Kader ortaklığı mühim mesele!
Cümle hastanın gözlerindeki fer söndüğünde onu tekrar yakan, patronun zulmünden eğilip bükülmüş bedenleri geceden güne taşıyan da bu ortaklık değil mi? Faniliğe yoksa da çare, nihai istikamet değişmese de mühim mesele!
Belki sittin sene gelmeyen bir belediye otobüsünün durağında da kurulur böyle bir yoldaşlık, kim bilebilir? “Ben!”
***
Nasıl da sabırsızlar, bakıyorum da hep bir acele…Aynı koşuşturma, aynı labirent, aynı sıçanlar, aynı sualler… “142 F geçti mi? 96 C nerede kaldı? Hay sizin…” Şu gençten olan romantik kızı izliyorum da mesela; hülyalı hülyalı durak tabelasına baktı önce, etrafta bekleşenleri süzdü, beş dakikaya kalmadı iç geçirmeye başladı, ardından saatini kontrol etti, topuklarının üzerinde kalktı geri indi, az biraz telefonuyla oyalandı. Oflamalar puflamalar, bir sağa bir sola yürümeler… Ehemmiyetsiz bir tanıdığı arayıp şehirden, trafikten, geçim sıkıntısından hasılı gündelik hayattan yakınmalar…En nihayetinde de başka meşguliyet bulamayınca duraktan kafasını çıkartıp gökyüzünü seyretmeler… Yaşlı, bilgece bir ses bozuverdi genç kızın göğe dönük havasını.
“Göğe bakma durağı mı burası, a güzel kızım?”
Durağın oturağı kaidesiyle bütünleşmiş bir teyze, kucağında Nuh Nebi’den kalma türbe yeşili klipsli çantası, yakası kürklü paltosu, dudak kenarlarının çizgilerini daha da büzüştüren muzip gülümsemesi ile sözünü söylemişti ya, kız da durur mu hiç, genç dimağı ile lafı havada kaptığı gibi kıkırdadı. Turgut Uyar’ı bilecek yaştaydı ama yakinen ilgilenememişti ki şiirle, edebiyatla. Oldum olası hayat gailesi…İyi kötü bir sevdiceği, vasat bir işi, orta direk bir ailesi vardı işte ya, daha ne olsundu? Beklemekten sıkkın bir güruha az da olsa eğlence çıkacağını düşünmüş olacak ki köpürttü teyze lafı:
“Şiir sevilmez mi yahu! Sen de seversin değil mi hanım kızım?”
“Se.. severim tabi…” Duraktakilerin kulak misafiri olduğu böylesi entelektüel konularda “Sevmiyorum” diyebilmek şüphesiz cesaret isterdi. Öyle gözü pek, öyle umursamaz olacak yaşa erişmemişti ki henüz yavrucak. “Hay aksi!”
Derken yandaki memur kılıklı beyefendi paltosunun iç cebinden dürülmüş bir “Cemal Süreya” kitabı çıkartarak göz kırptı. Tebessüm etti anlayanlar. “Otobüs geciktiyse madem, neden olmasın?” diye düşündüler. Bu ülkede ziyadesiyle mahsurlu şey vardı ama güpegündüz durakta şiir okumak henüz bunlardan biri değildi. “İyi ki!”
Ucu kıvrık sayfadan kısacık dizeler okudu memur kılıklı, kitaba bile bakmadan, gözleri kapalı…
“Ölüyorum tanrım,
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…”
Şu kısacık dizeler geçince yüreklerinden; o gün o durakta bekleşenler başka bir diyara göç ettiler de geri geldiler sanki. Kimi, şiir biter bitmez ürkekçe ellerini havaya kaldırdı lakin alkışlamaya cesaret edemedi, kiminin de hakikaten bunca dert arasında şiirmiş miirmiş umuru bile değildi. “Ah ki kimselerin vakti yoktu; durup ince şeyleri anlamaya…Yazık!”
