top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Tarık Tekoğul- Seçilmemiş Kişi

1

Karar verici kadın üzerime doğru eğiliyor, ona karar verici diyorum çünkü bu koca hastanede karakteri hakkında çıkarım yapamadığım tek kişi o, beton gibi bir suratla bakıyor yüzüme. Bir böceği önemsediği kadar önemsiyor beni. Artık delik deşik olmuş damar yoluma muhtemelen pek havalı bir ismi olan bir bok daha enjekte ediyor. Göz kapaklarım yer çekimine yenik düşerken dudaklarına sürdüğü vişne rengi ruju düşünüyorum.

0

Uyanıyorum. Yine bir düşün içinde olduğuma dair güçlü bir hisle. Ama riske atmıyorum. Gidip banka soymuyorum mesela. Morpheus geliyor aklıma. Hiç uyanmadığın bir rüyada olsaydın falan filan. Diyorum mümkün, her şey. Belki 22 yıldır komadayım ve uzun uykularım, yoğun zihin tempom beni daha profesyonel, yüksek level düşlere taşıdı. Ya da bir fareyim ve yıl üç bin küsur. Bilim insanları, bilinç aktarımı, düş sokumu ya da rüya entegresi adında bir program buldular ve benim üzerimde de deniyorlar. Üzerinde durmuyorum. Düş veya düş sandığım şeyin keyfini çıkarmaya koyuluyorum.

Gözlerimi kırpıştırıyorum ve üç kapıyla karşılaşıyorum. Soluma dönüyorum. İlk kapının üstünde çerçeveye alınmış bir bulut resmi var. Kalite oldukça düşük. Fotoğraftaki küçük çirkin kareleri buradan seçebiliyorum. Kapının kolunu çeviriyorum. Neo geliyor aklıma, Anahtarcı’nın, “Kapıyı sadece seçilmiş kişi açar,” cümlesi sonra. Sonum Neo’ya benzemesin diye dua edip dalıyorum içeri. Mor renkli iki devasa bulutun ortasından ucunu göremediğim bir kapı uzanıyor yukarı doğru. Kapının parmaklıkları güneş vurdukça altın gibi parlıyor. Bu kapıyı da açıp içeri giriyorum. Pelerini uçuşan güneş gözlüklü bir adam çarpıyor gözüme. Bilmem önemli mi ama havada duruyor, kafasında da mor bir sarık var. Kötü bir kombin diyorum içimden. “Merhaba,” diyorum dışımdan. “Kötü bir kombin değil,” diyor. “Ben sadece giyinerek çağları seviştiriyorum. Moda benim uşağımdır,”

Boğazımı temizleyip “Abi,” diyorum, “çok güzel. Ben buradayım, hazırım. Muhtemelen senin bana bazı havalı şeyler söylemen gerek. Vakit kaybetmeyelim.”

“Gel” diyor. Yanına varıyorum. Havada durabilmesinin sihirbazlık hilesi olduğuna dair bir bulguya rastlayamıyorum yakından bakınca da. Parmağını şıklatıyor. Küçük bir sehpa, iki de sandalye bitiveriyor aramızda. İki de nargile ardından. “Yerinde olmak isteyen ne çok kişi var biliyor musun?” diye soruyor aniden. “Hayır abi,” diyorum, sonra merakımı eklemeden edemiyorum, “ben seçilmiş gibi biri miyim abi?”

Suratındaki bezginlikle karışık alayı seziyorum buradan. Büyük bir hakikati fısıldayacakmış gibi kaşlarını çatıp, ağzını yavaşça aralıyor: “Nargileleri açalım önce, közler ziyan oluyor.”

