Öykü- Mehmet Muhtar Salmanoğlu- Don Lastiği
- İshakEdebiyat

- 6 Eki
- 9 dakikada okunur
Tomurcuğun çiçeğe durduğu, toprağın uyandığı, paltoların naftalinlenip aynalı dolaplara kaldırıldığı günlerdi. Kasabada hayat canlanmış, kış boyu açılmayan kapılar, pencereler aralanmış, evler havalandırılmış, kazmalar nemli toprakla buluşmak için suya yatırılmıştı. Liseli öğrenciler de bir hamal gibi taşıdıkları paltoları, kabanları atmış, çiçek gibi açılmıştı.
İşte o günlerde kasabanın tek lisesine kadın bir edebiyat öğretmeni atandı. Bu lise için bir ilkti, öğrenciler edebiyat derslerini ilk kez bir kadın öğretmenden dinleyecekti.
Bir yetmiş boylarında, dal gibi ince, buğday tenli Zarife öğretmenin ilk görev yeriydi Kuseyr. Dillere destan güzelliği, mankenlere taş çıkaran giyim kuşamıyla ilk günden kasabanın gözdesi olmuştu. Bu avuç içi kadar küçük kasabada giydiği diz üstü etekler, vücuduna yapışan rengarenk bluzlar ve kolsuz gömlekleriyle sadece öğrencilerin değil küçük büyük herkesin gözlerini kamaştırıyordu. Hele yerleri süpüren başak sarısı saçlarını eliyle savuruşu yok mu, annesinin göğsüne yapışmış bebeğe bile memeyi baktırıyordu. Endamı, yürüyüşü yürekleri yerinden hoplatıyor ama kendisine sırnaşan öğretmenlere, memurlara, meyvenin sebzenin en iyisini seçip veren kasaba esnafına hiç yüz vermiyordu. Lisenin hemen alt tarafında tuttuğu bahçeli tek katlı evine gidip geliyor, Çarli’nin Melekleri gibi yol boyuna çıkmıyor, alışveriş dışında ortalıkta görünmüyordu. Kasaba eşrafı, kaymakam, malmüdürü, tapu ve okul müdürünün akşam yemeği davetlerini nazik bir dille reddetmiş, kukumav kuşu gibi yaşamayı seçmişti.
Zarife Öğretmen’in göreve başladığı günden sonra sadece kasabada değil, lisede de başka bir hava esmeye başladı. Erkek öğrenciler, Zarife Öğretmen’in dersini iple çekiyor, gömleklerini iki üç kez ütülüyor, babalarından arakladıkları kravatları takıyor, limonla ıslattıkları saçlarını şekilden şekle sokuyordu. Bıyığı yeni terleyen ergenler berberlerde soluğu alıyor, sinekkaydı tıraşları, saçlarına sıktırdıkları spreyle birer Jontra Volta olup çıkıyordu. Lisenin parmakla sayılacak kadar az olan kızlarıysa Zarife’nin saç modellerini taklit ediyordu ha bire. Dersi olan sınıf, düğüne hazırlanır gibi giyinip kuşanarak geliyordu Zarife’nin dersine. Verdiği ödevleri harfi harfine yapıyor, dalından koparıp getirdikleri güllerle masası çiçekçi dükkânlarının vitrinine dönüyordu. Erkek öğrenciler kan kırmızısı güller getirirken kızlar daha çok beyaz gül, mantur ve pembe karanfil bırakıyordu masasına. Bu Zarife’nin hoşuna gitse de bir zaman sonra artık çiçek getirmemelerini söyledi onlara. Bu defa katıklı, zahterli ekmek girdi devreye. Bazen de çağla, erik…
Derslerde çıt çıkmıyor, erkeklerin gözü Zarife’nin süt beyazı bacaklarında, gergin göğüslerinde geziniyor, sırtını dönüp tahtaya bir şeyler yazdığında da kalemler ellerden düşüyor, gözler karpuz gibi yuvarlak kalçalarında geziniyordu. Zarife bu gözlerin bedeninde gezindiğini fark etse de ses etmiyordu. Gençliklerine veriyor, hatta gizliden gizliye hoşlanıyordu da bundan. Bir an önce zilin çalmasını bekleyen kulaklar ne hikmetse dersin bitmesini hiç istemiyordu. Zil çalınca da erkek öğrencilerin çoğu soluğu tuvalette alıyor, elleri yapış yapış, suratlarında taş kırmış adamların yorgunluğuyla kapanmayan muslukların önünde sıra bekliyordu.
