Yıllar var ki buraya hiç uğramamıştım fakat özlem, yıllar, büyümek evresini çoktan tamamlayıp yaşlılığa geçiş hali, dünya hali… Ağaçların içindeki bu koca evin, hatırı sayılır yaştaki tahta kapısını zorluyorum. Anahtarı çevirdikten sonra bir de biraz nazını almak, omuzla yüklenmek gerekiyor, yoksa kolay açılmaz. Nihayet kapı ince ince gıcırdayarak açıldığında, etrafa uçuşan tozların teskinini bekliyorum bir müddet. Ardından gözüm loşluğa alışıyor, yavaş yavaş adımlarımı evde gezdiriyorum. Neler yaşanmadı ki bu evde; doğumlar, ölümler, düğünler, torun-çocuk koşuşturmacaları, nice insanları doyurmuş mükellef sofraların hamarat ellerle hazırlanışı, kapı dışarı edilmeden sır gibi saklanmış dertler, gelin olmuş çıkan kızlar, damat olup kendi evinin erkeği olmak üzere giden delikanlılar, asker olup vatan görevi için, "Bismillah," diyerek postallarıyla beraber tüm ailesiyle vedalaşan erler, yaşı geçkinler, gidip de bir daha dönmeyenler… Hepsi burada yaşadı, burada yaşlandı, buradan ayrıldı fakat bu ev, bu mahsun fakat devasa ev burada böylece kaldı. Herkesi büyüttü, doyurdu, yolculadı da kendi kaldı bir tek ağaç kalabalığının ortasında yekpare.
Bu kapı eşiği çok tatlı telaşeler de gördü, sayısız adımlar da, boynu bükük gidişler de. Fakat tozlardan ve kapının ağır uyanışından da anlıyorum ki bir ben ziyaret etmişim yıllar içinde bu evi. Neden kimse gelmedi? Sorsam şimdi hepsine, “Dünya telaşesi,” derler. E hakları da vardır az çok. Dünya telaşesi denen şey yalnız sana, bana mı? Değil elbet; minicik ekmek kırıntılarını sırtlanan karıncalara da var bu dünyanın telaşesi. Evin buram buram yaşanmışlık kokan eski kokusuna dalıyorum; anneannemin mis kokulu sütlaçları, annemin narin elleriyle kasnak işlemeleri, dedemin gözlüklerinin altından kalın kitaplarını saatlerce okuması, Pervin’in öte berinin tozunu alması… Herkesin yazısız görevleri vardı bu evde. Herkes bir olup diri tutardı evi yemeğiyle, temizliğiyle, hoş sohbetiyle. Sonra o tatlı-sıcak yaz akşamlarında herkesin işi biter, ağaçların gölgelik ettiği koca masanın altına bol çeşitli sofralar kurulur, yer içer hasbihal ederdik uzun uzun. Çocuklar, akşama dek koşuşturmacanın ve oynanan oyunların güzelliğinden yorgun, kıvrılırlardı ağaç kenarlarına da kalkıp rahat yataklarına yatmak gelmezdi akıllarına; bu tatlı ve kalabalık sohbeti kaçırmak istemezlerdi. Hem bu ulu, güngörmüş ağaçların kıyısından ala yatak mı vardı? Yarı uyur, yarı uyanık fakat mutlak bir huzurla dinlerlerdi büyüklerinin sohbetlerini.
