top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tevfik Can Küçükşahin- Tezgâhtaki Hafıza

Bitpazarlarının esas cazibesi belki de yer tezgâhlarında satılanların hepsinin birer hikâyesi olmasından. Beni çeken şey metafizik bir şey değil. Gayet ele gelen, hatta sayısız ellerden geçen, bu haraç mezat satılan hikâyelere sarılı nesneler. Tezgâhlar boyunca yürüyorum. Uzayıp gitse, hiç bitmese diye içimden geçiriyorum. Kimisi eski bir karyola suntasının üzerinde ve biraz düzenli, kimisi bir parça çulun üstüne serili, bazılarıysa öylece yere saçılmış. Satıcılar genelde pejmürde ve tezgâhlarının uzantısı gibi. Hani her biri uzansa yere, o saniye sıcak havyanın tesiriyle eriyen lehim damlası gibi tezgâhına akıp eklemlenecek. Gri ve kızıl arası saçları olan bir satıcının tezgâhına eğildim. Sanki en son yıllar önce tarak görmüş saçlarına rağmen boynundaki lacivert kravat beni avlamıştı.  Yetmişlerindeki adamın boynundan yukarısı ve yüzünün büyük bir kısmı kıpkırmızıydı. O kızarıklığın genelde alkolden kaynaklandığını babamdan biliyordum.  Adamın,  sol yanındaki birkaç poşetin içine sıkıştırdığı şişeyi görmemle yüzüme etraflıca meal gerektiren bir tebessüm oturdu. Ben adama dair yorumlar yapmakla meşgulken o, önündeki teflon tavada pişirdiği menemeni son lokmasıyla sünnetleyip tavayı tezgâha fırlatıverdi. Az önce yemek yenilen ama her an satışa müsait bir tava.

Tezgâh, topuk taşından tut birkaç dişi yenmiş sarımsağa kadar zengin bir sergiydi. Bu münasebetsizliği anlamlandırmaya çalışan insan bir süreliğine de olsa dertlerini unutuyordu. Bir ara yerdeki birkaç eski fotoğraf albümü dikkatimi çekti. İşte aradıklarım. Bitpazarlarını ya eski kitaplar ya da hiç tanımadığım insanların fotoğraflarını görmek için geziyordum. Fotoğraflardakilerin bile asla haberinin olamayacağı ve onlarla gerçekleştirilen bir ayin, bir çeşit tekrar canlandırmaydı benimkisi. Bir başkasından yola çıkıp kendime ulaştığım canlandırmalar. Sanki ben yeteri kadar derinleşerek bakarsam o kareler dile gelecek ve sır ifşa olacakmışçasına. Beyhude… Her gezintiden sonra daha da sırla dolup bir ayaklı bilmeceye dönüşüyordum. Hani düşsem şuracıkta, şöyle sağlam kapaklanırcasına bir düşsem ve kırılsam içimden sayısız ruh kaçacaktı sanki.

Albümleri karıştırırken fotoğraflardan birisi zıpkın gibi vurdu beni. Anında tanımıştım. Eski bir Eşrefpaşa karesi. Doğduğum semt. Hem de Merkez Camii’ni net şekilde seçebildiğim bir fotoğraf. Eski âdetimdi, görsele inceden inceye bakmadan önce hemen arkasını çevirir ve şanslıysam yazılan bir nota denk gelirdim.

1974/ 6 Haziran/ Tahir Almanya’dan izne geldiği gün.

Notu görmemle artık olup biten bir kat daha derinleşiyordu. Tanımadığım bir Tahir, tanıdığım hem de doğduğum semt, Kur’an kursuna gittiğim camii. Hatta öyle ki camiden birkaç adım ötedeki pastane ve tabelası bile seçiliyordu. 1990’lara gelmeden kapanan o pastane. Bazı akşamlar sıcak irmik helvası aldığımız, bol çam fıstığı ve tarçın gibi dimağıma dimağıma vuran.

