Evimin içinde geçirdiğim vakitler huzur ve güven anlamına geliyordu. Korkunun ve yargılayıcı bakışların uzakta olması bir nebze de olsa iyi hissetmemi sağlıyordu. Büyük ve çirkin binalardan uzakta, kırların içinde kendime yeni bir dünya kurmuştum. Belki bahçemi de bu güzel vakitlerimin içine dâhil etmeliyim. Servi ağacının kıyısında dinlenen güller ve ortancalara karşı içtiğim akşam çayıma eş değer mutluluk, sabahları mutfak penceresinin önünde ilk yudumunu aldığım kahvem oluyordu. Kasabanın dışında, ormana yakın, gölün yanındaydım. Güzel bir roman okumak için gerekli dinginliğe sahiptim.
Raftan sevdiğim bir R.B kitabı aldım. Daha önce okumuştum. Aynı yolculuğa iki kere çıkmak gibi gelse de artık büyümüştüm. İlk okuduğum günkü heyecanı hatırlayınca ne kadar fazla enerjim olduğunun farkına vardım. Yirmili yaşlarımın ilk çeyreğinde, okulu dereceyle bitirip iş hayatına atılmıştım. Zamanın hayallerle geçmediğini annemden biliyordum. Bir insanın düş kurmasını engelleyebilecek hiçbir güç yoktu. Avukatları adaletin terazisini sırtlayan cesur kahramanlar olarak görüyordum. Bir gün ben de üstüme giydiğim o cübbeyi hak edecektim. Suçsuz yere yatan insanları kurtaracak, insan hakları mahkemelerinde işkenceleri ortaya çıkaracaktım. Olmadı. Beş sene içinde okul referanslarım sayesinde önemli bir ilaç şirketinin avukatı olmuştum. Otuzuncu yaşımın son günü kendimi kapının önünde buldum. Önemli bir davayı kaybetmiş, milyon dolarlık bir zarara sebep olmuştuk. Üstünden çok geçmeden, benimle beraber on kişi, kendimizi mahkemede sanık olarak bulduk. Birkaçımız para cezalarıyla kurtulsa da geri kalanımız cezaevine gönderildi. Eskiden düşünmezdim fakat şimdi anlıyorum. Karşısında durduğum her neyse, gün gelir de olduğum yere bakmak zorunda olursam ne yapmam gerekirdi? O gün her şeyi bıraktım.
Hamburger yemeye gittim. Yanına da büyük boy kola. İyi bir hamburgerin içinde yeşillik, domates, mayonez ve ketçap olmazdı. Hayatımın aslında çözümsüz döngüsünde kaybolmaya hazırlanırken hamburgerin içindeki pörsümüş domatesi çıkarıyordum. Bayat ekmeğe bulaşmış sos, kötü tadı anlaşılmasın diye bol baharatlı eti ısırırken üstüme ketçap sıçradı. Ağlamaya başladım. Dişlerimin arasında sıkışmış kayış gibi eti geviş getirerek yutkunmaya çalışıyordum. Kolamdan büyük bir yudum aldım. Geğirdim, burun deliklerim yandı. Çevremdeki insanlar ayıplar gözle baktılar. Çocuklarına eğilip bir şeyler söylediler. Annemin yıllar önce bize gösterdiği kirli saçlı, bol elbiseli insanları gösterdiği günü hatırladım. Bir konser çıkışına denk gelmiştik. Herkes yüzünde gülümsemeyle yürüyordu. Birbirlerine heyecanlı tavırlarla bir şeyler anlatıyorlardı. İmrenerek onları izliyordum, annemle o sırada otobüs bekliyorduk. Güzel yamalı çantaları, başlarında renkli bandanaları vardı. Boynunda büyük boncuklu kolyesiyle bana doğru eğildi biri, “Ne güzel masmavi gözlerin var,” dedi. Annem beni sağ tarafına doğru çekti, koluyla kendi vücuduna yapıştırdı. Bana iltifat eden kişiyi şöyle bir süzdü. Gözlerindeki iğrenmişliği o gün ilk kez görmüştüm. Annem değil miydi babasına karşı gelip üniversiteye giden, hem okuyup hem çalışan. Zaman ne ara onu bu hale getirmişti.