Derin birkaç soluğun ardından lafa giriyor yine: “Sen seçilmemiş olansın. Buraya her sene seçilmişleri aldım. Zeki, kahraman, cesur ve vatanseverleri falan. İnanır mısın, zamanında dünyaya hükmetmiş bir kral bile ağırladık burada. Bir halta yaramadı. Verdiğim işleri ellerine yüzlerine bulaştırdılar. O yüzden seni getirdim ben de buraya, seçeneklerin en sonuncusunu; en beterini.” Mor sarıklı ne derse desin teknik olarak seçilmiş kişi olduğumu düşünüyorum. Bu düşüncemi kendime saklayıp “Benden ne istiyorsunuz abi?” diyorum.

“Kusmadan bu nargileden içmen gerek,” diyerek hemen cevaplıyor sorumu. “Altı saatin sonunda, bunu becerirsen ilk görevi başarmış sayacağım seni. Ardından buradan çıkıp ikinci kapıdan gireceksin, bulut korsanını bulup yok edeceksin.” Biraz duraklayıp daha çatık bir kaşla ekliyor: “Bulutlarımızı çalıp duruyor ipne. Onu öldürünce üçüncü kapıya gitmen gerek. Orada Gümüş Panter’i bulup dünyayı kurtaracaksın. O sana detayları anlatacak.”

Altı saatin sonunda şaşırmış görünüyor. “İlk görevi geçtin.” diyor gülümsemek için bir hayli çaba göstererek. “Yolun açık olsun.” Eyvallah çekip kolaylıklar diliyorum. Devasa kapıyı çıkarken çarpmamak için usulca oturtuyorum yerine. Arkamdan hemen şımardı demesin diye elimi kalbime götürüp başımı öne eğiyorum. Üç kapılı koridora ulaşıyorum.

1

İkinci kapıya çeviriyorum kafamı. Üstünde sırtı dönük bir korsanın resmi var bu kez. Sol elinde bulut, sağ elinde eski püskü bir gemi tutuyor. Çok havalı fotoğraf ama. Ödül falan alır yarışmaya girse. Yalnız kalite yine çok düşük. Bu kadarı da nazarı olsun diyorum düşümün. Düş diyorum ama derinden bir fısıltı bunu asla bilemezsin deyip duruyor müsait her anda. Kafa karışıklığımı ve güçlü heyecanımı dizginlemek için derin bir nefesle açıyorum kapıyı. Yüzüme vuran dalgalarla ıslanıyorum baştan aşağı. Suyun çekimine bırakıyorum kendimi. Ötede derme çatma bir iskele seçiyorum. Kabaran her dalgadaysa dibe dalıp tehlikenin geçmesini bekliyorum. Akıntının tersine yüzdüğüm için iskeleye varmam uzun sürüyor, ıslak kıyafetlerle tuzlu suyun kararttığı tahtalara tutunup çıkıyorum sudan.

Hemen bitiveriyor yanımda dilenci kılıklı biri, “Ne oldu, sudan çıkmış salağa dönmüşsün.” diyor. Sırıtıyor ardından, yedi diş sayıyorum, beşi siyah, biri sarı diğeri de altından zaten. Espriye alınmamış gibi yapıyorum. “Ey yüce esprilerin sultanı, ben korsanı ararım nerededir bilir misin?”

“Denizde,” diyor denize bakıp kafasını yavaşça sallayarak. “Bulut avlıyor, biraz da balık.” Bana dönüp yüce esprilerinden birini daha ekliyor: “Malum bulut karın doyurmuyor.” Yine sırıtıyor, dişlerine değil de yüzüne bakmaya zorluyorum kendimi bu kez.

“Sen limana geç, orada çay ocakları var. Açsan tost da yaparlar. Yüce espriler sultanının selamını getirdim de. Hürmet görürsün.”