Zarife, göreve yeni başlayan her öğretmen gibi idealistti. Derslerinde ciddiyetini koruyor, okuma sevgisi aşılamak için öğrencilere bazen öyküler, romanlar öneriyor, yazdıkları kompozisyonlara bakarak yazma yeteneği olan öğrencileri keşfetmeye çalışıyordu. Çoğu öğrenci üstü kapalı, dolaylı bir şekilde Zarife’ye aşklarını bu kompozisyonlarda dile getirse de “Gençlik işte,” deyip gülüp geçiyordu. Bu yazıları okudukça üniversitedeki pedagoji hocasının sözleri geliyordu aklına. Öğrenciler en çok edebiyat öğretmenlerine âşık olur aman ha dikkat edin, yüzgöz olmayın onlarla; yazdıklarını, söylediklerini gençliklerine verin. Zarife de öyle yaptı.
Kompozisyon derslerinde ilgisini çeken bir kâğıt vardı. 6-A sınıfından Nazım’ın kağıdıydı bu. O kağıttaki betimlemeler, benzetmeler, noktalama işaretlerinin yerli yerinde kullanılması, yazım yanlışlarının olmaması, cümlelerin su gibi akması, inci gibi yazı gözünden kaçmadı Zarife’nin. Diğer öğrenciler gibi ima eden ifadeler de yoktu bu kâğıtta. Bir yazar adayının ışığı okunuyordu o satırlarda. Nazım ne sözleriyle ne bakışlarıyla rahatsız etmişti onu. Zarife bu kâğıdı yazan eli tutmaya karar verdi. Fakat bunu nasıl yapacaktı? Üç aylık lise, kasaba hayatı ona yoğurdu üfleyerek yemeyi öğretmişti. Sonunda Nazım’ı gözlemlemeyi, arada bir yem atarak onu yoklamayı düşündü. Nazım, Zarife’nin verdiği romanları, öyküleri, şiirleri okuyor; okudukları üzerine yazılar yazıp zamanında teslim ediyordu. Zamanla Zarife’yle aralarında görünmeyen bir yakınlık oluştu. Nazım, ders biter bitmez Zarife Öğretmenin asistanı gibi koşup masasından kitaplarını alıyor, öğretmenler odasına kadar ona eşlik ediyordu. İçeri zili çalınca da öğretmenler odası kapısında öğretmen görülür görülmez soluğu orada alıyor, kitaplarını koltukluyor, sınıfa kadar yanından ayrılmıyordu. Bazen de Zarife kütüphane kayıtlarını yenilemek için onu yardıma çağırıyordu. Kütüphanede baş başa kaldıkları bir gün bacağını Nazım’ın bacağına yaslamış, dekolte elbisesinden göğüs çatalını görmesi için iyice eğilmişti. Saçları da Nazım’ın yüzünü yalayıp geçmişti. Nazım önce irkilerek bacağını çekmiş, başını kaldırıp bakmamıştı Zarife’nin göğüs çatalına. Ama bir sarhoşluk hali yaşamıştı o an. İlk kez Zarife’nin yasemin kokusunu hissetmiş, o koku bir daha onu terk etmemişti. Zarife, attığı yeme gelmeyen balığı görünce iyice rahatlamış, Nazım’a güveni iyiden iyiye artmıştı o günden sonra. Ama Nazım o saatten sonra eski Nazım olmaktan çıkmış, yasemin kokulu rüyalara yatmış kalkmış, bakışlarındaki saflık gitmiş, aşkın sularında çalkalanıp durmuştu.
