top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Burçin Laçin Altay- Bant Konveyör

Eski kasabamıza geldiğimizde kasabanın üzerine çöken sis bulutu yıllar önce bıraktığımız gibi duruyordu. Evimizin sokağında bulunan evlerin hemen hepsi değişmiş, yenilenmiş bizimkisi yıllar içinde bakımsız ve başıboşluğun sonucu renksiz, solgun, rutubet kokulu, izbe bir eve dönüşmüştü. Kapıyı açtığımızda tozdan gözükmeyen eski eşyaların burukluğu ruhumuzda ince bir fay kırıp ufak bir depreme neden olmuşçasına birbirimize sarıldık. Bu depremi yine birbirimize hissettirmedik.

Zamansız bir yolculuktan dönmüş gibi bavulları içeri taşırken ne kadar eskidiğimizi fark ettim. Annemi suskunluğu ve benimle paylaşmadığı yalnızlığıyla eve bıraktım. Annem buraya gelmeyi hiç istemedi, ben de çok istekli değildim ama mecburdum. Eve alışveriş yapmak için çıktım. Sokağın ortasında durdum ve metan gazının az da olsa duyulduğu havayı ciğerlerime doldurdum. Kahvenin önünden geçerken oluşan sessizliği yaşlı bir adam “İsmail’in oğlan değil mi o?” diyerek bozdu. Aydınlattığı ahali kahvenin ortasına çektikleri sandalyeye beni oturtup sorguya çekmeye başladılar. Söyledikleri zift karası çayla, acı dolu bakışları yüreğimi karanlık bir kuyuya atmıştı sanki.

Çocukken babam elimden tutup beni buraya getirirdi, ben portakallı oralet içerdim, o çay. O zamanlar çay bu kadar siyah değildi. Çocukluk da belki portakal rengindeydi ama ben o zamanlar bunu fark edememiştim. “Ne zaman geldiniz? Annen de geldi mi? Temelli mi döndünüz? Ne iş yapacaksın?” gibi birçok meraklı soruyla başımda dönen kalabalık arasında nefessiz kaldığımı hissettiğimde kahveye yeni gelen adam, “Mehmet… Sen misin? Aynı babana benzemişsin. Neredeyse seni o sanacağım. Uzun zaman oldu. Nasılsın evlat?” dedi. Derin bir nefes alarak dönüp baktığım adam babamın en yakın arkadaşı İrfan amcaydı. Beni bu sıkıcı sorulardan kurtarmış gerçek bir soru yöneltmişti.

Nasıldım? Dağınık. Eksik. Paramparça. Yalnız. Korkak. Bütün bu hallerimi görmezden gelerek çekingenliğimi giyinip yaka iğnesi gibi dudağımın kenarına iliştirdiğim gülümsemeyle, “İyiyim, sağ olun.” dedim. Babamdan bahsederek içimdeki tozlu sandığı açmıştı. Sandıktan çıkan eski bir mutluluk, çocuk gözlerde biriken özlem, eksikliği tamamlayan bir anıydı. Babamla kahveye geldiğimizde mutlaka İrfan amca da bize eşlik ederdi. Sıkıntılı bir şekilde işten bahsederlerdi. İrfan amca, “Bir gün birinin başı yanacak ama…” derdi, susardı. Babam da, “Bir şeycik olmaz merak etme,” derdi göz ucuyla bana bakarak. İçim masmavi bir gökyüzünde beyaz beyaz bulutlar salınarak geziyor gibi rahatlardı, babama güvenirdim.

Zihnim sandığın içinde geçmişe dair güzel anıları aramaya koyulmuşken; küçük, sevimli, üç yaşlarında bir kız çocuğu sevinçli bir seslenişle, “Dede,” diye İrfan amcanın kucağına atladı. Daha ne olduğunu anlamadan, aslında olmasından korktuğum düşüncelerin gerçekliğini sorgulayamadan, Fidan geldi. İrfan amcanın kızı. Aynı sınıfta okumuş aynı yolları yürümüştük fakat aynı duyguları hissetmiş miydik, bunu hiç öğrenemedim.