Adama espriler sultanı denmesine mi, koca limanın çay ocaklarıyla kuşatılmasına mı şaşırayım karar veremeden yürümeye koyuluyorum. Bahsettiği yere varınca çöküyorum bir tabureye, “Mümkünse çay alabilir miyim, çay hizmetlerinin; denizlerin ve yeryüzünün en afili ocakçısı,” diyorum. “Beni espriler sultanı gönderdi.” diye de vurgulayarak ekliyorum. “Ben sadece denizlerin ve yerin değil bulutların da en iyi ocakçısıyım. Ama madem seni espriler sultanı gönderdi, hatanı bağışlayacağım. Hatta sana karışık tost dahi yapacağım. İçine domates biber de koyuyorum. Şehvet yüklü oluyor tost. Yedikten sonra yorum yap mutlaka. Bayılıyorum buna.” Bu sohbetin sıradan bir sohbet olduğuna inandırıyorum kendimi. Korsanı beklemeye koyuluyorum. Tostu getirdiğinde çaycıya soruyorum, “Abi bu korsanı tanır mısın sen, necidir?” Omuzlarındaki havluya gidiyor eli, kaşlarını çatıyor. “Yavşak,” diyor, “nesini seveceğim. Bulut çalıp duruyor komşu ülkeden. Ondan sebep kaç kez kuşatıldı bu limanlar.”

“Abi benim bunu öldürmem lazım,” diyorum tehlikeli ve güvenilir biri gözükmeye çalışarak. “Dünyayı kurtarmam buna bağlı.” Elini çenesine götürüyor. Kuşkuyla süzerek “neye ihtiyacın var?” diyor. Silaha, yüzlerce silaha diyecekken durduruyorum kendimi. Sustalı veya muştanın çıplak elle işimi görmekten daha iyi olacağını belirtiyorum. “Bekle burada,” diyor, “elimde acayip bir şey var.”

Birkaç dakika sonra, Han Solo’nun silahına benzeyen bir şeyle dönüyor. “Bunun olayı nedir?” diye soruyorum elimdeki alete bakarak. “Bunu geçen sene buradan geçen uzaylılar düşürdü,” diyor. “Düğün varmış, havaya sıkacakmış bir tanesi, elinden düşürmüş salak. Biri ardından gelip istedi hatta. Böyle yemyeşil, çirkince bir şey, diyor silahımızı geri verin. Bunları heceleyerek söylüyor lavuk bir de. Denize düşen denizindir deyip kovduk bunları. Uzatmadılar, gittiler.” Dudaklarını büzüp memnuniyetle sallıyor kafasını. “Ateş etmeden emniyeti aç, bunların nişangâhı yok, milletin içini gösteriyor kabzadaki ekran, seçip bir yeri sıkarsın. Ha gidip de böbreğine, dalağına falan sıkma. Kalbine sık ölsün ipne.” diye de ekliyor. İkinci çayı istemek üzereyken iskeleden bağırışları işitiyorum. Emaneti pantolona sıkıştırıp ayaklanıyorum. Sonum Solo’ya benzemese diye dua ediyorum tekrar. Anlıyorum uzaktan, gelen korsan. İnsanların yarısı çiçek atıyor, yarısı taş. Rönesans tablolarını anımsıyorum.

Diyorum, şimdi kalabalığın içinde mıhlayayım bunu. Çıkıp giderim hemen, çok oyalandım. İyice yaklaşıyorum kalabalığa. Elimi belime atınca gözlerini kaldırıp bana bakıyor, yapma be der gibi hayal kırıklığıyla kalkıyor kaşları: “Seni mi gönderdiler?” Tereddüt etmiyorum, çekiyorum silahı, ayarlıyorum ekranı, sıkıyorum böbreğine. Niye sıkıyorum böbreğine peki? Çaycı ilk böbrek dedi diye oraya sıkıyorum, yoksa biliyorum kalbine sıkmam gerektiğini, salak değilim. İkinci kez makineyi ayarlayınca kaçmaya başlıyor, düşüyorum peşine çaresiz. “Kaçma yoksa ateş ederim!” diye bağırıyorum. Dönüp, ulan az önce ettin ya zaten, der gibi bakıyor. Çıkmaz bir sokakta yakalıyorum bu kez. Kalbine nişan alıyorum. “Dur!” diyor aniden. “Merak ettiğin hiçbir şey yok mu burada? Bu ülkenin yönetim biçimini, mor sarıklının aslında kim olduğunu, çaycının uzaylılara nasıl ajanlık yaptığını anlatabilirim sana.”

