gözünün yükünü hafifletip gönlünü cezbediyordu. Geceyi daha çok seviyordu bu yüzden. Gündüzleri, evden, en fazla bahçeye kadar uzaklaşıp, kedi tırnağı, nane ve ısırganlarla vakit geçiriyor, bahçeye giren kedileri kovalıyor, taşları yerinden edip altlarını kokluyorsa; geceleri de öteki çocukla buluşup büyük insanlar gibi dışarda vakit geçiriyordu. Seviyordu... Gün hep cebindeydi ama o, çocuklar için çekmeceye kaldırılmış geceye meylediyordu işte.
Öteki çocuğun “Yavaşlasana azıcık, at mı koşturuyon,” dediğini duyunca yavaşladı, neredeyse duracak gibi oldu. Yine de arkasına bakmadan devam etti. Ayakları ısınmış, burnu sızlıyordu şimdi.
Bir keresinde yine böyle gece vakti, gizlice dışarı çıktığında, “Bir gece böyle yol üstündeyken öleceksin, takkadanak,” demişti. Üzerine alınmamıştı duyamayan çocuk. Yine de incecik bir ağrı düğümlenmişti karnına. Ölümü ciddiye almıyor, kendi yaşındakilerin ölebileceğini düşünmüyordu. Kendisini şaşırtan, onun bu cümleyi melun bir kehanet bildirmekten ziyade, gurbetten umutlu haberler verir gibi mutlu, mesut söyleyebilmesiydi herhalde: Ölümün iyi bir şey olmadığını biliyordu az çok. Açıkçası o gün bugündür onun söylediklerinin hiçbirine inanmıyordu ama onunla geceleri gezmeyi sevmediği de söylenemezdi.
İçi boş güvenlik kulübesinin yanından çıt çıkarmadan süzüldüler. Tapınağı kısmen aydınlatan spot ışıklarının arkasında durmaya özen göstererek, yıkılmış set duvarın etrafında dolaştılar bir süre. Tahta merdivenlere gelince, tak tak tak tak sesleri eşliğinde, hızla indiler aşağıya. Biraz soluklanmanın ertesinde, defne ağaçlarının arasına yılan gibi kıvrılarak, devrilmiş kırık sütuna varınca nihayet, üzerine çıkıp karşılıklı oturarak karşılıklı soluklandılar. Rüzgârın bile uğuldamadığı bulundukları yer o kadar sessizdi ki, sırları sözcüklere döksen havada çözünebilir yahut baştanbaşa bambaşka düğümlenebilirdi.
Duyamayan çocuk, akşamları dışarıya çıktığı öğrenilirse; bu işin, babasından yiyeceği dayaklar, anasından duyacağı laflar ve ablasının geceye bulanmış korkunç hikâyeleriyle kalmayacağını; bir daha dışarı dahi çıkamayacağını biliyordu. Herkesin uyumasını bekliyordu bu yüzden. Herkesin uyumasını, herkesin tek tek rüyaya dalmasını ve herkesin bir kere horlamasını bekliyordu. Günaşırı, bahçedeki limon ağacının önünde, önceden anlaşmışçasına buluşur; beraber çok uzaklaşmamaya özenerek ya artık kullanılmayan su tankerinin üzerinde ya kimsesiz kayanın kucağında ya da tepedeki meyve vermeyen ketum ağacın altında otururlardı. Bu yasak buluşmaları yine bahçedeki limon ağacının bitişiğinde sonlanırdı hep.
Öteki çocuğun hani kendisinden biraz büyük gösterdiğini düşünse de, ne yaşını ne de adını biliyordu. Beraber geçirdikleri kısacık zamanlarda; onun nerede oturduğu, abisi veyahut ablası olup olmadığı, babasının ne iş yaptığı da önemini yitirdiğinden yalnızca sevdikleri oyunlardan, renklerin en güzelinin hangisi olduğundan, birbirlerinin rüyalarına girdikleri vakit ne gibi hınzırlıklar yapacaklarından söz ediyorlardı. Hiç arkadaşı olmadığı için, arkadaşların birbirlerinin neyini bilip nelerini bilmemesi gerektiğini de bilmiyordu.
“Şarkıyı duyuyor musun peki,” diye sordu öteki çocuk oturduğu yerden. Sesinin tonu bir şeyleri yapabiliyor olmanın çocuksu gururuyla parıldadı sessizlikte.
“Hayır,” dedi duyamayan çocuk. Biraz bozulmuştu. Soğuk sütundan rahatsız olup huzursuzca kıpırdandı. “Kim söylüyor ki,” diye sordu.
“Kimse,” dedi ötekisi, “Ne dedikleri pek belli olmuyor ama uzun zamandır fısıldıyorlarmış gibi, bak...”
Müziği duyamayan çocuk kulağını oturduğu sütuna yaklaştırdı. Bekledi bir süre. Yine duyamadı. Bunu fırsat bilen öteki çocuk, aceleci cümlelerle kulaklarının şahit olduğu cümbüşü hala duyabiliyorken anlatmaya soyundu; “Harika,” dedi bir çırpıda. “Vallahi, vallahi!” Duyduğu türkünün depremlerden, yangınlardan bahsettiğini söyledi. “Sen bilir misin deprem nedir? Sel nedir? Allah kimdir? Çocukları sever midir sevmez midir,” dedi.
Duyamayan çocuk onun bu söylediklerini pek umursamadı. Duymadığı bir şeyi önemseyemez, önemsemediği bir şey hakkında yorum yapamazdı zaten. Son kez gözlerini kısıp dikkat etmeye çabalasa da, cırcır böceklerinin yeni başlamış rahatsız ezgisi onun son umudunu da tüketti. “Gidelim,” dedi oturduğu yerden doğrulurken. “Sıkıldım. Neden buraya geldik ki?”
Hızla kalkıp, sütunun üzerinde dik durmakta zorlanarak, yüzünü eve doğru çevirdi. Tapınağın çevresini bir daire gibi saran ve onu şehrin keşmekeşinden sakınan kutu kutu gecekonduları, taş evlerin bir kısmını gördü. Bozuk bir sokak lambasının yalnızına sığınmış tek katlı evlerinin soluk silueti de zar zor seçiliyordu buradan. Yanlış bir şey yapmanın, yaptığı yanlışı ailesinden sakınmanın huzursuzluğu ile midesi bulandı.
Tapınaktan çıktıklarında bile arkasında kalan öteki çocuk tapınağın türküsü hakkında mırıl mırıl bir şeyler söylüyordu. Artık dinlemeyi bıraktı. Bahçeye varınca usulca açtı tel örgüyü. Limon ağacının önünde duraksadı, ağacın nefesini nefesine çekti. Eve girmeden evvel yanından geçtiği ayçiçeği tarhındaki yüzü toprağa dönük bir ayçiçeğinin mırıldandığını duyar gibi oldu. Durdu, heyecanlanırken, birden korktu. “İkinizden birisi ölü olmalı,” dedi ayçiçeği yüzünü topraktan kaldırmayarak. Hüzünlü bir hali vardı. Öteki çocuk kendisine yaklaşıp “Bir şey mi duydun? Ha, söylesene duydun mu sen de karıncayı,” diye sordu hızla.
“İkimizden birinin ölü olabileceğini söyledi,” diye mırıldandı duymayan çocuk. Sesi, gecenin sessizliğinde sallandı iki kez. Tam ağzını açıp “Buraya kadar neden geldin, gitsene,” diyordu ki,
“Boş ver onu,” dedi öteki çocuk. “Duymazdan gel. Hem, herkesin her söylediğine inanmamak gerek.”
Mehmet Cebe
Comments