Şimdi, tüm kalabalığından sıyrılmış bu eve bakıyorum; şenlik bitmiş, gülüşlerin yankıları dört bir yana dağılmış, bir tek her şeye ve yıllara şahitlik etmiş o vefakâr ağaçlar burada hâlâ. Kimseye darılmamış, kızmamış; hâlâ eskileri yad ederek gülümsüyor gibi sırt sırta duruyorlar, evin bekçiliğini ediyorlar. Bir an aidiyetlerindeki vefaya imreniyor ve köksüzlüğüme içerliyorum. Ah, şimdi şu yaşlı ağacın kovuğuna girip, bir zaman makinesi addedip onu, o güzelim sütlaç kokulu yıllara dönmek vardı. Zamana karşı dimdik duramayan insanoğlunun, yıllar geçse de zarafetini yitirmeyen ağaçlardan öğrenecek ne çok şeyi vardı. Onlar ki, yıllar içinde yaşlanmadan dimdik durur, yaprak dökse de her bahar yine yeşillenir ve tazelenir, kara kışı arkasında bırakır da önündeki baharlara, yazlara gülümser. Hafızası ve ömrü uzundur uzun olmasına ama ne kimseye darılır ne birine küslük ederler; mağrur ve vakur, kök saldığı toprağa sadık, meyvesi ve gölgesi bol, hizmet ederler tüm nefes alan varlığa ve kâinata. Ah bir ağaç olmak vardı şimdi… Keşke dile gelse de konuşsa, unuttuklarımı da hatırlatsa, gülsek etsek birlikte, söyleşiversek eskilerden.
Anneannemin güçlü sesini duyuyorum sanki geriden bir yerlerden, “Esma, kalk gel de şu kazanı kaldıralım kızım, haydi,” diye sesleniyor. Keşkek dövülüyor, çay demlemelerin ardı arkası kesilmiyor, bakır tas tencerelerde ne bereketli aşlar kaynıyor. Ah, diyorum, ah! Ahım, zeytin ağaçlarının yapraklarına karışıyor. İki büklüm olmuş ucu sivri, koyu yeşil yapraklar dökülüyor ayak uçlarıma, “Al bizi avuçlarına, anlatacaklarımız var sana,” der gibiler. Yıllarımız da şu ağaç yaprakları gibi tek tek döküldü; yerlerde kaldı bazı anlarımız, ahbaplarımız, yorgunluklarımız ve sevinçlerimiz. Tüm o kalabalığın şen şakrak kahkahası, sararmış resimler gibi eski, kulaklarımda ve bahçede çınlıyor şimdi.
Belli belirsiz bir hışırtıyla, zeytinliklerin arasından bir baş görünüyor. Bizim Sabri abi değil mi bu? Hem şaşırıyor hem sonsuz seviniyorum. O da beni görmekten şaşkın ve mutlu, benden önce davranıyor sözlere:
“Ooo küçük efendi! Yahu seni hangi rüzgâr attı buraya? Ah güzel oğlanım, serpilmiş de yağız adam olmuşsun bre! Gel bakam şöyle, gel.”
Sarılıyoruz. Yıllar, onu da eskitmiş biraz; gözlerine perde inmiş, saç sakal seyrelmiş, ayağı aksıyor ama gülümsemesi, işte yıllar bir tek o gülümsemenin güzelliğini ve gençliğini korumuş. Geçiyoruz ağaçlıkların tente ettiği masanın başına.
“Sabri abi, kusura bakma ne çayım ne kahvem var. Yeni geldim ben de daha, birkaç saat oldu, olmadı. Su getireyim mi sana?”
“Yok evlatçım yok, sen buradasın da dünya gözüyle gördüm ya, o bana yetişir. Aha şuncağızdın evvela, ya şimdi? Ah bre, yıllar… Ben kocadım kaldım, sen adam olmuşsun be! Aferin sana, aferin… Gel bize, Zeynep teyzen doyursun karnını.”
“Yok Sabri Efendi yok, sağ olasın. Evi ziyarete geldim.”
Sabri abi, gözlerinin yeşili zeytin ağacının zümrüt rengine dönmüş gözleriyle, şöyle bir dönüp eve bakıyor. Birkaç yaş, buğulandırıyor bakışlarını. Derin derin iç çekip, eve bakarak bir şeyler söylüyor; bana mı, kendine mi söylüyor anlayamıyorum:
“Ne evdi be oğlanım. Ne şen kalabalıktı! Evler de yaşlanır, sonra bayramlarda seyranlarda torun torba bekleyen ihtiyarlar gibi beklerler ki geleni gideni olsun, eşiği aşındırsın. Evler de ölür, içlerinde yaşayan olmazsa eğer… Ama şu ağaçlar öyle mi ya? Yaşar, yaşar, dimdik dururlar da bekçilik ederler. Geleni geçeni izlerler, evin başını beklerler. İnsanlardan da çok görüp geçirmişlikleri vardır da kimse kıyısına oturup derdini dinlemeye yanaşmaz. Kıpraşmadan asırlarca durur, yüz çevirmeden beklerler kök saldıkları toprağın başını.”