Kitabı açıp okumaya başladım. Yaşadığım dünyanın içinden sıyrılıp, yaşamadığım bir ülkenin sokaklarında dolaşıyordum. Bana hiç tanıdık gelmeyen, fakat yabancılık hissetmediğim barlarda oturup onlarla bira içiyordum. Yatakta sevişirken kendimi karakterin yerine koyuyordum, dalıp gidiyordum, sonra okuduğum yeri kaçırıyordum. Gözlerim kapanıyor, uykuya dalıyordum. Rüyamda, hayal ettiğim sokaklar, kıyafetler ve insanlar canlanıveriyordu. İyi bir kitaptan beklenen her şeyi karşılıyordu. Annemin okuduğu kitaplarsa çoğunlukla aşk romanlarıydı. Kendisi o aşka hiç sahip olamamış, öfkesini bastırmış klişe bir sona, tanıdık bir kadere razı gelmişti. Erken boşanan bir çiftin çocuğu olarak hiç sorun yaşamadım. Kavgalarına tanıktım, fakat bunu ilginç bir şekilde umursamıyordum. Annemin içinde bulunduğu tek başınalığa üzülüyordum. Çalışmak ve çocuğuna bakma zorunluluğu ona yaşamını erteletiyordu.
Kötü hamburgeri sonuna kadar yedim. Bu benim için bir kuraldı. Kötü bir kitap ya da hamburger bitmeliydi. Damak tatlarımızın tartışmalı olduğu bir hayatın içinde öğrenilmiş yargılarla yaşamak büyük bir askeri birlikteki aynı kıyafetleri giyen adamlara benzerdi. Kendimi sokağa atıp seslerin kesildiği yere gelene kadar yürüdüm. Eski bir sahafın önündeki sepetteki kediye baktım. Doğrulup etrafında döndü, miyavladı. Bu başımı okşa, demenin bir yolu diye düşünüp parmaklarımı başında ve boynunda gezdirdim. İçeriden biri göz ucuyla baktı, ayaklarım sanki kendiliğinden hareket etti. Dükkâna girdim. Eski bir koku vurdu yüzüme. Peşimden biri içeri girdi, masanın başındaki adamın karşısındaki sandalyeye oturdu, adamla tokalaştılar. Anladığım kadarıyla iş görüşmesi yapıyorlardı. Çocuk ateşli bir edebiyat okuruydu, fazla romantik olması ona işi kaybettirdi. Raftan bir kitap seçip masaya koydum, eski berjere oturdum.
“Eleman arıyorsanız mülakata girmek isterim,” dedim.
Masadaki kitaba baktı ve konuşmaya başladık. Başarısız bir avukatın burası için iyi bir çalışan olacağına başlarda inanmasa da masadaki kitaba baktıktan sonra,
“Deneyelim,” dedi.
Şampiyonların Kahvaltısı işi almama bir anahtar olmuştu. Evin içinde geçirdiğim vakitler alternatif bir evrende nefes aldırıyor. Yüksek sesle esneyen insanların dünyasından kurtulup duvardaki resimleri ve göldeki kuşları izlemek aldığım ilacın kana yavaşça karışıp rahatlatması gibi vücudumun, olduğum yerin şeklini almasına sebep oluyordu. İnsandan ve gürültülü makinelerden uzakta koyu bir yalnızlık içinde yaşamak mutluluğu değil mutsuz olmamayı getirdi beraberinde. Robotların ve robotlaşmaya başlamışların dünyasından sıyrılıp gelmeden, deliliğin içinde yaşadığımı anlayamayacaktım.