Bir an düşünmüş gibi yapıp “İstemiyorum abi,” diyorum. “daha üçüncü kapı var. Panterler ve kurtarılacak dünyalar. Gitmem gerek. Zaten düş bu, ölmeyeceksin muhtemelen.”

Kafasını öne eğip “Bunu bilemezsin,” diyor “asla emin olamazsın.” Birkaç saniye düşündürüyor son dediği, ama daha fazla kafa yormak istemiyorum. Sıkıyorum kalbine. Ölüyor oracıkta. Hayali tab tuşu getiriyorum gözümün önüne. Korsanı öldür emrini tik işaretiyle süslüyorum. Yorgunluk ve merakla gözlerimi kapayıp kapılı koridora ulaşmayı bekliyorum. Uzun sürmüyor, gözlerimi tekrar açtığımda kapılar beliriyor yine önümde.

2.

Üçüncü kapının tepesini ise gümüş renkte bir tespih süslüyor. Bu kez kalite denen bir şey yok ortada. Çerçeveye alınan resmin kenarlarında konuyla alakasız kırmızı kurdeleler sırıtıyor. Umursamıyorum. Bu kez daha emin sarılıyorum kapı koluna, içeri giriyorum son kapı olmasının verdiği hüzünle karışık gururla. Kafamı kaldırınca bir pazarda olduğumu fark ediyorum. Sağlı sollu tezgâhlar uzun sokağı kaplamış, insanların bağrışmalarıyla talan ediliyor. Bir pazarda bulunabilecek her şey var gibi: Saklama kapları, tencereler, sofra bezleri, penyeler ve daha önce belgesellerde dahi görmediğim meyveler. “Gökyüzü Simidi” yazılı bir tezgâha yanaşıyorum hemen. “Selamun aleyküm” diyorum.

Bir ahbabını görmüş gibi büyüyor gözleri simitçinin. “Aleyküm selam genç adam, yüksek ihtimal simidimin namını duydun, bu sebeple ülkeme teşrif ettin değil mi?”

“Sizin ülkeniz mi var, adı nedir?” diye soruyorum sormuş olmak için.

“Benim ülkemin ismi susamlarda gizlidir.” diyor pembe camlı arabasını silerken. “Ürettiğim göğün simididir, unumu Nabruo gezegeninden Teğmen 122 getirir. Susamıysa büyülü değirmende öğütürüm. Eğer simidimden yersen sırra vakıf olursun.”

“Sağ ol,” diyorum “göğün pek delikanlı simitçisi, acelem var. Ben Gümüş Panter’i arıyorum, bilir misin nerede?”

“Pazarın sonuna git,“ diyor, “ama oraya giden kimse geri dönemedi” diye de ekliyor.

“Dayı o replik de eskidi,” diyorum. “Simidini dönüşte yerim, hadi eyvallah.”

Vuruluyorum yola gene. Pazarın sonuna ulaştığımda ne göreyim, bir panter, ağzında sigara, ayakta duruyor. Boynunda altından bir kolye var, kolunda altın saat. Arkasında durduğu tezgâha çeşit çeşit tespihler ve yüzükler sermiş. “Merhaba,” diyorum, “Gümüş Panter’i arıyorum, tanır mısınız kendisini?”

Yerinde zıplayarak yanıtlıyor sorumu.

“Eğer soruyorsan Gümüş Panter’i, duymadım öyle biri. Sorduğun Gümüşçü Panter ise, durur karşında diri.” Demek ki sarıklı ismini şaşırmış diye geçiriyorum. Herhalde bu adam bahsettiği, irdelemiyorum. “Bulutların üstünde uçan biri var, beni o gönderdi,” diyorum, “seni bulmamı söyledi, sonra dünyayı kurtaracakmışım.” Üstündeki önlüğü çıkarıyor ben bunları söyleyince, elindeki sigarayı atıyor sonra. Tek kaşını kaldırıp uzun uzun süzüyor beni. Yanındaki iri kıyım adama dönüp “Salih tezgâha bakıver beş dakka.” diyor.

