top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zabel Yılmaz- Tabakhane

“Hayırdır lan, ne bu acele, yine tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun? Olmayacak düğününe para kazanmak için mi koşturuyorsun?”

“Acelem var Sahir, oyalama beni Allah’ını seversen…”

Sahir’in pis kahkahasına arkamı dönüyor, bitmek bilmeyen laf sokmalarını da duymazlıktan geliyorum. Gecenin karanlığı sabaha varmadan işime gitmeye çalışırken illaki birisi yolumdan ediyor beni.

Günün en erken saatlerinde kuşluğa gidip en taze güvercin boklarını topluyorum. Taze olmalarına önem veriyorum. Bu işin makbulü en taze olanları seçmektir. Toplayacaklarımı toplayıp vakit kaybetmeden yola koyuluyorum. Tabakhaneye herkesten önce ben varayım istiyorum. Bu meretler Fas’ın kavurucu sıcağında hemen kurumaya başlıyor, o zaman da ederinin altına satılıyor çünkü. Soluğumun kesildiği yere kadar koşuyorum. Sonrasında yoluma hızlı adımlarımla devam ediyorum. Soluğum her sabah aynı yerde kesiliyor. İmane’nin beni terk ettiği köşenin sol üstüne denk gelen göğsümde... Ayrılığımızın üzerinden sekiz ay geçmesine rağmen her sabah bu köşede terk edilişimi hatırlıyorum.

Bir yıl önce gördüm İmane’nin güzelliğini... Gidip anneme anlattım gözlerini, kirpiklerini, kokusunu... Ailelerimizin aracılığıyla tanışıp söz kestik. İsteme günü bende gönlü var mı, yok mu anlamadım. Beni ilk gördüğü günden itibaren hiç gülmedi İmane ama ağlamadı da… Kardeşi beni avluda kenara çekip, “Ablam seninle evlenmek istemiyor,” dediğinde, “Henüz beni tanımıyor, zamanla alışır, sever,” dedim, “böyledir bu işler.” Hep aile evlerinde buluşup konuştuk, arada da bu köşede baş başa görüştük. Evliliği bir an önce öne çekmek için nasıl canla başla çalışıp para biriktirdiğimi anlattım ona. O da hiçbir şey demeden bana baktı, bazense hiç bakmadan, sessizce karşı duvarı süzdü. Zamanla ben onun fazlalıklarına âşık olurken, o benim eksikliklerime takılı kaldı. Ne yapsam yaranamadım, İmane’ye kendimi beğendiremedim. En sonunda da, “Bok gibi kokuyorsun,” diyerek terk etti beni.

Tüm bu olanları düşünürken yol nasıl geçiyor anlamadan tabakhaneye varıyorum. Sırtlarında yüzülmüş derileri taşıyan eşekler de benimle beraber giriyorlar içeri. Tabakhane avlusunda her zamankinden daha ağır bir koku var. “Demek bugün iş yoğun,” diyorum. Dericiler, derilerini eşeklerin sırtından indirirken ben de güneş doğmadan yetiştirdiğim güvercin boklarını değerinin üstünde satıyorum. Tabakçılar derileri tabaklamak için oyma taş kuyulara sularını doldururken yine İmane geliyor aklıma. Her hatırladığımda içime su gibi akıyor sanki... Khalid benden aldığı güvercin boklarını su dolu kuyulara atınca İmane’nin gözünden bir ben görünüveriyor bana. Tabakçılar, su ve bok dolu oymalara girip derileri ayaklarının altında ezmeye başlıyor, İmane eziyor kalbimi. Adamlar kuyunun içinde tepindikçe İmane tepiniyor kafamın içinde. Boğazlarına kadar boklu suların içine batmış vaziyette zıplayan adamlara saatlerce bakıp duruyorum öylece. “Hayatım da o bok çukuru gibi, bata çıka ilerliyorum,” diyorum. Arada ağzıma pis sular kaçıyor, üstüm başım batıyor, sonra duru sularla pürü pak oluveriyor yeniden. İmane gülümsüyor o zaman. Tabakçılar uzun süren tepinmelerin sonunda gökkuşağına çeviriyor kuyuları. Her biri ayrı renge boyanacak derilerin pis sularına doğal boyalar karıştırıyorlar. Kırmızıya boyanacak derilere nar kabuğu, sarı olacaklara safran, mavilere çivit derken kararan dünyam renkleniyor birden bok çukurunda. “İmane,” diyorum, “belki geri döner. Bir hediye verip gönlünü alsam.”

