Kimi insanlar vardır ki, onlarla bir masaya oturduğunuzda bir süre sonra aslında ikinizin de birer ölü olduğunuzu anlar ve ürperirsiniz. Bu, ucuz bir korku romanının ilk cümlesi değil, yalnızca bir alegori.
Şöyle diyelim: Çok korkmuş bazı insanlar bize yani ötekilere değil de kendi öz varlıklarına karşı anlaşılması zor bir tavır almışlardır. Bu insanlar duyuların yerine, bir tümör misali kendi içine doğru gömülüp büyümüş o kaskatı benliklerini koymuşlardır. Zehra da bunlardan biriydi. Açık kalmış bir overlok makinesiymişçesine soluksuz konuşurdu. Bir insan anlatmayı çok sevebilir, bunda trajik bir şey yok. Zehra’nın konuşması dinleyeni de kendisini de silip yok eden bir iletişimsizlik performansıydı. Girdiği her ortamda bir anda sivriliveriyor olmasından, yaradılışından gelen sapyoseksüel zaafından ve çok güzel kadınlarda pek rastlanmayan karanlık, baş belası bir çekiciliğe sahip olmasından yakınırdı hep. Gün içinde yaşadığı bir şeyi anlatmak istediğinde sık sık açtığı parantezleri bazen ta Büyük Gümleme’den başlatır ve sonsuz saatler boyunca kapatmazdı. İlk bakışta, kendi kendine âşık, narsist kadınlardan biri denilebilirdi. Ancak ben, Zehra’da üstesinden gelemediği daha büyük bir şeyin olduğuna inanmışımdır. Varoluşun sersemletici şoku çenesine vurmuş olabilir miydi? Şairlerin, melankoliye eğilimli romancıların şu coşku, tutku dedikleri şey miydi yoksa bu? Derinlere işlemiş bir aşağılık duygusu muydu? Yukarıda değindiğim o kendi kendine saplanıp kalmışlık olamaz mıydı? Belki o da yaşamın boğucu tahakkümünü bu şekilde yadsıyordu, kim bilir?
Tanıştığımızda yirmi yaşına yeni girmiş bir üniversite öğrencisiydi Zehra. Gazetecilik okuduğunu ve bir dergide çıkan makalemle ilgili konuşmak istediğini yazmıştı bana. Hangi gün, nerede ve saat kaçta görüşeceğimizi tek tek belirtmişti. “Kendini buna göre ayarla. Nedenini filan de sorma, gelince anlatırım. Yani belki.” Şımarıklıktan çok küstahçaydı ama hoşuma gitti bu üslup.
Galata civarında, rokoko süslere boğulmuş kilise neflerine benzer karbonhidrat kokan kafelerin birinde buluştuk. İlk olarak neredeyse kalçalarına kadar dökülen, kırmızımsı kahverengi, hafif dalgalı saçları çekti dikkatimi. Cılız bir huş ağacı fidanını andıran ufacık gövdesine mistik, masalsı bir anlam katmıştı o saçlar. O günlerde genç kızlar arasında moda olan yüksek belli, bol kesim, yırtık dizli bir kot ve alt uçlarını 70’leri anımsatacak şekilde belinde düğümlediği – ne diyorlar – oversize, beyaz bir gömlek giymişti. Bütün bir kuşak gibi o da karnını çıplak bırakmıştı. Elleri, boynu ve gövdesi incecikti. Özellikle boynu geyşalarınki gibi öyle nâzenin öyle kibardı ki insanın içinde zayıf ve kırılgan şeylere karşı bir hayvan gibi hep pusuda bekleyen o tehlikeli, vahşi, içgüdüsel şiddet eğilimini karıncalandırıyordu. Ama öte yandan bir karahindiba topçuğu gibi küçük, esmer, narin çehresinde, kenar semtlerin yoksul kitleleri arasında büyümüş kadınlarında görülen o sinsi, o incelmiş kaba sabalık da gözümden kaçmamıştı. Kim ne derse desin şaklabanlığın, densizliğin ve faziletsizliğin bir çeşidi vardır ki, bir tek büyük metropollerin çeperlerinde sürgün verir.
Göz göze gelmekten kaçınıyordu ama yerinde de duramıyordu. Bakışları baş döndürecek bir hızla salonun içinde fır dönüyor, arada yüzüme bakmadan salonun mimarisini, dekorasyonunu ve objelerini nasıl bulduğumla, burayı beğenip beğenmediğimle ilgili peş peşe sorular soruyor –bu arada mekânın sahibi arkadaşıymış, bunu da araya sıkıştırdı –ve ben daha ağzımı açıp da tek bir kelime dahi söylemeden o, benim yerime kendi düşüncelerini, zevklerini, yorumlarını plastik mermiler sıkan bir tabanca gibi takır takır üstüme boşaltıyordu.
Dinledim onu. O günden sonraki günlerde, haftalarda, yıllarda Taksim’in, Galata’nın, Şişhane’nin bütün kafelerinde, barlarında, sokaklarında dinledim. Normalde insanları dinlemek, küçük büyük, kadın erkek, okumuş okumamış hiç fark etmez, kendimi bildim bileli benim için tiksinti verici, karnımı sancılandıran, katlanılmaz bir şey olagelmiştir. Karşımdaki kişi isterse biricik sevgilim veya en yakın arkadaşım olsun dört beş dakika geçtiği halde hâlâ anlatmayı sürdürüyorsa artık o kişiye karşı saygı namına hiçbir şey kalmaz bende. Dinliyormuşum gibi yaparım, hadi ya, hımm, demek öyle, derim ama kapanıp açılan bir ağız, eğilip büzülen dudak çizgileri ve çarpık çurpuk dizilmiş dişlerden başka hiçbir şey yoktur karşımda.