Caminin hemen giriş kapısından yukarı uzanan yokuşun başındaki ilk ev benim doğduğum evdi. Yüz yirmi seneden daha eski –ayakkabıcı Girit’li Mustafa amcaya göre- bu Rum evi bir zamanlar ahalinin pek sevdiği bir zeytinyağı tüccarına aitmiş. 1974. Benim doğmama daha sekiz sene var. Fakat ev iki katlı ve annemle babamdan evvel teyzemler üst katını çoktan kiralamışlar. Annemin dediğine göre 1971’de teyzemler o eve taşınıyor. Fotoğrafın çekildiği esnada teyzemlerin evin içinde bulunuyor olma olasılığı çok yüksek. Şimdi böyle kırk dokuz sene sonra bu tuhaf şahitlik, beni dansa kaldıran taze bir kız gibi. Reddedilemeyecek bir konsantrasyon, zamanın adımlarını yakalama sevdası. Bazen beceriksizce tempoyu kaçırıp kızın ayaklarına basmak pahasına dans ediyorum. Çünkü her şuh çığlık, geçip giden yıllara karışan tenimden parçaları birleştiren birer siren gibi. Bir yapbozun koltuk ya da halının altında unutulan parçalarını bulmak.

Benim henüz olmadığım zamanlardan biraz sıçrayıp çocukluğumun geçtiği dönemle kucaklaşıyorum yine. Zaman içindeki bu gelgitler, boynundaki peşkiriyle en muzip hikâyelerini anlatan bir meddaha tâbi olmak gibi. Esprinin özüne ulaşmak ve tebessümün iki dirhem bir çekirdeğini tatmak için meddahın rehberliğine uymam gerekli. O beni nereye sürüklerse koşulsuz peşinden gideceğim. Çünkü meyve leziz, çünkü akıp geçen sürenin içinde güzel bir yuvarlanış çağ açıp çağ kapamaktan bile şaşaalı. Ve yine yanılmıyorum. Bir anda okula gitmemek için bin dereden su getirdiğim günleri hatırlıyorum. Müstahdem Orhan ağabeye her gün uydurduğum bahaneler ve bir gün beynim ağrıyor diyerek eve kaçmam neticesinde annemden yediğim hak edilmiş sopa.

Ne Engin ya da Volkan kadar futbola yeteneğim vardı ne de Gamze gibi resim çizebiliyordum. Okuma konusunda da epey zayıftım. Sadece rakamları seviyordum ve bir de insanları seyretmeyi. Evet, sonsuza kadar baksam yorulmayacak kadar seyretmeyi. Evimizin dökme demirden, koyu lacivert tonda Hristiyan dinsel motiflerle bezeli ağır ve iki kanatlı bir kapısı vardı. Kapının önündeki kesme mermerden üç basamağın ortasındakine oturup gelip geçenin yüzlerini ve hareketlerini ezberlercesine hafızama kazırdım. Çok kısa bir süre sonra semtteki erkek, kadın ya da çocuk fark etmeksizin arkadan gördüğümde bile tanır hâle gelmiştim. Gün içinde gerçekleştirilen eylemlerin çoğu zaman tahmin edilebilir oluşunu, insanların tüm karmaşıklıklarına rağmen gündelik hayatlarındaki sekmeyen ritüellerini, simalarındaki aynı tepkileri keşfetmek keyifliydi. Onlar farkında olmadan hem de. İnsan, okurken beni sıkmayan tek kitaptı. Bir de Mercan Adası.

Manav Çekirge Ahmet’in kızı Esra doksanların başında moda olan kısa taytlardan giyip sokakta salındığında ben devasa bir kulağa, mahalle ise dedikodu kumbarasına dönüşüyordu. Evli ya da bekâr fark etmeksizin tüm erkekler hayâlarından ziyade dillerinin altında sakladıkları testosteron depolarını patlatırken kadınlar da birer etik kitabına dönüşüyordu. Bense yarı çocuk yarı ergen Gepettosuz bir Pinokyo’ydum. Elbet erişkin bir adam olacak, arada kalmanın sancısından kurtulacaktım. Fakat o an durumumdan memnundum. Henüz net bir ismimin olmayışı bana her yere dâhil olabilen bir misafir özgürlüğü sunuyordu. Pinokyo’dan tek farkım bir zerresinin bile zayi olmasına tahammül edemediğim; insana dair detayları yakalamak için uzayan gözüm ve kulağımdı. Burnumsa normaldi.

