top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Agit Destan- Sunak

I. Sunaktepe Köyü’nde hayat bir başkadır. Köy her mevsim tekmil kurak bir sarıcadır. Taşlı toprağında ne yulaf biter ne arpa. Tek tük kuru, yamru yumru ağaçları bile illallah etmiştir bu köyün kaderine. Hani ayakları olsa, ah bir ayakları olsa da Allah’ın hatırlamak istemediği bu köyden kaçıverseler… İneklerinin memeleri her daim kurudur. Zavallı buzağıcıkları köylüler ölmesinler diye şekerli suyla besler, kuşların bile kemikleri sırtlarında çıkık çıkıktır.

Apak, kocaman bir horoz köy camisinin yıkık duvarına çıkmış kursağını yırtarcasına ötüyordu. Bir eşek anırtısı eşlik etti horozun ötüşüne. Mahur Kadın, kuşluk namazını kılmış, dudakları bitmek tükenmez bir duayla titreşiyordu. “Şeyh Abdurrahman; ellerini çocuklarımın, torunlarımın, cümle müslümanın başından indirme. Rabbim; günahlarımızı bağışla, iman üzerine al canımızı, imansız bırakma. Zavallıcık Zarı kadının, kocamış da kamburu kafasından büyük olmuş Zarı kadının derdine derman ol. Zarı kadın iyice biri, iyice bir kadın… Kör olasıca torunu Süleyman’ı ıslah et. Neler etti kadıncağıza neler? Kurumuş parmağından, sıkışmış kalmış gümüş yüzüğünü aldı. Kırdı Zarı’nın parmaklarını. Kırdı da kahrolasıca, öyle çıkardı yüzüğü. Güllüce hiç öyle mi? Allah benim canımdan alsın da Güllüce’me versin. Böyle torun görülmüş mü? Hiç var mı Güllüce gibisi a ya? Babası Hıdır’ın gözlerine şifa ver. Kör oldu olacak. Ben bu yaşımdayken görüyorum da Hıdır’ın gözcükleri sabah akşam akıyor da kararıyor.” Mahur Kadın, duanın burasında içini çeke çeke ağlıyor, iki elini göğe kaldırıp “Hıdır, ah Hıdır!” diyordu. Sanki tüm asumanı iki eliyle taşıyor, taşıyor da bir çırpıda yere serecekmiş gibi kudretli, öylece ağlıyordu.

Güllüce keçi kılından örme battaniyesinin altından nenesini dinliyor, duada adının geçmesinden büyük kıvanç duyuyor, yatağında kubardıkça kubarıyordu. Derken yine uyuyor rüyalar alemine süzülüyor. Rüyasında nenesini yeşil bir atın sırtında, elinde bir asayla görüyor. Mahur Kadın, asasını bir yıldızlara vuruyor, bir aya, bir güneşe… Her vuruşta gökten kırmızı, kıpkırmızı elmalar dökülüyor, Güllüce Kız da o elmaları sevinçle toplayıp dişliyor. Elmaların birine ön dişi saplanıp kalıyor. Sonra da diğer dişleri bir bir dökülüyor. Feryat figan “Nene!” diye bağırıyor da sesi çıkmıyor. Uykusunda bağıran küçük kızı Mahur Kadın öperek uyandırıyor. Ayaklarını, ellerini, saçlarını öpüyor. “Güllüce’m benim uyan yavrum, uyan şafak söktü. Uyan da masmavi gözlerini görsün ölesice nenen. Sapsarı saçlarını bir güzel okşasın sana kurban nenen. Uyan da sana ceviz versin nenen.” Güllüce gözlerini kırpıştırarak açıyor, nenesine gülümsüyor. “Nene, ürüyamda seni gördüm. Gördüm ki yeşil donlu bir ata binmişsin uçuyorsun.” Birden rüyasında dişlerinin döküldüğünü anımsadı. Göğsüne bir korku saplandı. Dişlerini yokladı. Hepsi bir tamam yerindeydi. Rahatladı. “Ben kenefe gidiyorum nene.”


II.

Köyün çocukları her zamanki yerlerinde, binlerce yıldan kalma çoğu harap olmuş heykel, sütun gibi yapıların arasında oyun oynuyorlardı. Köye ismini veren yer işte buradaki sunak... Bu sunağın birkaç yüz metre ötesinde Şeyh Abdurrahman’ın türbesi bulunuyor. Köylüler her baharın başında bu türbeye gelir, türbeden yeşil çaputlar kesip götürür. Bazıları bu yeşil çaputları kaynatır suyunu içer, bazıları doğrudan çaputları yerlerdi. Türbeye gölgelik yapan ağaca da rengarenk çaputlar bağlarlardı. Kimi hastalığına şifa diler, kimi bu köyden kurtulmayı, kimi de cemi günahlarının bağışlanmasını dilerdi.