İyi de şimdi böyle söylemek gösteriş yapmaktan, karaktersizlikten başka nedir? Senelerce dinlemişsin işte onu, diyecek olursanız, evet derim, doğru, ben ilkeli, prensip sahibi bir adam olmuş olsaydım zaten o ilk davetini mutlak surette reddederdim. Ama demek ki, alın yazısı diye bir şey de var ha? Her neyse, bu başka bir tartışmanın konusu. Konuşurken ha babam altını çizdiği, ikide bir hatırlattığı o dürüstlük, içtenlik tonlamalarına, Allah belamı versin ki, tarzında gecekondu mahallesi jargonlarına ve kurnaz bir alçakgönüllülük postu altında bitip tükenmek bilmeyen böbürlenmelerine evet, yıllarca katlandım. Neden? Lafı eğip bükmeyeceğim, gençti. Ancak işin bu kısmında –şimdilik sadece bu kısmında– onun genç olmasından daha önemli olan daha doğrusu onun gençliğini salt bir gençlik unsurundan daha önemli kılan ve kuşkusuz ki daha açıklayıcı olan başka bir gerçeklik daha vardı: O da, benim insanlara tepeden bakan ama yaşamdan umduğu sıçramaların hiçbirini gerçekleştirememiş, bencil ve kırılgan kişiliğini ucuza kaçarak, sahte bir ağırbaşlılık ve yalandan bir dünyadan el etek çekmişlik görünümü altında gizlemeye çalışan, kimsenin umursamadığı, yalnız ve kırkına merdiven dayamış mutsuz bir adam olmamdı. İşte, görüyorsunuz, elimden geldiğince yansız olmaya özen gösteriyorum. Bir tarafı yererken öteki tarafı yüceltmiyorum. Anlatının mihverine koyduğum kadını mesela bir Pavese gibi, Hardy gibi ince ince aşağılarken kendimi loş, buhurlu bir alacakaranlığın içine koyup düzenbazca bir retorikle romantize etmiyorum. En azından böyle manipülatif ve alçakça bir niyet taşımadığımı görmenizi umuyorum.
Her şey bittikten sonra insan durup düşünüyor ve “Ne oldu?” diyor, “yaşanılan gerçekte neydi?” Öyle ya! Bilinmez bir şey bu. Belki bu aşamada şöyle bir tahmin yürütebilirim: Onun tarladan çıkan bir taş parçası gibi kaba saba ve sakınımsız, capcanlı, hâlâ kan kokan vahşi gençliğiyle tutup kendime çekebileceğim kadar bana yakın bir mesafede durmuş olması beni korkuttu ve hep teyakkuzda olmama neden oldu galiba.
Otuzlarının sonu, kırklarının başında dünyanın hangi yöresinde doğmuş, hangi kültürel ikliminde büyümüş olursa olsun, bir hafızaya ve doğrusal zaman duygusuna sahip tüm insanlar, gençliğe ve yeniliklere karşı kavramsal, dolayısıyla da boş bir beklentinin büyüsüne kapılmışlardır. Yeni kuşak yeni anlayışlardır. Yeni anlayışlar yeni aykırılıklardır. Yeni aykırılıklar yeni özgürlüklerdir. Böyle sürüp gider bu palavralar! Doğrusu şu: Kendilerinden bekleneni verememiş, dünyaya farklı bir şey sunamamış ancak yüreği de hâlâ soğumamış; özlemlerle, ihtiraslarla, pişmanlıklarla ve anımsandığında diş gıcırdatılan kızgınlıklarla, öç alma arzusuyla yüreği kavrulan insanlar için, tutunup ayakta kalabilecekleri varoluşsal –ve kuşkusuz akıl dışı, hatta hipnotik– yegâne avuntu olmuştur gençlik. Evet, gençlik bende de hep hasretle karışık bir başkaldırı duygusu uyandırmıştır. Bir genç gördüğümde dünyaya dair kahredici, aşılıp geçilemeyen ne kadar duvar, bent, bariyer varsa bugün değilse bile elbet bir gün hepsinin yıkılacağına olan o acı verici ama aptalca umudum kaçınılmaz bir şekilde tekrar ve tekrar yeşeriverir. Doğal koşullar göz önüne alındığında bu konuda yazgıya boyun eğmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. İşte belki bu nedendendir ki, bütün insanlar er ya da geç, gençlik çağlarında ölürler.