Yaşlı kadın, durağın camekanlı bölmesinin dışında öylece ayakta dikilen biçare kadınla küçük çocuğuna el etti, hafif toparlanarak yanındaki oturakta yer açtı. Kadıncağız, kolundan tuttuğu gibi peşinden sürükledi oğlan çocuğunu, bir çırpıda hoplatıp kucağına mühürledi. Analığın ortak dilinde selamlaştılar konuşmadan ikisi. Genç kız bir sirk hayvanıymış gibi baktı çocuğa boş gülümsemesiyle, bilmezdi veletlerin lisanını. Üç beş kıytırık sohbetle eğleşip de vakit geçmek bilmeyinceye kadar bekleştiler. Kadın, yanından ayırmadığı tığ işini çıkardı çantasındaki poşetten, iki çevirdi etti, yok! Kız, eğdi başına telefonunu iki kurcaladı, yok! Anası küçük çocuğunun vızıldanmasına katlandı, derin bir “of” çekti bazı bazı, yok ki yok! Arkadaki genç test kitabından üç beş soru daha çözdü, yok anam yok, vakit bir türlü geçmek bilmedi. Yemek vakti yaklaşmıştı çoktan; geceye çalıyordu gün, bedenler yorgun karınlar açtı. Baktılar olacak gibi değil; elde avuçta ne varsa paylaşılmaya başlandı. Teyzenin çantasındaki kuru kayısılar ikram edildi önce durak ahalisine, ardından toplasan bir avuç etmeyecek leblebidir, çekirdektir geldi sağdan soldan, derken oğlan çocuğunun elindeki çubuk krakere kadar düşüldü. Nerede kalmıştı bu namussuz otobüs?
Karşı kaldırımda bir kâğıt toplayıcısı çocuk görünür görünmez herkes dikkat kesildi. Yarı beline kadar eğilip daldı çöp bidonunun içine. Bir kuru ekmek buldu da derinlerde çıkarasıya avucunda ufalandı, yerlere saçıldı. “Kısa günün kârı” deyip yerdeki kırıntıları topladı çocuk. Parmak uçları kesik eldiveninden görünen katran karası ellerini ağzına götüre götüre iştahla yedi rızkını. İlkin bir tiksinti ardından bir acıma peyda oldu izleyenlerin yüreklerinde, hiç bakmadıklarını görmek içlerini ürpertti sanki. Titredi genç kız. Hal böyle olunca, öğrenci olduğu her halinden belli gençten bir oğlan montunu çıkartıp uzattı. Mahcup bakışını yere düşürerek nazlansa da sırtına alıverdi montu kız. Teşekkür etti, ısındı, refahtaydı. Kaşla göz arasında unutulmuştu bile çöp toplayıcısı. Söylenmelerin de oktavı yükselmişti artık.
“Madem yetmiyor vasıta, alacaksınız değil mi efendim?”
“Umru mu hiç bu şerefsizlerin, millet aç kalmış sokakta kalmış!”
“Kötü düşünmeyelim hemen, belki bir kaza bir şey oldu. Allah göstermesin de evladım…Evde bekleyenim var hani olmasa…Beklerim de işte… Aman yahu, neyse ne! Açın hele bakalım gençler şu zımbırtılarınızı, bir haber neyin var mı?”
Teyzenin ağzından “kaza” lafını duyan canhıraş telefonuna sarıldı. Bırakın interneti filan şebeke de gitmişti ne hikmetse! Kaygılarının rengi yüzlerine su katılmış rakı gibi oturdu. “Sizde de mi yok?” diye sordu genç kız, zürafa gibi yandaki amcanın elindeki telefon ekranına doğru boynunu uzatmışken. “Yok kızım yok, zaten olsa da ben anlamam ya…Neme gerek yani, çocuklar ısrar etti diye aldım şu mendeburu… Bak işimiz düşünce tırıs!”
Dudaklardan çıkan nefesle eller ısıtılmaya, yavaştan küçük abdesti gelmiş sabiler gibi sallanılmaya başlanmıştı ki karşıdan yusyuvarlak farlarının şavkı göründü ilkin, ardından körük sesinin umudu karıştı havaya. Gözleri kamaştı duraktakilerin; nasıl desem böyle pasparlak, bembeyaz bir ışık…Gayriihtiyari sıraya girdiler yaklaşınca motorun homurtusu. Bir kedi gibi ciyakladı frenler, durdu önlerinde nicedir bekledikleri vasıta. Otobüsün üzerindeki allı pullu reklam tabelası gözlerine sokar gibi bağırdı kelamını: “Şehrin Kırıntıları- Unlu Mamuller- Bir dilim pasta dünyaya bedel”. Aç biilaç beklemenin verdiği hınçla bir “la havle!” çektiler içlerinden, sonra da ardından aralarında tez zamanda oluşan hukuka istinaden saygıda kusur etmeden birbirlerine bindiler bomboş otobüse. Kafalarını bile kaldırmadan kartlarını basıp arkalara doğru ilerlediler. Tavukların kümeste yer buluşu gibi en doğal biçimiyle oturaklara nizami şekilde sıralandılar. Herkes “tamam” olunca döndü teker. “Kimse fark etmedi…Hiç kimse hem de! Ne hayat gailesiymiş arkadaş!” Kimi dışarıyı izledi sonraki durağa kadar, kimi de neme lazım binen olursa yer vermek icap etmesin diye kapar gibi yaptı gözlerini. Ne kadar zaman geçti bilmediler. “Hiç bilmezler zaten…Kitaplarda da yazıldı da bilinmez. Zaman mevhumu başkadır böyle yolculuklarda. Hoş, kitaplar da pek okunmaz ya neyse, girmeyelim şimdi detaylara!”