Nazım, her zamanki gibi verilen ödevleri yapıyor, onun yanındayken bir köpek gibi kokusunu içine çekiyor, Zarife’nin sarhoş eden yasemin kokusuna şiirler yazıp duruyordu. Gün geldi o koku yetmez oldu Nazım’a. Bir gün cesaretini toplayıp Zarife’nin evine gitmeye karar verdi. Önce bir bahane bulmalıydı, arandı durdu, çat kapı gitse yanlış anlaşılır, kapı yüzüne kapanırdı. O gün annesi katıklı ekmek yapıyordu tandırda. Üç dört katıklı kapıp ikindi serinliğinde öğretmenin evine gitti. Kapıyı çalıp çalmamakta tereddüt etti önce, bir an kaçıp dönmeyi de düşündü. Birden eli kapıya gitti, üç kez tıkladı boyası atmış ahşap kapıyı. İçerden kararsız ayak sesleri duyuldu, kalp atışı gittikçe hızlandı Nazım’ın. “Kim o,” sesi geldi içerden. Zarife kasabaya geleli dört ay olmuş, bugüne kadar hizmetli Kemal Efendi dışında kapısını çalan olmamıştı. O da bir evrak imzalatmak için uğramıştı kapısına. Kapı koluna eli gitmişti ki, “Benim öğretmenim, Nazım,’’ sesini duydu. Kapıyı açıp açmamakta tereddüt etti. “Annem size katıklı gönderdi,” sesinin verdiği güvenle kapıyı yavaşça araladı. Nazım başı eğik, elinde katıklı ekmeklerle kapının önünde mahcup mahcup duruyordu. “Oğlum, annen niye zahmet etmiş, sen de buralara kadar yorulmuşsun, geç istersen, çay içeriz,” deyip kapıyı sonuna kadar açtı. Nazım, ayakkabılarını çıkarıp tam içeri girecekti ki, “İçeri al onları,” dedi Zarife. Eve girdiğinde Nazım’ın kalp atışları daha da hızlandı. Zarife’nin üstünde askılı pembe bir bluz, siyah bir tayt vardı. Önde Zarife arkada Nazım evin salonuna girdiler. Zarife ekmekleri alıp mutfağa çay suyu koymaya geçti. Salonda lacivert bir kanepe, pencerenin yanında masif bir masa ve hemen karşısında duvarı boydan boya kaplayan bir kitaplık vardı. Nazım bu kadar kitabı ilk kez görüyordu. Gözlerini kitaplardan alamadı. Balkonda bakır ipe asılı çamaşırların bir sağa bir sola sallanan hışırtısı Nazım’ın gözlerini balkona çevirdi. Beyaz, kırmızı külotlar; bordo, yeşil sutyenleri görünce aklı başından gitti. Önü birden sertleşti, dikleşti. Gözü balkonda salınan külotlarda, sutyenlerde öylece kalakaldı. Öğretmenin, “Buyur,” sesiyle uyandı o balkondan. Tepsideki katıklı ekmeklerle çay bardaklarına boş gözlerle baktı. “Nasılsın, biraz dalgın gördüm seni,” dedi Zarife.