Zehra’yla olan ilişkimiz çok uzadı. İnsanlar bu gibi durumlarda, “Bilmiyorum, neden tüm bunlara rağmen onunlayım –ya da onunla oldum– gerçekten bilmiyorum,” diyerek alenen yalan söylerler. Günahlarını almayayım, belki hakikaten de bilmiyorlardır, buna inanmak istiyorum ama evrimlerinin milyonlarca yıllık serüveni boyunca en çok beyinlerindeki kurnazlık melekesinin kusursuzlaştığı insan neslinin böyle bir şeyi bilmediğini iddia etmesi hiçbir şekilde bana ikna edici bir cevapmış gibi gelmiyor. Hepimiz –en aptalımız bile– yüreğimizin derinliklerinde bize kaygı veren şeyin gerçekte ne olduğunu biliriz. Ben, bana bakan yönüyle en başından beri içimde bir parça dahi cinsel istek veya romantik eğilim barındırmadığı halde (aslına bakılırsa bu, daha derinlemesine ve insan doğası göz önüne alınıp da daha bütünsel bir perspektifle düşünüldüğünde o kadar doğru değildir belki de) Zehra ile olan ilişkim neden bu kadar uzun sürdü az çok biliyorum. Bir kere sık sık ve son derece köktenci gerekçelerle kavga ediyor ama aylar sonra sudan bir bahane bulup yine barışıyorduk. Bu tür ilişkiler, bir ilişkide olması gereken ölüm nüvesini yitirmiştir, bu nedenle sonsuza kadar sürebilir.
Zehra’nın adını telefon rehberimden defalarca kere silmişimdir. Ve her barışmamızdan sonra adını telefona yeniden kaydederken bu son diye kendi kendime yeminler içerdim. Bu kavgalar ve ayrılıp yeniden barışmalar sinirlerimi yıpratıyordu, yıkıcıydı, üstelik bizi bir noktadan başka bir noktaya da taşımıyordu. Ama ona kalırsa bu kavgalar sanat filmlerindekilere benzer entelektüel acılardan kaynaklı tutku oyunlarıydı. Gerçekten de karşılıklı korkunç hakaretler ederek yolları ayırıp sonra tekrar buluşmak istemeler, hayatımızda artık bir mevsim şeridi kadar grafik bir hal almıştı. Telefon rehberime adını Son Kez Zehra 3, Son Kez Zehra 4, Son Kez Zehra 6 gibi seri numaraları vererek kaydeder olmuştum artık. Yıpratıcıydı. Romantik komedilere benzer bir tarafı yoktu. Çünkü Zehra, son derece dikkatli bir keskin nişancıydı. Boşluklarımı, komplekslerimi, gizlemeye çalıştığım gerçek kişiliğimi acımasızca görebiliyordu ve beni nasıl düşürebileceğini de o ölçüde iyi biliyordu. Bunu yapmaktan da asla geri durmuyordu. Ancak burada hemen bir itirafta bulunayım: yaşamımın artık iyiden iyiye kokuşmuş bir göle dönüştüğü şu günlerde onun entelektüel bir jargon kullanarak sergilediği o psikoanalitik saldırıları özlüyorum. Çünkü ona karşı ben de öyleydim. Ruhuna, karakterine, davranışlarına her yandan özgürce saldırır, bütün yeteneğimi zorlayarak özgüvenini dümdüz edecek, yaralayacak, sakatlayacak şeyler söylerdim Zehra’ya.
Bende diğer erkeklere kıyasla cinsel güdülerini eğitmiş, kendisini kadınlara gösterme telaşının yararsızlığını anlayabilmiş, kısacası görmüş geçirmiş, usanıp sıkılmış ve nihayet hayata ironik bir alaycılıkla bakabilme seviyesine gelmiş o tipik, nihilist roman karakterlerini gördüğünü sanıyordu. “Sen,” derdi hep, “bu kız gücenir, kırılıp gider endişesi duymadan bana ağzına gelen her şeyi söyleyebiliyorsun. Bazen zalimce aşağılıyorsun beni. Buna benim izin verdiğimi biliyorsun değil mi? —Hıhı tabii, elbette— Çünkü çevremde olup da benim her dediğimi onaylayan, mahsustan yaptığım şımarıklıklarımı bile pohpohlayan, yazdıklarıma şurası iyi şurası değil gibisinden tek bir yorum dahi yapmadan, sırf acaba bu kızı yatağıma atamaz mıyım umuduyla hayranlık dolu sözler söyleyerek beni takdir eden o asalak erkeklerin hepsinden nefret ediyorum. Midemi bulandırıyorlar anlıyor musun? —Anlıyorum.
Saatler boyunca anlatırdı. Metrolarda, kafelerde, kebapçıda, markette, belediyede, kültür merkezlerinde, dil kursunda, giyim mağazalarında, muhabirlik yaptığı televizyonlarda, gazetelerde yani kısacası onun bulunduğu her yerde, herkes Zehra’ya bir anda âşık oluyor ve onu deli gibi arzuluyordu. Kadınlar da ona âşıktı, tıfıl delikanlılar da, kodaman iş adamları da, ünlü gazeteciler de, bazı siyasetçiler de, akademideki profesörler de, önüne lahmacun koyan garson da, danışmadaki takım elbiseli genç kız da… Bütün bu insanlar başka hiç kimsede görmedikleri, tanımlayamadıkları eksantrik bir çekiciliği Zehra’da buluyorlarmış. Kentin ileri gelen zenginleri 4x4 cipler, spor arabalar gönderip Göktürk’te ormanların içindeki villalarında, Maslak’taki ultra lüks rezidanslarında verecekleri partilere davet ediyorlarmış Zehra’yı. “Üstelik,” demişti bir seferinde “sana çok daha ilginç bir şey diyeyim mi?” Söylediği her şey ya çok ilginç ya da çok daha ilginç olurdu zaten. “O kendilerini bir bok sanan televizyoncular, haberciler falan var ya hepsiyle kafa buluyorum. Bak sana yemin ederim insanların sevdiği, belli bir yere koyduğu isimler arasında öyle yapış yapış, uçkur düşkünü, müptezel adamlar var ki anlatsam oha yok artık falan dersin! Bak mesela geçenlerde kim beni Cihangir’deki evine davet etti anlatayım da dinle. Ama bak, kesinlikle aramızda kalmalı, yemin ettirdi çünkü bana.” —Lütfen, n’olur anlatma Zehra! İlgilenmiyorum, dinlemek istemiyorum. Anlatmaaa!