Annemle yollarımızın ayrılması trajik değildi. Hayatını yaşamak için tekrardan evlendi. Evlendiği adamla yurtdışına yerleştiler. Gittiğinde kitaplarını bana bıraktı. Önceleri ne yapacağımı bilemediğim bu kitapları alıp çalıştığım sahafa getirdim. Patronumun gözleri parladı. Aralarında nadir bulunan yerli ve yabancı kitaplar, ilk baskılar da vardı. Şimdilerde çok satan başkahramanı Selim Işık olan kitaptan üç tane vardı. “Neden üç tane almış annen,” dediğinde patronum, “Kendisine, bana ve babama,” diye cevap verdim. Bana da garip geliyordu bazı kitaplardan üçer tane alması. Aslında okuduktan sonra sevdiyse birer tane de bana ve babama alıyordu. Ne garip bir aşk, babam gittiğinden beri evin düzenini ve eşyaların yerini hiç değiştirmedi. Koltuklar, anıt mezarı bekleyen kıpırdaması yasak bir asker gibi durdu yıllarca. Sarkaçlı duvar saatinin baktığı yön hep aynı kaldı duvardaki rutubete rağmen. Camlı vitrindeki fotoğraflar, çay takımı, kapı girişindeki ayaklı radyo, renkleri solmuş kırlentler, pedalı pas tutmuş dikiş makinesi ve ev zamansızlaşmıştı. Ev, annem tarafından geçmişin bir köşesine hapsedilmişti. Ama babamın ölümüyle, artık beklemenin anlamsız olduğuna karar vermiş olacak ki evlendi.
Sahafın ikinci katında kalıyordum. Patronum, verdiği maaşla hem eve çıkıp hem karnımı doyuramayacağımı biliyordu. Büyük bir yerdi, banyosu da vardı. Biraz tadilat sonrasında yeni gibi olmuştu. Kitaba para vermemenin güzel bir şey olduğunu düşündüğünüzü biliyorum. İşin aslı hâlâ yeni kitaplar alıyordum elimin altındaki binlerce kitaba rağmen, tahmin ediyorum ki açgözlülükle, mülkiyetçilikle bir ilintisi var bunun. “Bunlar bitti de yenisini alıyorsun, garipsin gerçekten” diyordu patronum. Haklıydı.
Sahafa giren insanlar çeşit çeşitti. Uzun pardösülü erkekler vardı ki onları, genç ve yaşlı olarak iki gruba ayırmıştım. Bazıları gerçek bir okurken diğerleri öyle görünmeye çalışıyordu. Oysaki yapaylığı belli olan insanlar bunun farkında değillerdi. Bir de sadece romantik heveslerle kitapların arasında dolaşanlar vardı, onlar en tehlikelisiydi. Sizi saatlerce lafa tutar, pazarlık yapar hiçbir şey almadan giderlerdi. Bazen de sessizce gelip seçtiği kitapların fiyatını sorup ödemesini yapıp giderlerdi. Sahaflık beraberinde güzel şeylere de vesile oluyordu, bir yazarla tanışmaya mesela. Bu sefer de siz saatlerce konuşmak istiyordunuz, ancak o yanaşmıyordu. Bir vakit sonra bu insanlardan ilginç bulduklarımın kıyafetlerini, isimlerini seçtikleri kitapları not almaya başladım. Okuyacak da yazacak da vaktim boldu. Zamanın içinde eskiyip kalmış bir sahaftaki insanların hikâyelerini yazdım. Önce patronuma okuttum.
“Biraz daha çalışmalısın, kimse ilk kez yazan birinin beş yüz sayfalık romanını okumak istemez,” dedi. Hevesle ve amatörce yazmak bana beklemeyi öğretti. Birkaç sene sonra,
“Artık insanların uzun şeyler okumaya vakti yok, şimdi daha iyi olmuş,” dedi. Hem heyecanlı hem beklentisizdim. Hayal kırıklığına uğramamam için fazla ümitlenmemi tembihlemişti patronum ve eklemişti,
“Bu dünya erkeklerin biliyorsun, kadın yazarlara pek rağbet yok.” Yine haklıydı. Hem E.B ne diyordu?