İşte karşımda duruyor, gözleri yıllar evvel bıraktığım gibi ama gülüşü eksik, solgun. Gülümsemeye çalışsa da başaramadı ve sitemli bir, “Merhaba Mehmet,” sözünden başka hiçbir şey sormadan, söylemeden arkasını dönüp gitti. Bu şoku atlatamadan Murat geldi. “Hoş geldin Mehmet’im,” dediğinde gülerken şişen yanaklarının al al olmasından ve sımsıkı sarılırken sağa sola sallamasından, çocukluğundaki muzipliğinin durduğunu anladım.

“Fidan’ı gördün mü? Kızımız da aynı anası.”

İşte asıl şok şimdi gelmişti. Murat’la Fidan. Yokluğumda evlenmişler, çocukları bile olmuştu. “Ee beni mi bekleyecekti?” diye aklımdan geçerken acı acı gülümseyip tebrik ettim. Gözlerimin dolmasını mutluluktan sanıp tüm içtenliğiyle bir daha sarıldı. Öyle ya, bilmezdi Fidan’ın kalbime ektiğimi, orada sevdamı büyütüp yeşerttiğimi. Zift karası çaylarımızı yudumlarken Murat, “Uzun zaman oldu, ne aradın, ne de sordun. Aslında sana kızgınız da bakma sen. Seni görünce unutuverdim. Annen nasıl, Hatice teyzem?” dedi sakince.

“İyi iyi eve bıraktım şimdi. Hem neden kızgınsın bana, aramadım diye mi? Oğlum daha çocuktuk. Hiç gelmedik de buralara, gelemedik,” dedim, bahanelerin içinde yüzdüğü sıradan bir muhabbete devam edercesine.

“Hem ondan hem de… Neyse… Ee neden geldiniz şimdi öyleyse?” dedi meraklı bir şekilde. Bir çırpıda söyledim nedenini.

“İş için, mühendis oldum. Bundan böyle maden ocağına ben bakacağım.”

“Ne? Bizim maden mi?” derken dudağının kıvrımına yerleştirdiği gülümseme aşağıdan kuvvetli bir güç çekiyor gibi düzeldi, somurtkan ve şaşkın bir ifadeyle öylece kaldı. Uzun bir sessizlik sonrasında alaycı bir şekilde ağzını yamultarak güldü. Yumruğunu sıktı, gözleri doldu, sustu. Kalkıp gitti. Orada öylece kaldım, yılların, yaşananların hesabı elbet verilecekti ama bu ne aceleydi!

Bir süre sonra kalkıp markete gittim. Aldıklarımı alışveriş bandına yerleştirirken uzak bir denize dalar gibi daldım. Babamın beni maden ocağına götürdüğü zamana gitti aklım. Kapkaranlık bir tünelin içinden bant konveyör dedikleri aletle yer altından hızla çıkan kömür parçalarını gördüğüm zamana. Yer altına girmeme izin vermemişlerdi ama çok merak ettiğimden babam beni buraya kadar getirmişti. Her şey ne kadar devasa ve korkunç gözüküyordu. Buralarda babadan oğula geçerdi madencilik, ben de babamın mesleğini yapacak yerin altından kara elması çıkaracaktım. Metrelerce yerin altından ekmek parası kazanacaktım. Murat da öyle yapmış ve babasından devralmış bu maden işçiliğini. Zor nefes almasından belli. Kasabada birçok kişi, bütün eski arkadaşlarım da dahil, babalarından yadigâr bu meslekle ekmek parası kazanıyordu. O sırada elimde bir ıslaklık hissettim marketin kasasında öylece dalıp kalmışken. Aldığım bıçağın elime battığını yerde ufak bir kan gölü oluşturduktan sonra fark ettim. Eskiden beri unutuyorum canımın acıdığını, o olaydan beri.

On yaşlarındaydık, Murat, Fidan ve ben el ele tutuşmuş okuldan dönüyorduk. Sokağa geldiğimizde evimizin önünde toplanan kalabalıktan yükselen ağıt ve ağlama sesleriyle kalbim derin bir karanlık kuyuya atılmış gibi sıkışmıştı. Oracıkta gözlerimi sımsıkı kapatıp pis bir suyun derinliklerinde kalmış gibi nefesimi tutup sokağın ortasında bayılmışım. Korku kalbime o zaman girmişti ve bir daha gitmemişti. Aslında içten içe seziyordum, bir gün bizi de gelip bulacaktı bu ani ölüm.