Umurunda bile olmazdı. Başlardı en küçük, en önemsiz ayrıntılarına varıncaya dek ama özellikle de cinsel unsurların etrafında döne döne anlatmaya. Basit, aptalca cinsel yakınlaşmaları ateşli, erotik bir film izliyormuşum gibi anlatırdı. Bunu yapmasındaki amaçlardan biri de kuşkusuz beni kışkırtmak, baştan çıkarmak, kendisine olan cinsel duyarsızlığımı harekete geçirtmekti. Anlattığı bu erotik flört maceralarının son paragraflarına doğru sesindeki yılgın arzunun bedeninin en duyarsız, en kof bölgelerine kadar nasıl kımıl kımıl yürüdüğünü fark ederdim ama bunlar ona karşı tiksinti uyandırmaktan başka bir işe yaramazdı bende.
“Bu erkekler var ya,” gibisinden girizgâhlar yapmak Zehra’nın alâmet-i fârikalarından biriydi. Bu türden harcıâlem mevzulara işte böyle üst perdeden girer, sonra konuşmasını feleğin çemberinden kırk kere geçmiş şen dullara yaraşır bir edayla sürdürürdü. En nihayet, üzerinde eğreti duran bir bir kıvançla, sesine tok, gururlu bir hava katarak kitch bir hayat bilgisi dersi vermeyi de ihmal etmezdi: “Sen üzerine alınma ama dostum, en zekisi, en beyefendi çizgide görünenleri bile biraz gülümseyip de iki kalça gösterince üstüne binip istediğin yere sürebileceğin bir eşekten daha geri zekâlı yaratıklar bu erkekler. Ama sen farklısın, evet agresif, asabi birisin, hatta bence biraz erken yaşta andropoza girmişsin ama beni anlıyorsun ve seninle konuşurken bazen kontrol bende değilmiş gibi hissedebiliyorum. Özledim bu arada.”
Bir seferinde, yine beni arayıp da yaptığı o uzun, yorucu, illallah ettirici monologlarının birinde, o anlatmaya başladıktan sonra ben telefonu koltuğun kolçağı üzerine koyup bekledim. Bir saat kırk beş dakika boyunca orada olup olmadığımı, kendisini dinleyip dinlemediğimi sormadan anlattı. Ben ayağa kalkıp gülmeye, bir akıl hastası gibi kahkahalar atmaya başlamıştım artık. Ama geldim, telefona doğru eğilip kapat, kapat artık ulan kapaaat! diye haykırdım. Bana ne dese beğenirsiniz? “Bebeğim senin acilen bir psikiyatriste görünmen gerek!” İşte çoğu zaman hâlimiz buydu. Arar, anlatır, anlatır, anlatır ben fırsatını bulduğum anda lafa girer, sert ve kırıcı bir tonda, bana artık böyle şeyler anlatmaması gerektiğini, bu hikâyelerden hoşlanmadığımı, beni sıktığını, bezdirdiğini, tiksindirdiğini neredeyse bağırarak söylerdim ve bunun üzerine o da çat diye telefonu suratıma kapatıverirdi. İşte o zaman son haddine kadar yay gibi gerilmiş sinirlerim tepeme çıkar, âdeta taciz edilmişim, saldırıya uğramışım da elim ayağım boşanmış hiçbir şey yapamamışım gibi öfke krizleri geçirir ve derhal, bu sefer sonsuza ama sonsuza kadar bitti diyerek silerdim numarasını. Hatta sadece numarasını silmek yüreğimde ciyaklayan öfkeyi, alev alev yanan gazap ateşini soğutmadığı için ayağa kalkar, evin içinde kafese tıkılmış bir leopar gibi köşe bucak dolanır, küfürler, hakaretler, lanetler savururdum ona. Derken beş altı ay sonra Zehra’dan bir mesaj: “N’apıyosun cancağızım? Özlemişsindir sen şimdi beni, buluşalım mı?”
Bu şekilde, kendi absürtlüğü, kendi yıkıcılığı ve kendi anlamsızlığı içinde uyumlu – şiddetin ve hakaretin çeşitli türlerine karşı hastalıklı bir düşkünlüğü olanların yadırgamayacağı– ve ikimizin de içten içe hoşuna gittiği tuhaf bir ritmin alışkanlığına kapılmıştık galiba. “Olur,” derdim ben de, “buluşalım tabii, uzun zaman oldu.”