Seluş ve Beluş teyzeler -yani Selma ve Belma –yaz kış üstlerinden çıkarmadıkları kalın ceket ve kabanlarıyla idrar kokarak gezer ve bazen bizim beyaz kesme mermer basamakları ıslatırlardı. Annem ses etmezdi. Zaten annem dışında pek kimseyle de sohbet etmezlerdi. Seluş teyze akıl yönünden Beluş’tan çok çok daha nasipliydi ve anneme hep, “Rabbim bu çocuğu benden sonraya bırakmasın Hülyacım,” derdi. Bu çocuğu… Hep düşünürdüm altmış yaşından büyük o çocuğu. Altını ıslatan ve İzmir’in temmuz sıcağında bile kabanla gezen çocuğu. Nasıldan ziyade niçin sorusuna sürüklenen beynim yanıt yok diyordu. Fakat hafakanlarını dindirmek için sana daha fazlası her zaman sunulacaktır diye de ihtarda bulunuyordu. Her zaman fazlası vardı. Çıplak bedenine sardığı yüzlerce naylon poşetle, yürüyen bir çöp yığınına benzeyen Torbalı’yı her gördüğümde Beluş’u unutuyordum. Torbalı diyordu ona herkes. Sakallarına bile torba bağlayarak yaşayan bu adam, mahallede çocukları korkutmak için bahsedilen bir heyulaya dönüşmüştü. Bir nev’i efsanevi Markut. Markuuuuutt bacadan torbanı sarkıt. Zaten yüzlerce torbayla gezen tuhaf adam bir de annelerin tak tak duvara vurarak ondan bahsetmesiyle çocukların ödünün patlamasına yetiyordu. Bense baldırı bacağı hatta avret yerine kadar poşetlerin arasından görünen bu adamın ikindilerde caminin avlusunda kendisini sere serpe yere atıp, ellerini semaya kaldırıp ettiği duayı seyrederdim. Şadırvanın hemen çaprazından, sundurmanın tavanını delen yenidünya ağacının gölgesinde. Gözlerim bir yandan Torbalı’nın duasını kaçırmamak için çabalarken diğer yandan dallardaki yenidünyalara nişanlı. O ağaçtan sonra bir daha aynı tadı bulamadığım, beni romantikleştiren meyveler. Daha tatlıları olsa bile ondan tatlısını dile getirmemek meyvenin kendisinden bile doyurucuydu.

Yazları mahalleden beraberce otobüsle gidilen Kalamaki turları vardı bir de. Ailecek herkesin iştirak ettiği, günübirlik tertip edilen turlar. Çokça ailenin aynı otobüse bindiği durumlarda takvim zamanı olarak günübirlik olan gezi bir anda uzayıveriyordu. Akrep ve yelkovanı değil de insanı zamanın ölçeği kabul ettiğimde esneyen bir karın gibi, hamile bir kadın gibi şişen zaman. Sayısız ağızdan çıkan cümlelerle dolan araç bir yerden sonra bana hep camları çatlatacak gibi gelirdi. Arkamdakilerin eşlerinden boşanmayı düşünmeleri, sağımdakilerin çiğdem tuzsuz diye en öndeki çocuğa kızmaları, ön koltuktaki kadının daha otobüse biner binmez sürmeye çalıştığı güneş kremi, annemin teyzemle fısır fısır muhabbetleri, yaşça benden büyük olan erkek ve kızların kurlaşmaları, arada yakaladığım edepsiz eller ve elbette asla unutulmayan şoför. Altı üstü iki saat sürecek bir yolculuk boyunca sarmadan köfteye, bademden incire ne varsa beslenen adam. Sanki plajda güreş müsabakasına tutuşacakmışçasına bir pehlivan gibi her şey yutturulan. Bir süre sonra şoförün de kalabalıkla aynı rezonansa ulaşmasıyla beraber açılan müzik. Ve işte herkesin gözünün aradığı tek isim, Dilar abla. Allah var, kadının sahnesi iyiydi. Kıvrımlı vücudu ve Bergenvari saçlarıyla hiç de azımsanmayacak figürü repertuvarında barındıran Dilar abla. Çok değil birkaç sene sonra Almanya’ya gelin gidecek ve zaten Kalamaki turları da bir şişeye sokularak geri gelmeyecek şekilde Ege sularına fırlatılacaktı.