“Kitap eninde sonunda, ne olursa olsun, gene de her şeye karşın eril dünyanın nesnesidir.” Öyle mi gerçekten?
Dosyaya kendi ismimi yazacak cesareti bulamadım. Bilmiyorum, kaybedeceksem bile bir şansım olsun istedim. Afili gelecek erkek bir yazar ismi buldum, onu yazdım. Kargoya verip beklemeye başladım. İlk hafta heyecandan ölecek gibiydim, ikinci ayın sonunda yolladığımı bile unuttum. Birkaç ay sonra da dosyanın kabulüyle ilgili bir cevap geldi. Dosyamın onlarda heyecan uyandırdığını, en yakın zamanda yayınevine beklediklerini yazmışlardı. Patronuma durumu anlattığımda bana hak verdi, bir arkadaşıymış gibi davranmamı tembihledi. Ertesi gün yayınevinin yolunu tuttum. Yazarın gelemediğini, kendisini açığa çıkarmak istemediğini söyledim. Önce nasıl olur, ne yaparız, diye konuştuk. Bütün yetkiyi bana verdiğini gerekli imzalar için evrakları götürüp getireceğimi söyledim. Biraz düşündüler, yazar için sorun olmayacaksa onlar için bir önemi olmadığını belirttiler.
Her şey birdenbire oldu. Edebiyat çevrelerinde yazarın kim olduğuyla ilgili söylentiler dolaşıyor, aradan çıkıp, “Benim!” diye bağırmak istiyordum. Sonra kendime şunu sordum:
Ne istiyorum?
Yayınevindeki baş editör, “Acaba yeni bir şeyler üzerinde çalışıyor mu? Haberiniz var mı?” diye sorduğunda, “Yok,” dedim. Gerçekten de yoktu. Bir tane daha yazmam gerektiği aklıma gelmemişti. Sonra düzeltip, “Haberim yok, sorarım,” dedim. Sahafa gelen insanların kitabımdan bahsettiğini duyuyordum. Oturduğum yerde sırıtıyor, başardım diyordum.
Başardım ama bir erkeğin adıyla başardım! Nasıl bir başarıysa artık.
Birinin ağlamaması tehlikelidir. İçinizden taşmayı bekleyen duyguyu bastırdıkça ezilir, şekil değiştirir, kararmaya başlar. Yüksek bir ses olarak yanlış zamanda ortaya çıkar. Annem yıllarca mermer gibi bakışlarıyla bazı duyguları yüzünden silip atmıştı. Onu müzik dinlerken duvardaki saate dalmış olarak buluyordum. Bir şeyler mırıldanıyordu, dudaklarını oynattığını görebiliyordum, saate bakıp sigarasını hızlıca içine çekip üflüyordu. Odanın içine girip yanına oturduğumu farkına varamayacak kadar öfkeliydi. Karnım acıkmıştı, “Anne, yemek hazırlayacak mısın?” dedim. “Gittin de ne oldu işte ne oldu! Evin içinde ufacık kızla beni bıraktın.”
“Anne yemek?”
“Hiç diyor musun mahallede bu kadın tek başına hiç kimse yok yanında ne yaptım ya ben ne yaptım” “Anne, korkutuyorsun”
“Tek bir şey istedim tek! Otur, yanımda kal, aynı yatakta uyuyalım. Ama neymiş, bunaltmışım.” Koluna dokunup,
“Anne yeter!” diye bağırdığımda,
“Bıktım senden de,” deyip sol elinin tersiyle bir tokat attı.
Ben tokadın acısıyla o da söylediğinin üzüntüsüyle ağlamaya başladık. Saçlarımı koklayıp ağlıyor, özür diliyordu. İşte bazen midemin içinde sıkışıp kalmış bu his yukarı çıkmaya çalışırken nefesimi tutuyordum. Geçmişin kendisine ve babamın gitmesine çok kızıyordum.