Doğru, bazen, çok nadiren de olsa özlerdim onu. Fakat bana öyle geliyor ki özlediğim Zehra değil de, Zehra’da tekrar tekrar kaçırdığım başka bir hedefti sanki. Bunu derli toplu bir şekilde nasıl anlatabilirim? Belki lunapark aynaları metaforunu kullanmak yardımcı olabilir. Aynalara yansıyan görüntülerin birinde yirmi bir yaşında bir kız ve kırk yaşında bir adam var. Adam kızla buluşmak onunla vakit geçirmek istiyor. Ama göz bebeklerimi hareket ettirdiğim anda o görüntü bozuluyor ve aynadaki adam, yanındaki kızdan nefret eden, ondan tiksinen hatta onu öldürmek isteyen mutsuz ve çocuk yaşta birine dönüşüyor. Sonra başımı bir miktar yukarı doğru kaldırıyorum ve aynadaki görüntü bir kez daha değişiyor. Bu sefer sonsuz sayıda iç içe girmiş çerçevelerin içinde genç bir adam ve kırklı yaşlarda bir kadın var. Bu kadının yüzü seçilmiyor ama adam, bir zamanlar tensel ve ruhsal olarak çok yakın olduğu hatta ağzında hâlâ teninin tadı kalmış o kadınla uzun süre birlikte yaşamış olduğuna dair tuhaf bir hisse kapılıyor.
En hassas anlarda dahi içtenliği bir tiyatro performansıymış gibi gösterişle yansıtmak istemesine, naylonlaşmış, geçirgenliğini yitirmiş kişilik yapısına, sindirilmemiş entelektüel bikbikliğine, şehvet düşkünü bayık bakışlarına, kendi kendini övme bayağılıklarına ve defalarca kere sinirden kendimi tokatlayıp telefonunu, adını, şusunu busunu her yerden ebediyen silmiş olmama rağmen evet tüm bu geçimsizliğe, uyuşmazlığa rağmen o kızla vakit geçirmeyi özlüyordum işte. Bazen sırtında patlayan kırbacın vınlayışları bile tatlı gelir insana.
Kimi zaman İstiklâl'in kuytularındaki küçük bir kafenin loş köşesinde, kimi zaman da Galata’nın, Şişhane’nin labirentlerindeki bir merdiven basamağına oturduğumuzda anlatır, anlatır, anlatırdı da benim hiçbirini duymadığımı fark edince ellerimden birini hırsızlama tutuverir, başını göğsüme doğallıkla yaslar ve göğüs çekerdi. “Dostum,” demişti böyle anların birinde, “dostum beni sevdiğini biliyorum. Bu suskunluğun, bu içe dönüklüğün, histerik patlamaların başka bir anlamı olamaz. İtiraf etmen için güzel bir akşamüstü bak. Ne dersin?” Ben sessizliğimi koruyunca –ki benimki de düpedüz bir oyunculuk performansıydı– o, başını kaldırır, yüzüne teatral bir masumiyet takınarak, melül melül ama şuh bir imayla yüzüme bakar, yutkunur, gülümser, beni şu anda öpmen için daha ne yapabilirim dercesine hâlden hâle girerdi. Daha önce de değindiğim üzere en başından itibaren psikolojik, kişisel, ahlaki ve başka bilmediğim nedenlerden dolayı hiçbir zaman Zehra benim üzerimde cinsel veya duygusal bir etki uyandırmıyordu ama gene de, bakın gene de, bir anlığına diyelim aramızda bir ateşin tutuşmasını olanaksız kılan o nedenleri bir kenara koysam ve sadece deney merakıyla onunla öpüşmeyi içimden geçirsem bile o dudaklarını gördüğüm anda irkilir, göğsüme yasladığı gövdesini hemen itiverir, onun sevdiği bir konuşma tarzıyla, hey! haydi ötede dur biraz, ne burnumun dibine kadar sokulmuşsun ya, diyerek o mayışık, melankolik sahneyi bir çırpıda yok ediverirdim. Çünkü, –bundan onun haberi yoktu– kızın dudaklarındaki o garip asimetri, ortalara doğru topaklanıp sarkmış, düştü düşecek bir reçine damlasını andıran o tuhaf alt dudağı ürkütücü derecede anneminkilere benziyordu yahu! Bununla beraber görüşmelerimiz bitip de mesela Tünel’den Taksim Metrosu'na kadar arka sokaklarda birlikte yürüdüğümüz zamanlarda kendisinden, flörtlerinden, eşsiz yeteneklerinden o kadar çok söz eder, beni o denli bunaltırdı ki, bazen karşısına geçip, omuzlarından tutup şöyle sağlam bir sille aşk etsem kendine gelir mi, girdiği bu hipnozdan çıkar mı acaba diye düşünmezdim dersem yalan olur.
İki mevsim, üç mevsim bazen bir yıl süren uzun ayrılıklardan sonra yeniden konuşmaya başladığımız o fazla sürmeyen, uygar, şefkatli, birbirini gözeten, kadife günlerde benim kendisini gerçekten çok kırdığımı, ağır konuştuğumu, kendisinin yerinde bir başkası olsaydı intihar edebilecek kadar psikolojisini alt üst ettiğimi fakat gene de şu çürümüş, mide bulandırıcı dünyada gerçek, farklı ve kendisini anlayan tek kişi olduğumu söylerdi hep. “Pisliğin tekisin biliyor musun? Ama bana iyi gelen ve sadece sende olan bir şey var.” Genel olarak bu olumlu, sevecen diyebileceğim sözlerden dolayı memnun olmuş olsam bile onda bıraktığım o aldırışsız, anlaşılması güç, acı çeken adam portresi izlenimini daha da güçlendirmek ve iyice kalıcı kılabilmek maksadıyla susar, bir şey demezdim. Sonra benim için söylediği o sözlere karşılık benim de onu hiç olmazsa bazı yönleriyle biraz olsun övmem, methetmem gerekirken tersine, onda hemen birtakım çarpıklıklar, eksiklik, yanlışlık bulur ve keskin ifadelerle yargılardım onu. Bu durum gaddarca hatta insanlık dışı gelebilir size. Ne var ki onun karşısında ancak bu şekilde sağlam durabiliyordum. Peki neredeyse şiddete, zalimliğe varan bu yıkıcı duyguların gerisindeki asıl öz, ikimizin de iradesini aşan o karşı koyamadığımız kuvvet neydi? Bir kez olsun onu beğendiğimi söylemedim. Bir kez olsun güzel ve alımlı bir kadın olduğunu dile getirmedim. Önümde kurnazlıkla sergilediği dişiliğine, cinsel tutkularına, bedensel yakınlaşmalarına bir kez olsun karşılık vermedim ve onun kadınlığına hep heyecansız, lakayt, umursamaz kaldım. Bunu açıklamakta zorlanıyordu. Bir keresinde bana, “Sen erkek değilsin,” demişti. “Neden böyle bir şey dedin peki?” diye sorduğumda, “Eşcinsel de değilsin ama idolleştirdiğin yazarlar hep eşcinsel olduğundan olsa gerek, onlara öykünüyorsun bence,” diye cevap verdi.