“Sağ olun hocam, iyiyim, annemin selamı var,” dedi. Başı eğikti, yüzüne bakmadan söyledi bu sözleri. “Yazdıklarını artık okuyamıyorum, hâlâ yazıyor musun,” dedi Zarife. “Derslerden, tarladaki işten güçten zaman kalmıyor,” dedi elleriyle önündeki dikliği kapatmaya çalışırken. Zarife’nin gözleri nasıl olduysa Nazım’ın çadır direği gibi dikleşen önüne kaydı. Altüst olmuştu, şuncağız çocuk bu, yanlış bir şey mi yaptım da önü çadır direğine döndü, diye düşünüp tepesi attı. Elinden tutup Nazım’ı kapıya doğru fırlattı. Nazım neye uğradığını bilemedi, toparlanıp ayağa kalktığında o yasemin kokuyu ta derinlerinde yeniden hissetti. O anda dünyadan koptu. “Nazımmmm!!!” sesiyle irkildi, bu defa koku tüm bedenini sarmıştı, Zarife’nin yasemin kokulu coğrafyasındaydı, nasıl oldu nasıl yaptı, birden Zarife’nin yanağında buldu dudaklarını. Zarife’nin yanağından hayatın suyunu içti. Bir çift el önce onu sertçe itti, “Terbiyesiz, ahlaksız,’’ deyip yüzüne bir tokat aşk etti. Kapıya vardığında diğer el havadaydı, kapıyı can havliyle açıp bahçeye attı kendini, hızla lise sokağına, oradan da zeytinliklere doğru yürüdü.
Nazım o günden sonra eski Nazım değildi. Sessiz, konuşmayan, ha bire not tutan, defterden başını kaldırmayan Nazım gitmiş, öğretmenin sözünü olur olmaz kesen, olmadık sorular soran, dersi kaynatmanın ötesinde Zarife’ye o kırk dakikayı zehreden bir ifrite dönüşmüştü.
Kelime kökleri konusunu anlatan Zarife’ye “sokak” kelimesinin kökünü, rücu sanatında Sümbüllüzade Vebi’yi soruyor, Zarife öğretmen sorduğu soruları sabırla geçiştiriyor, cevap vermiyordu Nazım’a. Bir gün fiilde çatı konusunu anlatırken işteş fiillerde karşılıklı yapılan fiillere örnek vermelerini istedi sınıftan. Öğrencilerden birkaçı, “Tokalaşmak, selamlaşmak, dövüşmek,’’ örneklerini verince Nazım’ın sesi, “Öpüşmek, sevişmek,” diye düştü sınıfın ortasına. Sınıf kahkahalarla yıkıldı. Zarife, “Terbiyesizzzz, nereden aklına gelir bu edepsiz kelimeler,’’ deyip Nazım’a iki hafta boyunca söz vermeyeceğini, derste efendi efendi oturursa affedeceğini sınıfın huzurunda açıkladı. Nazım iki hafta boyunca sınıfta kıvrandı durdu, ağzını açmadı.
Aradan üç hafta geçmişti. O gün iki saat edebiyat dersi vardı. İlk dersin konusu birleşik kelimelerdi. Sıra ön kelimesiyle kurulan birleşik kelimelere gelmişti. “Önseçim, önsöz” gibi kelimeleri yazdı tahtaya Zarife, bu esnada Nazım’ın ağzından, “Ya ön sevişme,’’ cümlesi çıktı. Zarife, “O sınavda çıkmaz,’’ diyerek geçiştirdi soruyu. İkinci derste konu bu defa devrik cümleydi, öğrencilere dönüp, “Örnek vermek isteyen var mı,’’ deyince Nazım’ın parmağı havaya kalktı. Sınıf ölüm sessizliğine bürünmüş, bu defa Nazım’ın ne yumurtlayacağını beklemeye başlamış, tüm gözler ona dönmüştü. Öğretmen söz vermeden birden, “Parçala Behçet,” cümlesi döküldü ağzından. Sınıfa sanki atom bombası düşmüştü. Kimi korkudan gülemiyor kimi yiyeceği fırçanın tedirginliğiyle suspus olmuş, öğretmenden gelecek tepkiyi bekliyordu. Zarife öğretmen yerinden kalktı, elindeki nar çubuğunu Nazım’ın sırtına bir iki kez indirdi. “Defol git, ahlaksızın dölü, gözüm bir daha görmesin seni bu sınıfta,” deyip çantasını, kitaplarını aldı, sınıfın kapısını sertçe vurup çıktı gitti.