Güllüce diğer çocuklarla birlikte adına “kıft” dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Her zaman erkeklerin oynadığı bu oyuna köyde ilk defa bir kız eşlik ediyordu ki o da Güllüce’ydi. Çamuru inek dışkısıyla karıştırıp bir güzel yoğurduktan sonra oradan buradan topladıkları çomakları “kıft” diye bağırarak çamura saplar, çamurdan düşürebildikleri çomakları toplarlardı. Bazı çocuklar kışa kadar çok fazla çomak toplar, kışın da onları sobada bir güzel yakardı.

“Kıft!” diye bağırdı Güllüce. Çomağını öyle bir sapladı ki çamura, çamurdaki üç çomağı birden devirdi. Diğer çocuklar itiraz edip çomaklarını vermek istemediler. Bu erkek çocuklar hep böyle mızmızlanır, Güllüce’yle dövüşürdü. Yine dövüştüler. Güllüce hepsinin hakkından bir güzel geldi. Çomakları topladı, gururla evinin yolunu tuttu. Güllüce evine dönerken evin önünde mahşeri bir kalabalık gördü. Komşu köylerden bile gelmişler, bir telaşlı, hummalı konuşuyorlardı. Mahur Kadın fenalaşmış, bayılmıştı. Onu öldü zannedip kefenlemişlerdi. Zayıf, incecik, dal gibi bir kadındı Mahur Kadın. Yaşı henüz altmışlardaydı ya, yüzlük bir kocamış gibiydi. Kınalı saçları her daim güneşte yalp yalp yanar, sözünü kimseden esirgemez bir yiğit kadındır Mahur Kadın.

Nenesini öyle görünce yüreği ağzına geldi Güllüce’nin. Nenesinin üzerine yığıldı kaldı. Gözlerinden sicim gibi yaş yağıyor, bu yaşlar Mahur Kadın’ın kirli bir bezle bağlı çenesine dökülüyordu. Neden sonra Mahur Kadın uyandı. Buna şahit olan köylüler bir ağızdan tekbirler getirdiler ve bunu Güllüce’nin bir mucizesi olarak değerlendirdiler.

O günden sonra Hıdır’ın evi bir ziyaret yerine dönüştü. Felçlisi, sağrılısı hep kapılarına dayandılar. Güllüce korkuyordu onlardan. “Bir oku, üfle,” diyorlardı. “Ben okuma bilmem,” diyor, nenesinin eteğine sarılıyordu. Mahur Kadın, öfkeli, “Rahat bırakın torunumu domuz dölleri! Defolun, defolun da cehennem olun!” diye kovuyordu gelenleri. Köylüler Güllüce’den bir fayda görmeyince gelmeyi bir bir bıraktılar.


III.

Sunaktepe’de bir kış günüydü ki, yer gök buza kesmişti. Buranın yazı cehennem, kışı zemheri gibidir. Huğ evlerin her birinde tezek, odun yakılıyor, göğü bir hoş koku kaplıyordu. Kurtlar köy meydanına kadar inmiş, açlıktan ürüşüyorlardı. Sağır Musta’nın bebesi işte bu soğukta ölüvermişti de donmuş toprağı bir türlü kazıp da sabiyi gömememişlerdi. Mezarlığa ateş yaktılar. Toprak azıcık yumuşar gibi olunca üç günlük bebeyi öyle gömdüler. Başına da mezar taşı diyerek gül işlemeli, tuhaf yazıtlarla bezeli bir taşı koyuverdiler.

O kış çok zorlu geçiyordu. Hayvanlar birer ikişer ya açlıktan ya da kurtlar yüzünden telef oluyorlardı. Mahur Kadın gecenin son saatlerinde uyanmış, sobayı yakmış, soğuk suyla tir tir titreyerek abdestini almış namaza durduktan sonra duasına başlamıştı. İlle de “Güllüce” diyordu. Ölen bebeğin ardından şu beş yaşındaki kızcağızın da ölmesinden korkuyordu. “Ya Şeyh Abdurrahman!” diyordu yüksek sesle, “Ya Şeyh Abdurrahman medet et ki senden başka kimimiz kimsemiz yok!”