“Hımmm…”
“Dikkat ediyorum da, senin bütün hareketlerin, konuşma şeklin, giyimin filan hep çalışılmış, hep önceden prova edilmiş gibi. Dostum, sen post modern bir yapbozsun. Tüm parçaların oradan buradan aparılarak alakasız bir biçimde birleştirilmiş. Orijinal biri olduğunu sanıyorsun ama ucuz bir replikasın. Her gece yatmadan önce mastürbasyon yapmayı alışkanlık edinmiş yeteneksiz bir Henry Miller çakması görüyorum sende”
“Hımmm. Harika!”
Bu saldırılar bir nokta kadar bile haysiyetime dokunmazdı. Haysiyetime dokunmazdı çünkü Zehra’nın çaresizce yardım çığlıklarıydı bunlar. Onu duyabiliyordum, acı çektiğini, kıvrandığını görebiliyordum fakat karşılıklı olarak birbirimize ne kadar doğru stillerde vurursak vuralım ya da insanın arzuları söz konusu olduğunda niyet, çaba, beklenti, amaç gibi asla yürek soğutmayan konularda ne kadar doğru sözcükler seçersek seçelim aramızda bana öyle geliyor ki soğurulup etkisiz hâle getirilmesi olanaksız bir nefret ilişkisi vardı. O halde yine aynı bilmece: Daha aşağıda, bütün bu ateşin, öfkenin ve kabuğun altında sıkışmış, huzursuzca kendine bir fay kırığı arayarak dışarı çıkıp rahatlamak, sönmek, soğumak isteyen gücün, hiddetin, coşkunun ismi neydi?
İlk bakışta saplantılı, sadomazoşist bir bağımlılıkmış gibi görünen ama aslında ikimiz için de açıklanamaz insansı nedenlerden doğan bu tuhaf, ne idüğü belli olmayan, onursuz ama aynı zamanda çocukça ilişki böyle böyle tam dokuz sene sürdü işte.
Şimdi, gelelim bu hikâyenin son noktasını nerede ve nasıl koyduğumuza.
Son seferinde çok feci ayrılmıştık. Tepebaşı’ndaki bir pub’da gene haddinden fazla konuşmuş, üstüme çok gelmişti. En son dayanamadım ve “Siktir git lan buradan!” diye bağırdım. Sonra da herkesin gözü önünde omzundan tutup çekiştirerek kapıya doğru ittim kızı.
O olayın üzerinden bir buçuk sene geçmişti. Mesaj attım. Ve bir ekim öğleden sonrasında Taksim’deki Midpoint isimli restoranda buluşma kararı aldık. O günlerde benim ilk romanım çıkmıştı. Ben, edebiyat çevrelerinde küçük çaplı bir kıyamet koparmasını beklerken her nedense tek bir yaprak dahi kımıldatmamıştı. Ona da büyük bir televizyon kanalı, yeni açtıkları Youtube hesabı için söyleşiler yapması teklifinde bulunmuş. “Gel, konuşalım. Bakarsın senin kitabı da… Neyse, neyse sen gel, acayip güzel şeyler olacak,” dedi. Tepebaşı'ndaki olay, sanki hiç yaşanmamıştı! Yine kıpır kıpır, yine insanın asabını bozacak denli hayat doluydu. “Yerini ben söyledim saatine de sen karar ver,” dedim. “Dostum fark etmez,” dedi, “ama öğleden önce olmasın olur mu?”
“Saat dört uygun mudur sana?”
“Perfecto!”
O gün geldi. Ben erkenden çıktım evden. Benim eskiden beri yapmaktan hoşlandığım bir şey vardır. Kadınlarla buluşmadan önce –buluşup ayrıldıktan sonra da– içimde doğu ülkelerini gezen Batılı turistlerin oryantalist coşkusuna benzer tuhaf bir sevinç dalgası kabarır ve kentin sevdiğim noktalarında birkaç saat yalnız başıma aylak aylak dolaşırım. Nedendir bilmem böyle bir huyum var işte.