Babamı baharın ışıltısını doğaya sunduğu bir zamanda yitirdik. Bir daha bahar gelmedi çocukluğuma. Yerin metrelerce altında kömür çıkarırken iş arkadaşlarının gerisinde kalmış babam, son kontrolleri yapıp gelecekmiş. Havada yoğunlaşan metan gazını fark edince telsize, “Mehmet’im size emanet,” diyebilmiş. Son sözlerinde ismim yankılanırken kendini bant konveyörün üzerine atmış, kurtarırlar diye düşünmüş belki de. Kurtarılamamış, bant konveyörle yukarıya çıktığında cansız bedeninin çarpıp ezilmekten her yanı kan içindeymiş.

Bütün bunlar dillerde dolaşıp dururken ellerimi bilmediğim şekilde kanatmaya başladım. Ruhumda hissettiğim acı öyle çoktu ki bedenimin acısını hissetmiyordum. Büyüdükçe azaldı sanıyordum, şu an akan kanım, bu kasabadaki anıların belleğimin derinliklerinde bir yerde eski bir yarayı kanattığını anlatıyordu. Elimi mendile sardım, alışveriş poşetini bileğime takıp marketten çıktığımda kapıda Murat’ı ve birkaç çocukluk arkadaşımı beni beklerlerken buldum. Sorgulayıcı ve öfkeli bakışları karşısında ne kadar dik durmaya çalışsam da başaramadım. Oracığa çöküp oturdum, etrafıma toplandılar. Bir süre acı bir kaderin yasını hep birlikte tuttuğumuzu düşündüğüm sessizlikten sonra Murat söze başladı.

“Tekrar söyle arkadaşlar da duysun neden geldin?” dedi, öfkenin ve acının karıştığı yüksek bir sesle.

Başım öne eğik, sessizce, “Sizin madene mühendis olmaya,” dedim.

“Neden? Onlar babanı öldürdü, sadece babanı değil, nicesini. Onların parasıyla okudun, geçindin zaten. Biz burada babamızdan devraldığımız işi yapan garip işçileriz. Senin bizim yanımızda olman gerekir. Sen nasıl oldu da onlardan oldun?” derken üzerime yürüdü. Başımı kaldırdım, üzerime eğilmiş Murat’ın bakışlarına gözlerimi kilitledim. Aynı dayanılmaz acıyı birlikte hissettiğimizi anladığı anda anlatmaya başladım.

“Evet aynen dediğin gibi, şirket bize ölüm aylığı bağladı. Annem, duramam buralarda, gidelim, dedi. Gittik. Şirket bütün okul masraflarımı karşıladı, okudum, mühendis oldum. Tek bir isteğim oldu onlardan; okulu bitirince buraya geri dönüp madende çalışmak,” derken herkesin öfkesi olduğu yerde duruyor hatta taşıyor, sanki beni bakışlarıyla falakaya yatırıyor, bütün yaşamın acısını benden çıkarıyorlardı. Anlatmaya devam ettim.

“İnanın,” dedim ve devamında bir solukta söyleyiverdim içimden geçenleri. “Kendimi hiç düşünmedim. Çocukları düşündüm, çocuklarınızı… Başka çocuklar bu maden yüzünden babasız kalmasın istedim. Burada elimden geleni yapacağım, kimsenin bu madende ölmesine izin vermeyeceğim. Sizin için döndüm, çocuklarınız için…” Sustum ve derin ancak eksik bir nefesle devam ettim. “Ben çocuktum yüreğime bu korku ekildiği zaman ve geçmedi yıllar geçse de izi. Çünkü bu korkuyu söndürecek bir baba yoktu yanımda. Tek hatırladığım babama inandığım, güvendiğim. Çocuklarınız da size, babalarına inansın, güvensin. Söyleyin onlara, çocuklarınız artık korkmasın.”

Bakışlarındaki öfke yerini bir anda merhamete bıraktı, yanıma çömelip sarıldılar. Birbirimize çocukken sarıldığımız gibi sımsıkı sarıldık. Artık uzun olan kollarımızla kalın ipten bir yumak oluşturup yerde öylece kaldık. İnançlı, sevgi dolu, korkusuz bir yumak. Haksız ölüme meydan okuyan bir yumak. Yuvarlanacağız hayata karşı, ya dağılıp parçalanacağız ya da devireceğiz önümüze çıkan zorlukları.


Burçin Laçin Altay

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page