“Bilirsin, bizim hikâyelerde şehzadeler ya da padişahlar sevinçli bir haber alınca, kızları hastalıktan kurtulunca ya da oğulları evlenince saraylarında kırk gün fakir ağırlar, yedirir, içirir, giydirirler. Hikâye, bunu Allah için yaptıkları, iyiliklerinden; cömertliklerinden fakir ağırladıkları izlenimini uyandırmak ister bizde. Sorun şu...”
Derin bir solukla kendi konuşmasını böldü, sürekli gözlerine giren uzun perçemlerini arkaya attı, haşince saçlarını kaşıdı sonra, kaşlarını çattı ve onu tanıyanların çok iyi bildiği bezginlikle konuşmasına devam etti.
“Hiç kimse, yüzlerce fakirin kırk günlük ihtiyacının o sarayda nasıl biriktiğini sormadı. Tereddüt dahi etmedi, sorgulamadı. Böyledir, dedi. Ama böyle değildir. Şimdi ben, tarihimizdeki ilk kapitalistler hikâyelerdeki şehzadelerdir desem bilginin ve anlamın kirli bir dere gibi aktığı bu çağda yeni bir şey söylemiş olacağım. Ardından unutulup gideceğim. İstemiyorum lan, istemiyorum unutulmak. Ben öyle mübarek çiçekler serpiyorum ki insanlara, seve seve dinlemeye geliyorlar, müridim oluyorlar.”
Masaya uzanıp sigara yaktı. Önce birkaç nefes alacak, ömrü yarıya geldiğinde sigarayı itinayla kül tablasına koyacaktı. Böylelikle biraz düşünme fırsatı buldum. Dediklerini kafamda tarttım, şehzadeler konusunda muhtemelen haklıydı. Ama müritleri konusunda küçük servetlere mâl olan bir yanılgı içindeydi. İnsanlar çay ısmarlıyor, başka kimseye hesap ödetmiyor diye dinliyorlardı onu. Genelde öğrenciler gelirdi yanına zaten. Bir bardak çaya katlanırlardı nutuklarına. Bu böyle berrak bir düşünce oluverince ürperdim. Acıdım Feridun Abi’ye. Sigara yarıya gelince kül tablasına uzandı. Sırtını tekrar dikleştirdi, konuşmaya devam edecekti ama lafa girmem gerekti, yoksa okula gecikecektim. Cesaretimi toplayarak, “Abi,” dedim, “haklısın, hep haklıydın. Lakin senin boyuta erişemedim ben, oraya gelemedim, bütünlemelere kalıp babamdan azar işitmeyeyim diye derslerle uğraşıyorum sadece. Gitmem gerek.”
Gözleri büyüdü bir anda, dolgun yanakları dişlerini sıkınca içeri çöktü. Sürekli söylediği, “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan,” dizesi geldi aklıma.
“Angus,” dedi, “bunun boyutla ne ilgisi var? Sen zihni ne zannediyorsun, var mı zannediyorsun? Git buradan çabuk, o dünyalık derslere dön, unut beni, vadettiğim dünyayı ve sana serptiğim çiçekleri.”
Biliyordum, alınmıştı. Fakat yarın bu saatlerde, “Kardaşıma demli bir çay,” derken gözümün içine gülecekti, bugünü unutacaktı. Buna tutundum ben de. “İdealist adam çok da alıngan olmamalı,” derdi zaten sürekli. Ben de yanından ayrılmak üzere, “Hürmetler abi,” dedim, “bir isteğin var mı?”
“Defol git lan,” dedi, “ben cinlere de anlatırım.”
“Peki abi,” dedim, “yarın görüşürüz.”
Hassosie tarzında bir kelime işittim sırtımı dönmüş yürürken. Durağa vardım, otobüs de gecikince içim rahat etmedi, bugün fazla mahzundu Feridun Abi, ölecek gibiydi sanki, insan nasıl ölecek gibi olursa... Yanına gitmeliyim, dedim. Osurayım derslere, bu adam ne zaman ağlasam tertemiz mendiliyle yanımda bitti. Her derdimi saatlerce dinledi.