Bu vukuattan sonra Nazım derslerde görünmedi, kimse de arayıp sormadı onu. Bir hafta sonra Nazım hiçbir şey olmamış gibi sınıftaydı. Nerede olduğunu, okula neden gelmediğini kimse sormadı ona. Ertesi gün, Nazım’ı disipline verdiğini, bir hafta uzaklaştırma aldığını Zarife Öğretmen tehdit eden sözlerle sınıfın huzurunda açıkladı. Nazım akıllanmış, dut yemiş bülbüle dönmüştü. Bir ay boyunca ağzını bıçak açmadı. Okulun son günleri yaklaşmıştı, yazılılar bitmiş, sıra sözlüye gelmişti. Zarife Öğretmen, “Haftaya herkes İkinci Yeni şairlerinden bir şiir ezberleyip gelecek, sözlü notlarınızı oradan vereceğim,” dedi. Şiiri bulmak, deftere yazmak neyse de ezberlemek nereden çıkmıştı? Öğrencileri bir telaş aldı. Bir hafta boyunca şiirler araştırıldı, bulup buluşturuldu. Sözlünün yapılacağı ders gelip çatmıştı. O gün Zarife dar, mavi bir bluz giymiş, altına da diz üstü yırtmaçlı beyaz bir etek çekmişti. Öğretmen masasındaki sandalyesine oturdu, şiirlerini okumak için öğrencileri numara sırasına göre tahtaya çağırmaya başladı. Kimi Mona Roza’dan, kimi Devlet ve Tabiat’tan, Mendilimde Kan Sesleri’nden kimisi de Geyikli Gece’den bölümler okudu. Zarife elindeki not defterine kurşun kalemle bir şeyler yazıyor, sınıf pür dikkat kalemin hareketlerine odaklanmış bir şekilde kime ne not verdiğini çıkarmaya çalışıyordu. Bir ara sandalyesinden kalktı, öğretmen masasının köşesine oturup ayak ayak üstüne attı, not defteri elindeydi. O esnada sınıftaki erkeklerin gözü fal taşı gibi açıldı, Zarife’nin süt beyazı bacaklarına çivilendi. Sıra Nazım’a gelmişti. Şiirini ezberden okumaya başladı. “Adam yaşama sevinci içinde/ masaya anahtarını koydu…’’ dizeleri ağzından huşuyla döküldü. Sanki Romeo, Juliet’e serenat yapıyordu. Şiirin son bölümünü ağzından salyalar akan bir köpek gibi şehvetle okudu. “Masa da masaymış ha/ Bana mısın demedi bu kadar yüke/ Bir iki sallandı durdu/ Adam ha babam koyuyordu,” deyip şiiri bitirmişti ki Zarife Öğretmen’in, “Defollll, ahlaksızzzz,” sesi okulun koridorunda yankılandı.
O günden sonra Nazım’ın ayağı bir kez daha okuldan kesildi. Bir daha gelmedi okula. Kötü haber tez duyulur derler ya, öğrendik ki Nazım’a tasdiknamesi verilmiş, hatta psikolojik destek alması için şehirdeki bir hastaneye gönderilmiş. Nefes alsanız duyulan kasabada bir daha Nazım’ı gören olmadı, sanki yer yarılmış içine girmişti. Kimse de evine gidip hâl hatırını sormaya cesaret edemiyordu. Aileler çocuklarının onunla görüşmesini menediyor, okul idaresi de Nazım’la görüşen olursa onların da eline tasdiknamenin vereceğini vaaz edip duruyordu.