Cebimdeki parayı elimle yoklayıp tabakhaneden çıkıyorum. Öğleye doğru Marakeş meydanına varmış oluyorum. Hayat burada tabakhane rutininden daha hızlı ilerliyor. Benim de kalbim daha hızlı atmaya başlıyor. Ne hediye alsam geri çevirmez ki beni, diye düşünmekten her tezgâhtan kararsızlıkla ayrılıyorum. Yılların baharatçısı Şeb çeviriyor yolumu. “Seninki nişanlanmış,” diyor. Beynimden vurulmuşa dönüyorum. “Kim? Kiminle? Ne zaman?” derken oturtuveriyor beni tezgâha. İmane’nin geçen hafta nişanlandığını, oğlanın işinin gücünün de iyi olduğunu, hatta oğlanın her sabah, aynı saatte karşı dükkâna orak bileyletmeye geldiğini bir bir anlatıyor bana. “Kaç gibi geliyor?” diyorum. “İşte geldi bile,” diyor, “şu karşıdaki uzun boylu adam.” Kafamı bir hırsla sola çeviriyorum. Çelimsiz, çöp gibi, güvercin bokundan beter, sıska, kapkara bir oğlan beliriveriyor gözümün önünde. “O bileylettiği oraklarla keseceğim onu,” diyerek ayağa fırlıyorum. “Karışma bana Şeb, tanıma beni, işine bak sen...”

Sıskanın peşine düşüyorum. Biri mavi, biri pembe çarşaf giymiş kol kola yürüyen iki kadının arkasında saklanarak ilerliyorum. Bir ara maymun oynatıcılarının arasında kaybeder gibi oluyorum onu. Sonra tekrar gözümle yakalıyorum. Büyü malzemeleri satan kadınların yere serili tezgahlarına ilişiyor gözüm. “Sıska,” diyorum... Aynı bu tezgahtaki kuru kafalara benziyor. Avurtları çökmüş, elmacık kemikleri fırlamış, gözleri çukur, iblisin tekinde ne buluyor güzeller güzelim İmane? Kalabalığın arasında gemberi çalan Berberi adam para istemek için önümü kesiyor. “Siktir lan, eğlenecek zaman mı şimdi” diyerek omzundan ittiriyorum onu. Bizim kuru kafa Marakeş meydanından çıkıp mahallelere dalıyor. Bir ara o hızlanınca, ben de hızlanıyorum. Koştururken evini çivit mavisine boyayan adamın kovasına çarpıyorum.

“Hay içine sıçayım…”

Sese dönüp bakıyor it. Yakalanmamak için bahçe avlusuna dalıyorum. Evin dışı gibi avlunun içi de mavi. Akrepler evlerine girmesin diye her yeri çivit mavisine boyayan akılsızlar asıl akrebin kuyruğunu koparmaya gittiğimi bilmiyorlar tabii… Avludan çıkıp düşüyorum yine peşine. Yetişebilmek için sokağın sonundaki taşlı merdivenlerin basamağını üçer üçer atlıyorum tek nefeste. Köşedeki halıcının önünde gözümle yine yakalıyorum şerefsizi. Adam gittikçe ben de gidiyorum. Arkasından bir adım ayrılmıyorum. Neye binse biniyor, neyden inse iniyorum. Üç adımına bir adım atıyorum. Tarlalarla dolu arazilere dalıyor. “İşte tam da gebereceğin yeri kendin seçtin,” deyip seviniyorum.

Biraz ilerledikten sonra mora çalıyor her yer, burnuma mis gibi lavanta kokuları geliyor. En geniş lavanta tarlasından içeri girip diğer çalışanların arasına karışıyor, güvercin boku kılıklı. Pusuya yatıp yere çöküyorum. “İlla çıkacaksın lan buradan, şerefsiz,” diye söyleniyorum.

Lavantaları ellerindeki oraklarla biçmeye başlıyorlar. Sıska, vuruşlarını diğerlerine göre daha çelimsiz atıyor. O vurdukça ben de hayalimde ona vuruyorum. Öldüresiye indiriyorum yumruklarımı her yerine. Kemikli sırtına her tekme atışımda ayaklarımın altında inliyor. Onun o kuru kafasını tabakhanenin bok kuyularına sokup sokup çıkarıyorum. “Ulan İmane,” diyorum, “ne buldun bu adamda?”

Etrafı iyiden iyiye lavanta kokusu sarıyor. Lavanta kokusu hiç olmadığı kadar tanıdık geliyor. Beklemekten midir, sıcaktan mıdır bilmem ama iyiden iyiye uyku bastırıyor. Bir rahatlık çörekleniyor içime, oturup ayaklarımı toprağa uzatıyorum. Kuru kafanın saatlerdir lavanta biçen kemikli ellerini izliyorum. “Ne buldun lan bu çelimsizde?” diye söyleniyorum.

Bir lavanta koparıyorum ayaklarımı uzattığım topraktan. Herifin kafasını ezer gibi tüm tomurcukları eziyorum avuçlarımın içinde. Kırdığım kemiklerini fırlatır gibi saçıyorum etrafa ezilen tomurcukları. Elimi savurdukça lavanta kokusu geliyor burnuma. Mis gibi kokan ellerimi burnuma götürüp kokuyu içime çekiyorum. İmane geliyor gözlerimin önüne, onun güzel kokusunu hatırlıyorum. Bir de, “Bir erkeğe yakışacak en güzel koku lavantadır aslında,” dediğini.


Zabel Yılmaz

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page