Ben de annem gibi bazen dalıp gidiyorum, pes bir çello sesi çalıyor kafamın içinde. Bakışlarım rafların üzerinde gezinirken bir kitabın sırtına sabitleniyor gözlerim, bulanıklaşıyor her şey. Aklım soğuyor, bir an geliyor, havai fişek patlıyor şakaklarımda ve uyanıyorum.
Kitabım ikinci baskıyı görüp gerekli ilgiyi üstünde topladıktan sonra sene sonuna doğru sessizlik hakimdi. Dükkâna gelen müşterilerden de bir şey duymuyordum. O sıralarda edebiyat çevresinde ses getiren bir durum yaşandı. Erkek bir yazar dünya çapında önemli bir ödül aldı. Ondan sonra ben unutuldum. Yani gazetelerde herhangi bir eleştiri yazısı yazmıyorlar, dergilerde bahsetmiyorlardı. Herkes o yazarın aldığı ödülü diline dolamıştı. Kimisi kötü bir yazar olduğundan, kimisi harika bir dünyaya kapı açtığından, kimisi hainliğinden bahsediyordu. Zaten hiç bilinmeyen ve tanınmayan ismimin yanına unutulan sahte adım da eklenmişti. Tabii ki her zaman el üstünde tutulmayacağımı biliyordum fakat şımartılmak herkesin hoşuna gider. Yaşamın değiştirilemez döngüsüydü bu.
“Sen solarken o açacak yerine.”
“Kitaptaki Saloz Adnan kim? Bir yerden tanıdık geliyor?”
“Şu kibirli adam var ya güya önemli bir yazar, ama her önüne geleni kötülüyor. Arada bizim dükkâna da geliyor”
“Aslında kitaplarını severim. Yaptığı şey birazcık çağa ayak uyduramamak.”
“Bilmiyorum, bana aptalca geliyor. Her şeyi onların istedikleri gibi yazmamız gerekiyormuş gibi davranıyorlar ve bunların dışındakileri; kötü, değersiz diye yaftalıyorlar.”
“İkinciyi yazmaya başladın mı?”
“Editör de aynı şeyi sordu, ne yapmalıyım?”
“Bir yerden başlamalısın, güzel şeyler yazıyorsun. Artık bu dünyaya dahil oldun. Devamını yazmazsan, unutulur gidersin.”
Patronum, gerçi patrondan çok arkadaşım oldu, sözlerinde doğruluk payı vardı. Unutulmamak için devam etmek gerekiyordu. Varlığınızı hatırlatmanız, röportajlar vermeniz, yeni öyküler, romanlar, şiirler yazmalıydınız. Yoksa sesiniz kalabalıkta kaybolup giderdi. İşte ben onlardan biri oldum. Kaybolup gittim. Yıllar sonra kitabıma bir ödül verirler, diye ümit ettim. Tek kitaplık bilinmeyen bir yazara selam bile vermezler ya neyse. Unuttum gitti.
Yaşımın ve sırt ağrılarımın artmasıyla patronumdan yani arkadaşımdan izin isteyip vedalaştık, ayrıldım. Son kez ellerimi masanın üzerinde gezdirdim. Yıllardır bu sahafın ikinci katında para biriktirme fırsatım da olmuştu. İnsandan uzak, gürültüsüz bir kasabaya yerleştim. Yanıma bir koli kitap aldım. Bunca yıl çalışmama karşın satın aldığım her şeyi orada bıraktım.
Raftan bir R.B kitabı aldım, bahçeme çıkıp sandalyeme oturdum, sırtımı rahatça geriye yasladım. Akşam güneşi yüzüme vurdu, güllerin rengi canlandı, mezarlık servisi hışırdadı. Yaz çimenleri kaybolmaya başlamıştı. Yani her şey öyle hayal ettiğimiz gibi olmuyordu, anlamıştım. "Yine de oturdum," yazdım.
Sonat Yurtçu
Comments