Sakata geldik diyorum, bu diğerlerine benzemiyor. Elimde Han Solo’nun silahı da yok. El mahkûm takılıyorum peşine. Tezgâhların arkasından geçip tenha bir yerde duruyoruz. Tam güvende hissedecekken “Ne diyebilirim ki?” diyor yakamdan tutup, bu soruyu arkamdaki boşluğa bakıp tekrar ediyor defalarca. “biri yanına gelip dünyayı kurtarmamız gerek dediğinde ne yapmalı insan?”

“Abi sen insan değilsin ki pantersin.” diyorum kekeleyerek.

“İnsandım,” diyor kelimenin ucunu oldukça uzatarak, “uzun zaman evvel. Korsana yardım ettim, bulutları çalıp, onun denizdeki rotalarından uzaklaştırdım, böylece fırtınaya uğramadan büyük avlara ve ganimetlere kavuştu. Mor sarık da cezalandırmak için panter formunda buraya attı beni. Seçilmişi bekle dedi.” Biraz durakladıktan sonra yakamdaki patilerini gevşetiyor. “Neyse, acıklı hikâyelere ayıracak vaktimiz yok. Aslında iş basit. Pazarın altında bu dünyayı gerçek kılan bir somun var, burada satılan her şeyle gerçek dünyanın kökleri kopuyor. Her satışımızda kutuplar ısınıyor, ağaçlar çürüyor, denizlerin suyu çekiliyor. Uzaylılar böyle bir tezgâh kurdu işte. Dünyamızdan ilham almışlar. Sonradan anladım ki mor sarık sadece ceza niyetiyle atmamış beni buraya, bazı şeylerden şüphelenmiş. Ben de onlarca yıllık emekle çözdüm tezgâhlarını. Gelişine hazırlandım ve hazırladım her şeyi. Tahminim dört beş saat sonra pazarın kârı maksimuma ulaşacak ve dünya, dolayısıyla da insan ırkı yok olacak.”

Olayı böyle detaylıca işitince ürperiyorum, durumu hazmetmeye çalışıyorum, panter bir sigara daha yakarken ekliyor: “Düşünür müydün hiç, dünyanın sonunu saklama kaplarının getireceğini?”

Onlarca soru var kafamda, uzun ve karışık cevapları olduğunu bildiğim onlarca soru, en basitini seçip savuruyorum: “Abi sen niye çıkarmadın bu somunu?”

Az önceki delilikten eser yok üstünde şimdi. “Bulutların sahibi mor sarık hazretleri bana bekle dese de denedim dünyayı kurtarmayı ama patilerim müsaade etmedi, sökemedim somunu. Kimse geçemedi görevleri, yanıma varamadı, sen hariç. Şimdi hem dünyayı hem beni kurtaracaksın. Yap şunu.”

Derin bir nefes daha alıyorum, deminden beri ne uzun bir yol kat ettiğimi düşünerek. Ya bir düş değilse diyorum. Ya düş sanıp bunca saçmalığa katlanıyorsam. Ya gerçekten masum insanların canı benim somunu sökmeme bağlıysa. Bu çaresizliğe sığınmayı seçiyorum. Kendimi yükü çok ağır bir kahramanın yerine koyuyorum. “Getir abi,” diyorum “anahtarı, sökeyim somunu da eve dönelim.” Çok beklemiyorum, bir takım sandığıyla geliyor, “karanlığı bekleyelim,” diyor, “burada göğün çaycısının casusları olabilir.” “Tamam” diyorum çaycıdan şüphelenmiş olduğumu belli etmeden.

