“Daha önce duymadın mı hiç kız? Şaştım kaldım vallahi nasıl duymazsın! Bizim Suzan’ın halasının kızının bir komşusu varmış. Dediğim bu şeyi o yapmış. Hemen ertesi ay hamileliğini duyurmuş eşe dosta. Ben Suzan’ın yalancısıyım…”
Zehra bir yandan komşu gününün ardından kalan dağınıklığı toparlıyor, diğer yandan da gün boyunca duyduğu hikâyeleri beyninin içinde tekrar tekrar sıralıyordu. Mantıklı değildi duyduğu şeyler. Biliyordu. Saçmalıktı. Ama… Bir yanı inanmak istiyordu duyduklarına. Akşam olup da eşi geldiğinde bir danışsa mıydı? Belki. Bir ihtimal… Onca senedir evliydi, onca senedir de iki kişi devam ediyorlardı evliliklerine. Evin içinde kendi seslerinden başka bir ses olsun diye çok uğraşmışlardı. Gitmedikleri doktor, denemedikleri tedavi kalmamıştı. Hatta Zehra eşinden gizli gizli sahte hocalara bile gitmişti. Sahteydi gittikleri çünkü bir gün gerçeğine rastlamıştı. “Kızım senin muradına derman biz kullar değiliz, Allah’a sığınmalısın. Ona yalvarmalısın. Verirse rahmet, vermezse yine rahmettir. Buna kendini inandırmalısın,” demişti hoca.
Evin zili çaldığında Zehra türlü düşünceler içerisinde kapıyı eşine açtı. “Hoş geldin,” dediği eşi, “Hoş buldum Zehra’m,” diyerek, her akşam yaptığı gibi elindeki bir tane gülü eşine uzattı. Zehra uzatılan gülü aldı ve mutfağa geçerek, eskiden su şişesi olarak kullandığı, cam şişenin içine yerleştirdi. Masanın tam ortasına koydu yeni kimliğiyle uyumlu olan vazoyu. Kemal tüm yemek boyunca, başından geçenleri esprili bir dille anlattı. Zehra yer yer gülümsedi, bazı esprileri ise yanıtsız bıraktı. Konuya girmek istiyor ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. En sonunda düşünüp durmayı bıraktı. Hiçbir şey anlatmayacak direkt uygulayacaktı. Sonrasında anlatırdı nasıl olsa. Kemal ise hiç susmadan konuşuyordu. Susarsa, Zehra’ya nasıl olduğunu sorarsa, yine aynı mevzular açılacaktı. Adı gibi emindi. Çıkmaz bir sokakta yürüyormuş gibi hissediyordu kendilerini. Bunu dile de getiriyordu ama Zehra cümlelerini duymuyordu. Yorulmuştu. Umut etmekten, umutlarının boşa çıkmasından. En nihayetinde içinde bulundukları durumu kabullenmiş ve eşini daha çok severek güne uyanmayı tercih etmişti. O günden sonra da yüreğindeki ağırlık hafiflemişti. Ama Zehra. Zehra’sı yapamıyordu. Teskin olamıyordu bir türlü…
Güneş tam tepedeyken, öğle vaktinin geldiğini haber veriyordu insanlara, kuşlara. Tüm canlılar uyumak için bir köşe ararken Zehra, Şermin ablasının dediği yere çoktan gelmişti. Burası büyülü dedikleri ormanın giriş kapısıydı. Eskiden pikniklerin yapıldığı, mangalların yakıldığı, çoluk çocuk ip atlanılan, top oynanan, uçurtmalar uçurulan bir mesire alanıydı. Büyülüydü çünkü ziyaret edenler garip şeyler yaşamaya başlayınca, hem eskisi gibi geleni gideni kalmamıştı hem de ismi büyülü orman kalmıştı. İşte Şermin’in bahsettiği yer tam da burasıydı. Zehra mesire alanının girişinde durmuş, öğle ezanının okunmasını bekliyordu. Tüm gerçekleştireceği ritüeller öğle ezanı ile başlayacaktı. Eli telefonda, kulağı ezandaydı. Beklediği çağrı nihayet başlayınca, önce ezanı dinledi Zehra. Ardından ezan duasını açtı telefondan ve onu okudu. İçinden geçirdiği duaları ardı arkasına sıraladı. Hızlı adımlarla büyülü ormanın içine doğru süzüldü. Adım attıkça kalbinin ritmi hızlanıyordu. Doğruyu yanlışı ayırt edecek halde değildi. Vücudu tüm komutu almış, sırayla onları uyguluyordu.