Sabri Efendi’nin her dediğini haklı buluyorum. Yeni bir şeyler görürüm umuduyla, eve bakışına kendi bakışımı katık edip, seyre koyuluyorum. Sahi, ne evdi bu ev; kaç nesil gördü, kaç çocuk büyüttü, neleri gördü geçirdi.
“Hâlâ şu zeytin ağaçlarını hasat ediyoruz her güz dönümü. Öyle bereketliler ki oğlanım! İsteriz siz de nasiplenin bereketinden. Kuruyoruz bidon bidon, ardiyede bekler öyle. Gideceğin sıra sana da vereyim, çoluk çocuk yersiniz. Sahi, var mı çocuğun?”
“Üç tane, ellerinden öperler.”
“Oh maşallah, maşallah evladım. Büyüdünüz tabii ya, geçti yıllar. Ne şerefli bir Osmanlı kadınıydı rahmetli Nazife Hanım; hepinizi toplardı koca kanatları altına, şu koca evde yer içirirdi. Toprağı bol olsun, ağaç gibi kadındı. Hepimize aş oldu, aile oldu.”
Anneannemi ağaca benzetmesini haklı buluyor, mutlu oluyorum. Öyle ya, bereketiyle, hanımlığıyla, hamaratlığıyla nam salmıştı koca kasabaya. Ağaç gibiydi gerçekten de yılmayışıyla, yıllara meydan okumasıyla, derdini dile getiremeyişiyle, tek kökten onlarca dal vermesiyle, o dalları meyvelendirmesiyle, sebat edişiyle, sahip ve ait olduklarına olan vefasıyla. Şimdi hiç şüphesiz, yattığı toprağı da bereketlendiriyor aldığı hayır dualarıyla. Burnumda yine o sütlaç kokusu…
“Öyleydi Sabri Efendi, öyle. Ağaç gibiydi anneannem.”
“Öyle, öyle. Kimler kaldı sizlerden? Hepiniz yaprak gibi dökülüp başka başka diyarlara göç ettiniz. Kaldı bu ev böyle yetim, öksüz. Güzelim yuva, bereket versin sen geldin de bir gün yüzü gördü onca zamandır. Ne iyi ettin… Kaç gün kalacaksın?”
Sahi, kaç gün kalacaktım? Burada, bu evde, bu bahçede, bu ağaçlarda benim anılarım, çocukluğum, ilk gençliğim vardı. Nefes alıyordu hâlâ hepsi. Gelmişken uzun kalmalı. Bir tane ağaca ilişiyor gözüm, iliştirdiğim yere bakışlarımı, kendimi de iliştiriyorum kalkıp; ufacık bir çakıyla ismimin baş harfini kazımaya çalıştığım yer duruyor hâlâ. Anneannemin heybetli ve sinirlenmiş yüzüyle burun buruna gelmiş, iyice utanıp sinmiştim. Hiç unutmam o günü: “Ayıp değil mi oğul? Sana gölge vermiş, meyve vermiş şu ağacın gövdesini dağlıyorsun. Yazık değil mi? Biri alsa o çakıyı, eline koluna kazısa ismini, hoş mu olurdu? Özür dile ağaçtan, yapma bir daha da böyle. Sen adını, yaptıklarınla yaşat, hayırlı işler bırak bu dünyaya da öyle anılsın adın. Zavallı ağacı da bırak, elleme. Görmeyeyim bir daha. İsmin hatırlarsın mı istiyorsun? İyi işler yapacaksın, doğru insan olacaksın. Sana nefes veren ağaca kötü muameleden sakınacaksın! Sen dosdoğru olursan, ismini ancak öyle kazırsın kalplere, akıllara.”