Böylece yanına gitmek üzere duraktan ayrıldım, geldiğim yolu yürümeye başladım. Çay içtiğimiz yere vardım, orada yoktu, işkillendim. Bıraktığınız yerde bulamayacağınız adamlardan değildi o. Şaşırtmazdı kimseyi. Çaycıya nerede olduğunu sordum. “Bilmiyorum,” dedi, “yapmazdı böyle hiç. Bir eyvallah demeden çekti gitti, hesabı bile ödemedi. Masaya not bırakmış. Senin gelip ödeyeceğini yazmış.” Gülümsedim. Onun bu mizah anlayışını, yumuşak intikam güdüsünü seviyordum, cebimdeki son kuruşlara mâl olsa da güzeldi. Hesabı ödeyip -bu yirmi bir çay ve artık hangi asalak müridi yediyse iki sucuklu tost ediyor- onun otobüse bindiği durağa doğru yürümeye başladım. Çok geçmedi ki yakaladım onu, önümdeydi, öyle yavaş yürüyordu ki fark ettirmeden takip etmem için durmam gerekecekti neredeyse.
Sigaranın birini söndürüyor, birini yakıyordu. Sanıyorum söndürdüğü dördüncü sigaranın ardından ensesine bir karga pisledi. Tam önümde cereyan etti olay, ne yapacağını düşündüm, nasıl sinirleneceğini tahmin etmeye çalıştım. O ise kafasını göğe kaldırıp, “Teşekkürler karga dostum,” diye bağırdı, gülümsüyordu, mutluydu hatta. Kafasını anlaşılması güç bir şeyi anlamış gibi yavaşça aşağı yukarı sallayıp devam etti.
“Teşekkürler kargalar, eminim bir bildiğiniz vardır, hatta şöyle demek geçiyor içimden, en azından ders çalışmayı enseme pislemeye tercih etmediniz, beni tercih ettiniz lan, bu kıymetli, çok lan, kıymetli çok.”
Lafını bitirince yürüdüğümüz yoldaki ağaçlar titredi, ilkin deprem oluyor sandım. Hemen yanımdaki elektrik direğine tutundum. O sallanmıyordu. Mevzu metafizikti. Ağaçlar, gövdelerini ve dallarını daire çizer gibi salladılar, bu zelzeleden, o koca dalların şiddetinden ağaçlar köklerini koparıp yürüyecekler sandım, korktuğum olmadı. Ama ağaçlar durulunca tüm kargalar yürüyüş yoluna inip Feridun Abi’nin çevresinde daire oluşturdu. Bir saniye içinde iç içe geçerek devasa bir kargaya dönüştüler. Tabii bu sırada civardaki tüm insanlar güvenli bir mesafeden olayı izliyordu, bazıları video çekmeye bile başlamıştı.
Güçlü bir ses işitince ardıma baktım. Koşmaktan nefes nefese kalmış dilenci kılıklı iki kişi gördüm. Biri sağı solu bantlı eski bir kamera tutuyordu. Diğerinin elinde bir mikrofon vardı. Mikrofondaki kötü ve tanıdık logodan anladım, yerel basındı. Ne ara haber aldılarsa... Yakaladıkları fırsatın heyecanı gözlerine yerleşmişti. Kamerayı tutanın sadece gözlerine yerleşmemiş olacak ki, adım atınca bağcığına basıp düştü. “Utanmaz herif, adam kargayla konuşuyor, sen bağcığına basıyorsun,” diye payladım onu. Bana döndü, ne yapayım abi ekmek parası, der gibi baktı. Neyse, dedim. Feridun Abi’ye çevirdim kafamı. Tüm bunları, çevrenin kıpırtısını, o meşhur etkiyi ve beni olduğum yere çivileyen pasifliği unuttum. Feridun Abi ne olacaktı, onu düşündüm. Devasa karga onun karşısındaydı, benim değil.
Karga yeteri kadar büyüyünce kanatlarını silkti, her yere siyah tüyler saçıldı. Gagasını göğe kaldırdı ve Feridun Abi’ye döndü. “Merhaba Feridun,” dedi, “hadi hızlıca dünyayı geziverelim, bilirsin bazı havalı yerler var. Sonra seni evine bırakırım. Bunu hak ettin.” Feridun Abi bir an bile düşünmeden karganın üstüne atladı, gülümsemesi beni görene dek sürdü, beni görünce suratını astı ve “Hassosie,” dedi, sonra tekrar gülümsedi. Devasa karga da ağaçlar gibi kendi etrafında daireler çizerek yükseldi. O büyük kanatlarını çırpınca belli belirsiz bir fuevuee sesi duyuldu. Ve buradan, şehrin ışıkları altında biraz kirli ve hasta gözüken aya doğru yol aldılar.
Yutkundum, birine imrendiğimde yaptığım gibi dudağımı büktüm aşağı doğru. Fuevuee ha, vay be! Eve gidip ders çalışmalı, bunu hayatımın en muhteşem olayı haline getirmemeliyim. Çünkü bütünlemeler var.
"Feridun karakteri, Ev Yapımı Morpheus ilham alınarak yaratılmıştır."
Tarık Tekoğul
Kommentare