Kara bulutlar örttü gökyüzünü. Çiftçi topraktan, çoban otlaktan, yolcu yolundan döndü. Kapılar, pencereler, perdeler birbiri ardına örtüldü. Rüzgâr ıslıklı. Ev, asil bir korunak olarak bekliyordu. Gök gürledi. Yağmur sabırsız bir çocuk gibi indi. Yağmuru izlemek güzel. Islanan evin önü, ağacın eli, yolun gözü, günün koynu olunca ve kadın, odada güvenli köşesinden yağmurla buluşunca güzel. Bir cam parçası ayırıyorken esaretle korkuyu, evet, güzel.
Kadın döndü, aklındakiler hala düşünün ucunda dolanıyorken, sobayı yaktı. Arta kalanları da sobanın yanına özenle dizdi. Çayını demledi, sobanın dibine fotoğrafın karşısına kuruldu. Baktı iyice, eskiye susamıştı. Fotoğraftaki kendisiydi. Genç, güzel ve güçlü. Gülüşü siyah beyaz fotoğraf içinde rengarenk, duygulu. Bir bardak çay doldurdu. Çayı karıştırırkenki kabarcıkları, yudumlarkenki yanma hissini, erimeyen şekeri kırarkenki sesi ve bunun gibi birtakım ayrıntıları düşünerek oyalanmak, yüzleşmeyi ertelemek istedi. Sonra yanık, şekerli bir sesle sordu fotoğrafa, “Nasılsın hayatımın ezgisi?” Fotoğraftaki kadın soruyu duymazdan geldi. Duruşunu hiç bozmadı. Gülmeye devam etti. Üzerindeki kırmızı elbiseyi göstererek, “Biliyor musun, artık her şey renkli,” dedi. Fotoğraftaki kadın yabancısıydı şimdinin. Yine dinlemekle yetindi. Bir parça ekmek ısıttı sobanın üzerinde. Ekmeğin bir yüzü yanıyorken, odanın ısısı artıyorken, kadın derin bir iç çekti. Ekmek kızardı. Bir parça kopardı kenarından. Bir yudum içti çayından. Arkadan bir ses geldi. Yağmurdur. Bir ses daha, rüzgârdır. Ses, bir daha… Bu seferki vurma sesiydi. Kapıya doğru yöneldi, sese ikna oldu. Gelen kocasıydı. Sırılsıklam içeri girdi. Yünlü kabanını çıkardı. Kuruması için sobanın yanına serdi.
Kadın aldırmadı. Zaten kocası da yorgundu. Yağmurun sesiyle uyudu. Kadın tek kaldı. Fotoğrafla baş başaydı. Devam etti sohbetine “Biliyor musun, zaman su gibi akıp gitmiyor. Bu tanımın değişmesi gerek. Ve bana göre zaman, resmini üzerimde ustaca çiziyor. Kuruyan ellerim, çatlayan yüzüm, ağrılı bacaklarım ve azalan saçlarımla son portremi çiziyor. Hayır, zaman akıp gitmiyor. Sürekli bana kendini hatırlatan bencil biri o.” Bir an kocasına döndü. Islanmış bir taş gibiydi. Duymaz, görmez, anlamazdı.
Yine baktı fotoğrafa. “Aşkla ördüğün heyecanlı saçlarını seviyor musun? Sev; çünkü zaman onları alacak senden. Zorla, hileyle, seni uyutunca…” Soba, içindeki çıtırtılı ateşiyle açlığına odun istedi. Kadın birkaç odun daha attı sobaya. Anlaşmış gibiydiler şimdi. Uyuyana dek başka odun yok, dedi söylenerek. Bir parça daha aldı yumuşaklığını kaybeden ekmekten. Çayını bir dikişte iştahla içti. Dışarıda yağmur dindi. Kalktı, nemli kocasının yanına sessiz kıvrıldı. Fotoğrafa baktı bir an, mırıldandı, “Sonsuz uykundan istiyorum, inan!” Ateş yanmaya devam etti. Eskinin ateşi, kadının içinde.
Ufuk Yeşil
Comments