Ne utanmıştım. Aklıma gelen bu ibretlik ve asla unutamayacağım anıyla tekrar irkilip, kızarıyorum. Şu kiraz ağacının yazın kırmızı kırmızı saçılması gibi, kızarıyor utançtan yanaklarım. Hâlâ belli belirsiz duruyor orada ismimin baş harfi, devamı yazılmaktan iyi ki menedilmiş bir halde. Parmak uçlarımla okşayıp, yeniden özür diliyorum ağaçtan. Acaba, iyi bir intiba bırakabildim mi bu dünyaya, iyi bir insan olup da dosdoğru, ismimi kazıyabildim mi insanların kalplerine?
Sabri Efendi’ye bazen abi, bazen efendi diyorum. Yaşım kemale ermiş olduğundan efendi daha münasip geliyor. Ama bazen de küçücük bir çocuk oluyor abi diyorum yeniden. Sabri Efendi nasıl hitap ettiğimi pek umursamıyor. Az önce sorduğu sorunun yanıtsız kalışından da kırılmadan, yeniden başlıyor söze.
“Ne severdin o ağacı çocukken de. Devamlı etrafında koşuşturur oynardın. Ama merak etme, sizlerin yokluğunda tek bırakmadım buraları; ağaçların bakımlarını yaptım, çitleri onardım, arada çoluk çocuk şu beton havuza doluştu yaramazlığına; iki bisküvi, öteberi verip savuşturdum. İçinde yaşayan olmasa da varmış gibi senelerce başını bekledim. Çer çöp, öteberi, çalı çırpı temizledim hep. Gözün arkada kalmasın.”
“Sağ ol Sabri Efendi. Sen bu evin ilk emektarlarındandın, hâlâ da öylesin görüyorum ki. Var ol. Sen de olmasan… Çok meyve veriyorlar mı hâlâ ağaçlar?”
“Hem de ne! Meyvelerin ağırlığından dallar eğiliyor, bir sürü hayırlı evlat vermiş ana gibi; her sene yeniden yeşerip, çiçeklenip, meyvelerini dolu dolu veriyor hepsi. Ama sizlere yemek nasip olmuyor ki be evlatçım. Neden bilmem, gelmiyorsunuz hiç. Anlarım tabii, büyük şehirlerdesiniz. Büyük yerlerin büyük dertleri olur. Bu ev de bahçesiyle, insanlarıyla koca bir şehir gibiydi ya vakti zamanında işte, neyse. Sonra, göç edilmiş diyarlar gibi kaldı. Ne iyi ettin de geldin. Kimler kaldı sizden?”
Kardeşlerimi, burada büyümüş akrabalarımı, daha nice kan bağım olan-olmayan tanıdıkları düşünüyorum; kimi hayatın telaşesinde nicedir yoğruluyor, kimi göçmüş bu dünyadan, kimi yuva kurmuş, kimi kuramamış, kimi adını bile bilmediğimiz şehirlerde yeni kökler salmış. Hepsiyle en son anneannemin cenazesinde bir araya geldiğimizi, içim burularak hatırlıyorum. Meğer anneannem, gerçekten de bir ağaç gibiymiş. Kökleriyle bizi de birbirine bağlamış, dallarıyla kucaklayıp korumuş, bir arada tutmuş. O gidince şimdi, hepimiz dökülüp saçılmışız. Köksüz kalmış, bir araya gelememişiz. Toprağına küsmüş de fidan olarak kalmış, ağaç olamamışız. Her şeyi yaşamış öğrenmişiz anneannemden, ama şu ev gibi, şu ağaç gibi köklerimize sahip çıkmayı becerememişiz.
“Hepsi başka yerlerde. Hayat işte,” diyorum sadece. Onca düşünmemi, birkaç kelimeyle özetleme gayreti ve gafletiyle, başka bir şey diyemeden susuyorum.