Kış tüm gaddarlığıyla devam ederken köye birtakım yabancılar geldi. Son model otomobillerinden inmiş, tepeleri, taşları inceliyorlardı. Bunu ilkin Hıdır fark etti. “Selamun aleyküm, hoş gelmişsiniz.” Yabancılar Hıdır’a bir tür küçümseme, bir tiksintiyle baktılar. Aralarından yaşlı, sevimli yüzlü, sakalı göbeğine inen, şişman bir adam, “Aleyküm Selam, köyünüzde tarihi kalıntılar var, onları inceleyeceğiz,” dedi. Hıdır şaşkın, “Bizim köyümüzde bakılmaya değer bir şey mi var ola? Sizi hükümet mi gönderdi?” Aynı yaşlı adam, “Sunak derler bir yer varmış buralarda, ne tarafta?” dedi. Hıdır, onları sunağa götürdü. Yabancılar incelemelerini bitirdikten sonradır ki iyice üşüdüklerini fark ettiler. Nerede ısınabileceklerini sordular. “Köyün bir kahvehanesi var mı?” diye sordular. Hıdır, köylerinde kahvehane olmadığını ama evlerindeki sobanın gürül gürül yandığını söyledi. Bu yabancılar Hıdır’ın dikkatini çok çekmiş, kıyafetleri, tavırları ona bir farklı gelmişti. Sanki başka dünyalardan kopup da gelmişler gibi bir halleri vardı. Yabancılar Hıdır’ın evine sığınıp bir güzel ısındılar. Bu esnada evi inceliyorlar, kendi aralarında birtakım tuhaf laflar ediyorlardı. Aralarında bir kadın Güllüce’yi gördü. Bakışlarını ondan uzunca bir süre ayırmadı. Yanında duran kocasını dürttü, gözleriyle Güllüce’yi işaret etti. Kulağına eğilip, “Ne güzel kız, değil mi Necdet? Evlatlık vermezler mi bize bu kızı?” diye sordu.


IV.

Köydeki yabancılar, uzun bir süre sunağı incelediler, orasını burasını kazdılar. Buldukları birkaç eseri titizlikle sarıp arabalara yüklediler. Köye bahar gelmiş, köyde küçük de olsa insan, hayvan, bitki, taş ve toprakta bir canlanma başlamıştı. Yabancılar Hıdır’ın evinde kalıyor, karşılığında ona biraz para veriyorlardı. Necdet’in karısı Figen, Güllüce’yle yakından ilgileniyor ona şeker, sakız gibi hediyeler veriyordu. Güllüce bu kadını pek sevmişti doğrusu. Gidecekleri günden bir hafta önce Mahur Kadın yine fenalaşmış yere yığılmıştı. Yabancılar onu arabalarına alıp ilçe hastanesine götürmüşlerdi de çok hasta olduklarını öğrenmişlerdi. Ölümcül bir hastalık ki tek devası büyükşehirlerden birinde ameliyat olmaktı. Ama bu ameliyat çok para isterdi çok. Tüm köyü, köydeki hayvanları ve hatta insanları satsalar yine bu para toplanamazdı. Necdet Bey, Hıdır’ı kolundan tutup yanına çekti. “Bak Hıdır Ağa, bir meramımız var ama nasıl karşılarsın bilemiyoruz. Figen, şu kırmızı elbiseli kadın benim zevcem olur. Yıllardır çocuğumuz olmuyor. Yurtdışına bile gittik ama yok, tedavisi mümkün değil. Elden ne gelir? Bir çocuk hasretiyle içimiz yıllardır yanar da durur. Diyeceğim o ki… Yani diyorum ki sana…” Necdet Bey, sözünün devamını getiremedi ama Hıdır anladı. Figen Hanım’ın Güllüce’ye ilgisini fark etmeyen mi vardı? Kendi çocuğu gibi kucağına alıyor, onunla türlü türlü oyunlar oynuyordu. Bu duruma en çok Mahur Kadın içerliyordu. “Şeytan kadın,” diyordu. “Torunumu yiyecek, torunumdan dirhem bir parça bırakmayacak. Hele gözleri, gözleri şeytan şeytan bakıyor geberesice mendebur karı!” diyor, her fırsatta Figen Hanım’ı öfke dolu bakışlarıyla ürkütüyordu.