Hava kararınca, gizli bir tünelle pazarın altına iniyoruz. Yukarısına göre oldukça lüks duruyor bu tünel. Ben gelene kadar boş durmamış, söylediği gibi yatırım yapmış demek ki panter bey. Şampanya rengi duvarları süsleyen portreleri görünce “Bunlar kim?” diyorum, “Onlar diğer seçilmişler,” diyor. “Başarısız da olsalar, anılarını yaşatmak istedim.” “Nereden buldun fotoğraflarını?” diyorum. “Korsanın ülkesinde arkadaşlarım var,” diyor, “Onlar arşivleyip gönderdi.” Susup devam ediyorum. Yolun sonunda etrafından ateşler fışkıran büyükçe bir kuyu görüyorum. Panter “içine gir,” diyor, giriyorum. “Sök somunu” diyor, sökemiyorum; on yedi numara soruyorum. Uzatıyor hemen, söküyorum bu kez. Dünyayı kurtardığım için Mordor Yanardağı gibi ortalığın anası ağlayacak, etraf batacak diye korkuyorum. Ya da tünelde depremler olacak sanıyorum. Fakat hiçbir şey olmuyor. “Abi tamam mıdır?” diyorum. “Tamam,” diyor, “çıkabilirsin.” Çıkınca görüyorum ki panter yakışıklı bir adam olmuş. “Hadi hayırlı olsun.” diyorum. Pazarın başındaki simitçiden iki gökyüzü simidi alıp kapıya yöneliyorum. Neyle karşılaşacağımı bilmediğimden açlığımı bastırsın diye bir parça simit atıyorum ağzıma. Nedense gözlerimi kapamam kendiliğinden bu kez. Bir güç vakumluyor gibi bedenimi. Kapıların olduğu o beyaz boşlukta buluyorum kendimi yine. Maceramın akıbetini ve neye dönüşeceğini düşünüyorum. Yatağımda uyanmak istemiyorum. Uyanmıyorum. Ama uyumuyorum da. Beyaz boşluk daha da büyüyor. Kapılar kayboluyor. Önce ayaklarımı sonra bacaklarımı alıyor. Gövdem gidiyor ardından, ölmüş olamam diyorum, çünkü acı hissetmiyorum. Yaşamak gibi de değil fakat bu, çünkü bir süredir soluk almadığımı fark ediyorum. Beyaz boşluk boynuma, oradan dudaklarıma ulaşıyor ve tamamen içine çekiyor beni. Yitiyorum, yitmeden neyse ki gözlerimi yumuyorum. Dudaklarımda çürük bir vişnenin buruk tadıyla.

E = mc²

“Bu kez ne oldu?” diyor sesindeki bıkkınlığı saklama gereği duymayan karar verici kadın. “Yedi gündür uyuyor doktor hanım, uykusunda tespihlerden, sarıklardan, panterlerden bahsediyor.” diyorlar. Seslerinde çaresizlik ve bezginlik var. Karar verici kadın karar vermekte yine çok oyalanmıyor, hastayı yumuşak odaya atıyor. Hasta kolları bağlı vaziyette odaya atılınca uzun uzun duvarları süzüyor, gülümseyip gözlerini yumuyor.

Akşam olunca karar verici kadın, pek yorgun evine dönüyor. Işıkları yakıp banyosuna yöneliyor. Akan rimellerine üzülüyor. Kibirli bir küfür dökülüyor vişneçürüğü rujlu dudaklarından. Sıcak suyu açıyor, tam soyunacakken kapısı çalıyor. Tam bu saatlerde gelir kocası, deliğe bakmadan açıyor kapıyı. Üç kişi bekliyor kapıda, birinin kafasında mor bir sarık var, ötekinin bileğinde gümüşten tespih. Arkada duranın üstündeyse ön tarafı tamamen brövelerle kapanmış askeri bir üniforma. Brövelerin en üstünde pembe renkte 122 yazıyor.

Karar verici kadının gözleri büyüyor, kekeleyerek ne istediklerini soruyor. Konuşmuyor hiçbiri, karar verici kadını göğe atmakla yetiniyorlar, dokunup durabileceği, yumuşacık, binlerce bulut hediye ediyorlar ona.


Tarık Tekoğul







0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page