Anlıyor, başını usulca sallıyor. Anlıyorum ben de birçok şeyi. Susuyoruz bir müddet.
“Sabri abi,” diyorum bu kez. Daha bir samimileşiyor aramızdaki sıcaklık, o görünmez mesafe perdeleri aralanıyor. Ben yine bir anlığına çocuk oluyorum.
“Söyle evlatçım,” diyor, gülümsemesinden evvel gülen gözleriyle.
“Fidan var mı? Getir de ekeyim. Çok getir ama, epey çok lazım.”
Gözleri aydınlanıyor. Gözlerinin yeşili şimdi, dalından sıyrılan ölü yaprak yeşili değil; ışıl ışıl, taze nehirler gibi yeşil, ferah ormanlar gibi kalabalığın şen şakraklığında.
“Olmaz mı oğlanım? Var elbet, var. Getiririm hemen dikeriz.”
“Yok, ben dikeceğim. Sade ben. Senin emek ettiğin yeter senelerdir; artık dinlen, sıra bende. Artık buradayım. Buraya yerleşeceğim. Kendimi burada yeşerteceğim. Bu evi, bu bahçenin ağaçlıklı kalabalığı gibi yeşertip bereketlendireceğim. Evler de ölür içlerinde yaşayanlar olmazsa eğer, demiştin; ben bu evi, içindeki hatıralarla beraber yaşatacağım. Bu evin ocağı yine yanacak; aş pişecek, dert pişecek, neşe pişecek, çocuklar yine oradan oraya koşuşturacak. Torunlarımı ben de anneannem gibi bu evde büyütüp seveceğim. Ne kadar fidan varsa getir, toprağı ben işler ekime dikime hazırlarım. Eskisi gibi kalabalık değiliz, olamayız da belki, olsun. Olduğu kadar… Bu ev yaşayacak tekrar.”
Gururla, dolu dolu gözlerle bakıyor şimdi bana Sabri abi. Güzel bir zeytin fidanını, daha şimdiden onun gönlüne dikmiş ve toprağını gülümsetmişim sanki.
“Olduğu kadar ya evlat, olduğu kadar. Sen hele başla, gerisi gelir; toprak yardım eder sana, yağmur can suyu olur yardım eder. Ben yardım ederim, Zeynep teyzen yardım eder. Çocukların ağaç görür, toprağa basar, köklerini tanır. Hem, öyle ya onlar da fidan henüz. Hepiniz, hep birlikte ağaç olur, orman olursunuz burada. Yeşerir, büyür gidersiniz. Meyveleriniz, serin gölgeniz, kaç kuşak yetiştirmeye de yetişir. Sen hele davran, gerisi gelir.”
Aldığım güç ve cesaretle, hiç ummadığım bir anda ve günde, Sabri Efendi’nin dedikleri ve yüreklendirmesiyle öğrendim; nasıl ağaç dikilir, nasıl ağaç olunur, bir ev nasıl sıcak bir yuva olur. Bir çırpıda, yarım asır hayatın öğretemediğini bu emektar adamdan öğrenmiştim bir anda.
Evin arka tarafındaki küçük bölmeye gidip kazmayı küreği aldım, Sabri Efendi de seğirtip fidanları almaya gitti. Toprağa küreği vurmadan önce, minik minik renkleriyle toprağın çocukları olan çiçeklere baktım. Eğilip uzun uzun izledim hepsini. Birkaç kelam etme ihtiyacı içinde, başını okşadım hepsinin:
“Siz renklere aitsiniz, rengarenk yaşamaya muktedir… Bana da öğretin emi? Bana da öğretin, nasıl yaşanır sahip çıkarak, ait olarak, vefayla ve sebatla ömrün başını bekleyerek. Kurtarın beni bitmek bilmez dünya telaşesinden, çocukluğumun kalabalık şenliklerine götürün.”
Sanki biri seslenmiş gibi dönüp eve bakıyorum. Bin bir anı camdan bana gülümsüyor.
Seda Nida Demir
Comments