Kuşların cıvıldadığı, karıncaların yuvalarına yiyecek taşıdığı ormanın içine doğru yüz adım attı ilk önce Zehra, yüzüncü adımda durdu ve niyetini tekrarladı. Ardından bir papatya bulması gerekiyordu. Gözleriyle tüm yeşillikleri taradı. Avını bulmuş bir panter gibi koştu hemen çiçeğin yanına. Çiçeğin yapraklarını, “Evet hayır,” diyerek kopardı. En son yaprak, “Evet” ile bitince derin bir nefes aldı. Sönmek üzere olan gözlerindeki fer yeniden alevlendi. Bu arzusuna bir adım daha yaklaştığının bir nişanesi oldu Zehra için. Demek ki doğru yapıyorum diye kendisini teskin edip, yüreğindeki alevi harladı. O esnada bir guguk kuşu zikrini duyuruyordu tüm kâinata… Papatya görevinden sonra karahindiba bulmalıydı. Papatya ararken gözüne iliştirdiği karahindibanın yanına gitti bir solukta. Eline aldı ve niyetini içinden yeniden tekrar ederek, bir solukta üfürdü çiçeğin yapraklarını. Tek seferde başarması gerekiyordu. Ve başarmıştı da… Her görev sonunda çocuk gibi seviniyordu. Kemal’e anlatacaktı yaptıklarını lakin böylesine başarıyla anlatabileceğinden korkuyordu. Neyse ki bu korkusu yerini kendine güvenmesine bıraktı da, biraz olsun rahatladı.
Sonuncu görevi ise mesire alanının ortasında yerde yuvarlanmaktı. Düzlük bir alana geçti ve başladı yuvarlanmaya. İlk etapta sağı solu kolaçan etmeyi, izleyen biri var mı yok mu diye emin olmayı ihmal etmedi. Yuvarlanmaya başladığında garip bir heyecan bastı vücudunu. Ellerinden, yüzünden ateş çıkıyordu. On kez dönecek ve sonrasında ayağa kalkıp, zeytin ağacının altında oturup dua edecekti. Yedinci kez dönerken yerdeki kayaya başını çarptı Zehra. Öyle hızlı yerde yuvarlanıyordu ki, başından akan kanın sıcaklığını hissetmedi. Yuvarlanmasını bitirip ayağa kalktığında başından akan kan, görmesini engelliyordu. Umursamadı Zehra. Ayağa kalktı yalpalaya yalpalaya zeytin ağacı aramaya başladı. Bir yandan zeytin ağacını arıyor, diğer yandan ağlıyordu. Görevleri tamamlayamazsa, başarılı sayılmayacaktı. Başarılı sayılmazsa da o çok istediği bebeğe kavuşamayacaktı. Elleriyle gözlerine süzülen kanı temizlemeye çalışırken, onu gördü. Gözlerinden süzülen yaşların, başından akan kana karışmasıyla tam seçemedi. Emin olabilmek için hızlandırdı adımlarını. Ve yaklaştı ağacın yanına. Evet, yanılmıyordu. Zeytin ağacının altına oturdu ve ağlamasını güçlükle bastırarak, “Kemal,” dedi.
Yasemin Bahar
Comments