Hıdır, durmadan kafasını kaşıyor, duvara vuruyor, kalkıp bir sigara yakıyor, sigarayı bitirmeden atıyor yenisini yakıyordu. Necdet Bey, ona büyük bir para teklif etmişti. Bu parayla Mahur Kadın’ı tedavi ettirebilir, kendisinin de gözlerini cam gibi yapabilirlermiş. Hem de bu sefil hayattan onları kurtarabilirlermiş. Gözleri neyse de annesinin ölüp ölüp dirilmesine gönlü razı olmuyordu. Hem annesi ölürse Güllüce de perişan olmaz mıydı? Güllüce’nin annesi onu doğururken kan kaybından, feryat figan, bağıra çağıra ölmüştü. Güllüce anne diye bellediği nenesinin ölümüne dayanamaz mücerret o da ölüverirdi. Hem bu karı koca zenginler belli ki. Zavallı yavrucak bu zehir zemberek köyde sürünse miydi? Dünyayı net görmeyeli yıllar oluyordu Hıdır’ın. O da dünyayı bir tamam görseydi ne iyi olurdu. Böyle düşününce ağır bir suçluluk geldi, göğsüne oturdu. “Gözlerim hadi neyse de gözlerim kör olasıca gözlerim neyse de anam ölüp giderse Güllüce’m ne olur, kim bakar ona, kim analık eder ona? Bu halimle de kim kız verir bana? Hıdır, Allah senin belanı versin Hıdır, çont olasın, akbabalar kemiklerini apak edesiye ölünü didiklesin hay Hıdır! El kadar bebenin kursağından bir lokma geçiremezsin, bir top olmuş küçücük kalmış ananın eline bakarsın. Tüh sana Hıdır, tüh senin suratına!” diye bir kendine kızıyor bir kendini yatıştırıyordu. Hıdır, kısa boyu, birbirine yakın, keçi gübresi gibi gözleri, fırça gibi bıyıkları ve yaz- kış kafasından çıkarmadığı yağ tutmuş, kirli kalpağıyla bir tuhaf adamdı. Pek konuşmaz, sabah erkenden uyanır, tek varlığı ineğini sağmaya giderdi. Bir damla süt alabilirse sevinir, alamazsa ineğe ana avrat küfreder, ineği hırsını alıncaya kadar döver sonra da hiçbir şey olmamış gibi evine döner akşama kadar put kesilir, yatardı. Evin asıl geçimini ördüğü patiklerle ve şifalı otları iyi bildiğinden hastaları iyileştirerek Mahur Kadın karşılıyordu.

Hıdır, Güllüce’yi evlatlık verme konusunu Mahur Kadın’a açtığında evde kıyametler koptu. Mahur Kadın bir deve, bir ejderhaya dönüşmüş etrafa alevler kusuyordu. “Başını toprağa imansız koyasıca Hıdır, insan oğlu insan hiç kızını satar mı? Gavur, gavur Hıdır! Sütüm sana haram olsun, kör olasın! Güllüce’m gidende ben yaşar mıyım belliyorsun?” Hıdır utancından bir böcek olmuş yerin dibine girmişti. Girmişti ya, yine de anasına kendinden beklenmeyecek bir şekilde sertçe çıkıştı. “Hepimizin hayrına, hepimizin ana!” diyordu.

Mahur Kadın, o gece sabaha kadar uyuyamadı. “Demek ben iyi olayım diye kızı satacak deyyus Hıdır.” Sabah namazını kıldı. Hayatında ilk defa namazdan sonra dua etmedi. Henüz güneş doğmamışken, üstelik buz gibi havaya rağmen dışarı çıktı. Sunağa doğru yola koyuldu. Yolda sürekli, “Ben iyi olsam ne? Güllüce olmadıktan sonra?” diye mırıldanıyordu. Şaşkın bir hali vardı. Boş gözlerle bakıyordu etrafına. Nihayet sunağa geldi. Çok üşüyordu. Yabancılar sunaktaki tüm heykelleri, yazıtları almışlardı. Mahur Kadın’ın sık sık karşısına geçip “Bu kadın kim ola ki? Ne yapmış da kocaman taşa yontmuşlar şemalini?” diye hasetle düşündüğü burnu kırık kadın heykelini de almışlardı. Mahur Kadın, “Oh olsun,” dercesine, “Yaa… işte dünya böyledir. Sen ezelden bu yana gururla dur bu toprakta, sonra yok ol. Yaa, işte dünya tam da böyledir,” diyordu. Şeyh Abdurrahman’ın türbesinin dibine oturdu. Bahar henüz baharlığını göstermiyordu. Mezarda biten otlar dondu donacaktı. Mahur Kadın’ı bir titreme aldı ama o oturduğu yerden kalkmadı. “Ya Şeyh Abdurrahman!” diyerek uzunca bir duaya başladı.

Köyün çocukları o sabah oyun oynamaya geldikleri yerde, Şeyh Abdurrahman’ın türbesinin dibinde, iki büklüm olmuş Mahur Kadın’ın ölüsünü buldular.


Agit Destan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page