Her neyse, çoktandır uğramadığım kafelerin birinde bir fincan kaliteli kahve içerim diye saat bir sularında Mecidiyeköy’deydim. Kahvaltı etmemiştim. Bir büfenin camekânında çok taze ve iştah açıcı görünen peynirli sandviçlerden bir tane alıp onu hemen orada ayaküstü temize çektim. Sonra metroya binip Taksim’de indim, hiç aceleye getirmeden Revouna 1906’da her zamanki gibi nefis bir espresso içtim. Mephisto Kitabevi'ne girmemle çıkmam bir oldu. Nihayet saat dörde çeyrek kala Tünel’deki Midpoint'e geldim, meydandaki tatlı kargaşalığı ve tramvayların gelip gidişini izleyebileceğimiz manzaralı bir masa buldum. Güneş Ayasofya’nın ta kubbelerinin ardına kadar eğilmiş, gölgeler uzamış ve Tünel'in ufacık, sevimli meydanına belli belirsiz bir alacakaranlık şimdiden çökmüştü bile. Bununla birlikte meydanın dört bir yanındaki eski binaların harman tuğla duvarlarında ve barok tarzdaki güzelim pencere pervazlarında günün son ışıkları altın sarısı bir renkle yaldızlanıyor hatta yer yer pencere camlarında yansıyan ışınlar, sanki ateş düşmüş de bina alev alev yanıyormuş gibi bakmaya doyulmaz, eşsiz bir manzara sunuyordu. İnsan böylesine insanlık dışı güzellikler karşısında öyle içi içine sığmaz, başa çıkılmaz ve öyle olanaksız bir duyguya kapılıyor ki, uçsuz bucaksız steplerde dörtnala koşmanın aşkına dayanamayıp dişleriyle boynundaki atar damarları yırtarak intihar eden atlar gibi bir yolunu bulup kendi kendini öldüresi geliyor.
Bu arada saat dört buçuk olmuştu ama Zehra hâlâ gelmemişti. Hoş, ilk buluşmamızı saymazsak yedi senedir tek bir kez bile sözleştiğimiz saate saygı gösterdiğine tanık olmadım. Mesaj attım: “Neredesin? Bekliyorum!” Saat beş oldu. Ne geldi ne de mesajıma bir yanıt verdi. Aradım, telefonu çaldı ama açmadı. Saat altı oldu. Meydan iyiden iyiye karardı. Hevesim kaçtı. Sinirlerim gerildi. Dışarı çıktım, hiç âdetim değildir ama gittim bir paket sigara aldım. Bembeyaz bir sis ummanı hangi ara kentin üzerine çöküvermişti? Süleymaniye’nin incecik minarelerinin sivri, kurşundan külahları seçilebiliyordu sadece. Bir an, sanki defalarca gördüğüm bir rüyanın içindeymişim de birazdan karşıki yamaçların uzayımsı belirsizliğinde bir siren sesi duyacakmışım hissine kapıldım. Bir şey olmadı, havayı dinleyeceğim derken elimdeki sigara sönmüş. Bir böceğe benzemiş izmariti attım başka bir tane daha yaktım. “Bunu yapma,” diyordum, içimden sürekli. “Bunu yapma! Allah kahretsin yapma bunu bana geri zekâlı, yapma! Bari telefon et, mesaj at, gecikeceğim, gelemeyeceğim de Allah’ın cezası, başımın belası, amına koyduğum ya!”
Üşüdüm, tekrar içeri girdim. Kalkıp nereye gidebilirdim ki? Böyle durumlarda dışarı çıkıp yürümek, o utanç verici küçük düşürülmüşlüğün, adam yerine konulmamışlığın öfke, pişmanlık ve kendi kendine acımayla karışık iğrenç duygusallığıyla sokaklarda volta atmak hiçbir zaman bana uygun bir sakinleşme yöntemi olmadı. Hayır, gerçek tam olarak bu da değil! Onu beklememin asıl nedeni geldiğinde karşıma alıp onu fırçalamak, azarlamak, ona kızmak ve büyümekle, faziletle, şeref ve onurla ilgili erkekçe bir nutuk çekmek istememdi. Anlıyorsunuz değil mi? Alay edilmiş, aşağılanmış, ciddiye alınmamış olmamın gazabını ve bunca yıldır ona karşı biriktirdiğim şiddet dolu duyguları kızın yüzüne fırsat bu fırsat haykırmak istiyordum. Hatta şimdi düşünüyorum da, benim bir tek Zehra ile değil insanların hepsiyle olan ilişkimde biricik arzum, hayvanca kana susamışlığım ve bir şişe Strindberg gibi damarlarımda köpüren, içimi dağlayan, zekâmı kudurtan asıl can suyum, asıl açlığım buydu: Öfke, hınç ve aşırılıklarla dolu tumturaklı tiratlar çekmek! Ya da belki çok daha insani dolayısıyla da çok daha kurnazca bir şey vardı ortada. Kızlarını çok seven, hatta gereğinden fazla seven bazı babaların aşklarını dışa vuramadıkları için bunun yerine fırsatını buldukları anda sanki içten içte hep o ânın gelmesini beklemişler gibi onlara bıktırıcı öğütler vererek, gösterişli fırçalar çekerek, suçluluğundan dolayı onları iyice ezip kızlarının karşılarında bir mahkûm gibi kendilerine boyun eğmelerini sağlayıp içlerindeki doyumsuzluk hissini bununla tatmin eden o babaların durumuna benzer bir şeydi bendeki belki de. Olamaz mı?