Fotoğrafın sol köşesinde üstte ancak yarısı kadraja giren cumbalı evi hiç çıkaramamıştım. Sonradan yıkılmış ve yerine yapılan yeni binayla aklımda kalmıştı. İki katlı ama üst katı hep boş tutulan ev. Mülk sahibi İstanbul’da yaşadığından üst katını depo gibi kullanıp alt katı kiraya vermişti. Fatma teyzelerin eviydi. Fatma teyze ve oğlu İsmet. Deli İsmet. Hep siyah şalvarla gezen. Aslen Mardin Ömerli’den olan bu ana oğul o evde iki baş yaşıyorlardı. İsmet’in babasına dair herkes farklı şeyler anlatıyordu. Bana en mâkul gelen, iyi bildiği Arapça sayesinde yıllar önce işçi olarak gittiği Kuveyt’ten bir kadın bulduğu ve bir daha da dönmediğiydi. İsmet sokaklardaki ağaçlar ve elektrik direklerine “Kömür taşınır, bahçe süprülür, pazara gidilir.” yazan tabelalar asmıştı. Camiinin umumi tuvaletçisine hazırlattığı teneke tabelalar. Her gün birkaç kez mahallelinin kızdırıp köpürttüğü ama bazen kızdıranların peşinden koşarken pes edip ağlayan o adam. Belki kırk beş yaşında. İnsan, bir deliyi ağlatacak kadar boş göğüslerle dolaşan varlıktı. “Keşke benim oğlana böyle etmeseler,” diye anneme derdini açan Fatma teyze, bir haftadan fazla ortalarda gözükmeyince herkes meraklanıp evin kapısını çalmıştı. İçerden sadece, “Siktirin gidin,” diyen İsmet, polisleri mecburen içeri alınca yaklaşık bir haftadır annesinin cesediyle yaşadığını öğrenmiştik. Cenaze aracına konulan cesedin ardından kıyameti koparırken bir yandan polisi arayanlara belalar ediyor bir yandan da, “Az kalmıştı, et tutup canlanacaktı annem,” diyordu. Et tutup…

Mahalle bir kapsüldü. Saklamasını bilen için gelecek yıllara postalanan ve mutlaka yerli yersiz sana denk gelip kendisini gösteren bir zaman kapsülü. Kırıntıdır, ihmal edilebilir demeden belleğimin arkasındaki ceviz sandıkta sakladığım detaylar. Ve bazen bir koku ya da yerdeki bir fotoğrafta beni yakalayan, sarıp sarmalayan latif girdap. Bazen haşin bazen can yakan hatıralarla dolu olsa da ben serpilip büyüdükçe anlam dolu liflerle bana dolanan, en az baldırlarım kadar yola gelen o güzel at. İyi bir binek, bir yeşil refref. Belki bana sidretü’l Müntehâ’nın kirazından yedirmeyen, beni arştan atlattırmayan ama en azından sonsuzun ucundaki ağacı da unutturmayan o hafif minder. Deli İsmet belki de haklıydı. Belki bir karede, bir rastlantıda, bir anlamlı çarpışma anında çoktan dağılıp gittiğini sandığın şeyler sanki et tutuyor ve canlanıyordu.

“Alcak mısın birader? Alcaksan on beş lira,” derken omzumdan da dürten tezgâh sahibinin suratına bakıp kaldım. Öyle ya da böyle içime doğru gerçekleştirdiğim seferde onun da katkısı vardı. Elli lira uzattım. Alıyorum dedim. On beş değil beş yüz lira istese yine alırdım o fotoğrafı. Bana bahşettiklerini başka kim ya da ne sunabilirdi? Adam yerden yirmi seneden daha eski bir hurda flash bellek alıp bana uzattı.

“Al, hediyem olsun. Sen fazla para verdin. Belki işine yarar.”

Hiçbir işime yaramazdı. Ama aldım. İçimden de, bellek gereksiz. Sen koca bir hafızayı bana çoktan sundun dedim. Teşekkür edip biraz uzaklaştığımda tüm tezgâhlar kararan havayla yavaş yavaş kaldırılıyordu. Köşeyi dönecekken adama bir kez daha baktım. Az önce menemen yediği teflon sahanı hararetli bir pazarlıkla bir müşteriye satmaya çalışıyordu.

 

Tevfik Can Küçükşahin

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page