Osursanız duyanın kalmayacağı kasabada ne kadar saklarsanız saklayın ille de bir yerde söz gelir kulakları bulurdu. Nazım’ın komşusu Ayyuş kadının anlattıkları bir gün sonra kasabanın bir ucundan diğer ucuna ulaştı. “Ben oğlumu deli doktoruna göndermem,” diyen annesinin feryat figanı, babasının, “Şu oğlanı eversek mi acaba,” sözleri kasabanın ağzında sakız olmuş çiğnenmeye başlamıştı.
Sadece Ayyuş kadının duydukları mı? Sonradan Nazım’ın disiplin kuruluna verdiği ifade kurul üyelerinden biri tarafından dışarı sızdırılmıştı. Anlatılana göre savunması önce sözlü olarak sonra yazılı alınmış Nazım’ın. Dediklerine göre Nazım, “Ben hocama asla saygısızlık etmedim. Masa da Masaymış Ha, şiiri edebiyat kitabımızın 86. sayfasında yer alıyor. Sonra sokak kelimesinin neden sorduğumu soruyorsunuz. O zaman, Eskici, hikâyesinin yazarının soyadı da çıkarılsın kitaptan. Evet, Sümbüllüzâde Vehbi’nin adını rücu sanatı işlenirken söyledim. Ama onun bine yakın şiiri var, şiirlerinden hiç söz etmedim. Kaldı ki eğer o şiiri kastediyorsanız padişah külçe külçe altınla taltif etmiş Sümbüllüzade’yi. Parçala Behçet, cümlesinde ne var, anlayamadım. Hoca devrik cümleye örnek verin deyince aklıma o anda komşumuz oduncu Behçet amca geldi. Kendisi balatasını omzuna alır, kasabada nerede odun var o kapıda biter, günlük iaşesini çıkarır. Mahalleli de baltayı oduna her vuruşunda, Parçala Behçet, diye tempo tutar, kimse de farklı bir anlam çıkarmaz bundan, hatta Behçet amcayı gaza getirmek için söylenir bu. Bunu kasabada duymayan, bilmeyen yok. Hocamız birleşik kelimelerin yazımını anlatırken o kelimeyi nasıl söyledim ben de hatırlamıyorum,” deyince disiplin kurulu başkanı, “Oğlum yaşın başın kaç senin, o terbiyesiz kelimeyi nereden duydun,” diye sormuş. Utanmış, kızarmış Nazım. Kurul başkanının, “Söyle söyle,” sesi okul koridoruna kadar ulaşmış. Nazım da utana sıkıla, “Hocam, geçenlerde annemin komşuları eve ikindi oturmasına gelmişti. Ben de yan odada ders çalışıyordum, odanın kapısı açıktı. Komşumuz Şerife Teyze, şu herifler odun gibi. Şöyle öpeyim, okşayayım, tatlı bir çift söz edeyim, yok. Ön sevişme diye bi’şey de duymadınız mı, dediğini duydum. Öğretmenime o kelimeyi nasıl sordum, dilime nasıl geldi inanın bilmiyorum. Özür dilerim öğretmenimden,” demiş. Kurulda yer alan perma saçlı, müzmin bekar, her gün saçını kuaförde şekilden şekle sokan biyoloji öğretmeni kadın araya girip, “Evladım, biliyorsun Türkçe elastiki bir dil, don lastiği gibi, nereye çekersen oraya gider. Bir daha örnek verirken bunlara dikkat et. Sözün nereye varacağını önce bi’tart, sonra söyle,” demiş.
O günden sonra Nazım sırra kadem bastı, öğrenciler mezun oldu olmasına ya lisede gördükleri derslerden geriye akıllarında perma saçlı öğretmenin sözleri kaldı. “Türkçe don lastiği gibi nereye çekersen oraya gider.”
Okullar tatile girer girmez de Zarife Öğretmen’in tayini uzak bir doğu şehrine çıkmıştı.
Mehmet Muhtar Salmanoğlu




Yorumlar