Dediğim gibi onunla bu tarz şeyler yaşamak bana yetecekti aslında. İşin tuhafı onun da benden isteyeceği şey buydu. İçeri tekrar girdiğimde aynı masama oturdum, çay söyleyip, restorandaki insanları izlemeye koyuldum. Tramvaydan inince kendilerini hemen Avrupa tarzındaki bu hanın içinde bulan insanların yüzlerinde beliren sevinç niyeyse bana Mister Pickwick'in Serüvenleri’ni hatırlattı. Sonra dışarıdan, belki Karaköy limanlarından bir feribotun ihtiyarımsı, hantal düdük sesini işittim. İçerledim. Derken saat sekiz sularında Zehra, pasajın ferforje dış kapısında beliriverdi. Bir elinde özellikle göstermek istiyormuş gibi siyah bir motosiklet kaskı tutuyordu. Yanında otuzlu yaşlarında, çil bıyıklı, çil sakallı, kafatasının iki yanını usturaya vurmuş, bir seksen beş boylarında senelerce dambıl kaldırmış gibi adaleleri şişik, ciddi ve torbacı görünüşlü bir adam vardı. Göz göze gelince sanki beni son anda fark etmiş gibi birden gülümseyerek seslendi, “Hey adamım! Buradasın işte!”
Sonra o performatif gülümseme hâlâ yüzünde asılıyken, o anda ikisi için de heyecan verici bir olayın kahramanıymışım gibi yanındaki herife döndü ve “Ne dedim ben?” dedi, “bekler, gitmez o demedim mi ben sana?” Adam gülümsemek istermiş gibi suratındaki birkaç kası oynattı. “Ben kazandım!” Ben kazandım mı dedi o? Evet, evet “Ben kazandım,” dedi yanındaki herife. Benim bu saate kadar kendisini bekleyip beklemeyeceğim üzerine iddiaya girmişlerdi öyleyse. Bozuntuya vermedim. Geldiler. İkisiyle de tokalaşmadım. “Zehra, gelsene iki dakika!”
Restoranın daha sakin olan iç salonuna geçtik. “Bu sondu Zehra,” dedim. “Bir daha bu şehirde, olası başka dünyalarda, öteki âlemlerde bak! Artık seni görmek istemiyorum.” Araya girdi. “Dostum,” dedi, “hadi ama gezersin diye düşündüm. Sen gezmeyi seviyorsun ya!” Elmacık kemikleri iyice belirginleşmişti, dudakları etli, simetrik, ikiye ayrık sulu bir nektârin gibi ağız sulandırıcıydı. Kalçaları kalkık ve toparlak, üstelik boyu da uzamıştı. Bacaklarındaki kot, uğruna kurban kesilecek denli ışıltılı, ikonik görünüyordu. “Heey, özür dilerim tamam mı?” dedi. Eski günlere nazaran sesi uysal ve ölçülü, göz bebekleriyse yuvalarına oturmuş iki demir pim gibiydi. İrkildim. Korkunç, yürek parçalayıcı bir yabancılık ve unutulup gitmişlik hissine kapıldım. Anladım ki, o yangınlar sönmüş, o rüzgârlar dinmiş, bir çağ kapanmıştı.
“Hey, n’oldu? Sarılmamı ister misin?” dedi merhamet hatta acıma tınılarında bir sesle.
“Ne?”
“Bak o çocuk kim biliyor musun? M.!”
“M. kim?”
“Duymadın mı hiç? Şaka yapıyorsun! Çok ünlü bir repçidir.”
“Tanımıyorum.”
“Gel tanıştırayım seni.” Elimden tutmaya çalıştı, izin vermedim. “Gel hadi, dostum ayıp oluyor ama. Kitabını hediye etmiştim M.'ye. Okumuş, merak ediyor seni.”
“Ne? Bir daha sakın beni arama Zehra. Tamam mı? Hiçbir koşulda, asla beni arama artık, yeter, bitti, game over! Gidiyorum ben.”
“Bebeğim,” dedi. Dudakları seğiriyordu. Yaşayan bir şey vardı hâlâ. Gözleri nemlendi, hayır ölümümüze ağlıyor… “Neden beceremiyoruz biz, neden başa çıkamıyorsun benimle?”
“Kes sesini ya! Kes sesini!”
Restoranın tramvay istasyonuna doğru açılan sürgülü kapısını çektim ve boğulacakmışım gibi can havliyle dışarı attım kendimi.
Birden içimde artık her güçlüğün üstesinden gelebilirmişim gibi bir kendine güven duygusu ve yepyeni bir yaşama sevinci filizlendi. Beyoğlu belediye binasının önündeki Şişhane Metro İstasyonuna doğru yokuş aşağı yürürken yanından geçtiğim kiremit kızılı basamaklar çok hoşuma gitti. Oturmak istedim oraya. İleride, bir pizzacının sisin içine gömülmüş, bir yanıp bir sönen, pizza dilimi şeklindeki turuncu yeşil ışıklı neon tabelası gözüme çarptı. Sanki o pizzacı tabelasının soluk neon ışıkları, çok uzaklardan, fizik dışı bir mesafeden, okyanusların fersahlarca aşağısından ya da Satürn’ün tozumsu halkalarındaki bir kentin çarşılarından geliyordu. Birden nostalji acısına, sıla hasretine benzer ama niteliğini tam kavrayamadığım şiddetli bir özlem duygusu gelip çöktü yüreğime. Elimi yumruk yapıp ısırdım. Ağlamamaya çalıştım.
Mehmet Kabakçı
Comments