Otobüs yavaşlayıp durdu bir apartmanın önünde. “Ayol, durak burası değil ki şoför bey oğlum…Aşık mısııın, şehla mısııın…” diye söylendi teyze iki eliyle kucağına çektiği çantasından cesaret alıp. Herkes kafalarını otobüsün koridoruna uzatmış bir yanıt gelmesini bekliyordu camlı bölmenin arkasındaki herifçioğlundan ya, çıt çıkmadı! Kapı da açılmadı, inen binen de olmadı. Ne demeye burada durmuşlardı ki?
“Evladım…Şoför bey…Beyefendi… Kime diyorum allasen?”
Yanıtsızlığın verdiği sabırsızlık dert oldu içlerine. Arkalardaki oturan genç delikanlı hızlıca ilerledi öne doğru, şoför mahalline geldiğinde dondu kaldı. “Yok!” dedi şaşkınlık içindeki genç “Anaaam, canını seven….” Boş bakan ahaliye koridor boyu korkunç bir bakış atıp otobüsün ön kapısını zorlamaya başladı. Paniğe kapılmıştı herkes. Erkekler önde, kadınlar -çekimser- arkada yavaş yavaş ilerleyip şoför koltuğuna kadar geldiler. Adam yerinde yok lakin anahtar hala kontakta. “Ne acayip iş!”
“Kaçtı gitti zaar,” dedi yaşlı teyze, “bunca gecikmesinden belli” Kafasının yanında portakal sıkıyormuş gibi kaldırdığı elini havada sağa sola çevirdi, “Vardır elbet kafadan bir noksanı!” Hemen biri atıldı:
“Ama kapı hiç açılmadı ki…”
Genç kız dehşete kapılmıştı. Orta kapıya doğru yanaşıp tutacağın üzerindeki düğmeye bastı. Piston sesini müteakip yavaşça açıldı kapı bu kez. Herkes şaşkın… Merdivenleri tek tek inip karşıdaki apartmana baktı.
“Aaa burası bizim ev… Ne şans!”
“Matmazel kendini belediye otobüsü ile eve bıraktırmış demek. Vay be!”
Sırıtan genç delikanlının sözlerine, gözündeki şimşeklerle yanıt verdi genç kız. Diğerleri söylene söylene gerisin geri binmişlerdi otobüse ya, şoför olmadan ne mana? Aralarından taksici kılıklı bir cengâver çıkıp “ben sürerim anam babam, az mı direksiyon salladık” dediyse de nafile! Kontağa yüklendi yüklenmesine amma inat etti kör olasıca, çalışmadı bir daha. Genç kadının yüreği diğerlerinin bu saatte burada mahsur kalmasına razı gelmedi. Belediyeden yeni araç göndermelerini istemek farz olmuştu artık. Eve çıkıp telefon etmeyi önerdi. “Bu ne aymazlık, bu ne sorumsuzluktu böyle!” Üç dört kişi ikinci kattaki evin merdivenlerini tırmandılar. Katları çıktıkça genizleri yakan kesif bir duman kokusu yayıldı etrafa, yakıp kavurdu genizleri. Evin kapısına geldiklerinde içeriden ince ince duman sızdığını fark ettiler eşiğin altından. Sanki etle karışık bir matem… Anahtarları yuvaya soktu kızcağız, kapının açılmasıyla önden keşfe girdiler memur kılıklıyla genç oğlan. Salona vardıklarında; ağıtla kıyamet karışmıştı birbirine, sanırsın yangın yeri… Kadınlar göğüslerine vura vura dövünüyorlar, erkekler başlarına yana devirmiş kendi hüzünlerinin içinde boğuluyorlardı. Onca dumanı ise görmüyordu gözleri.
“Yavruuum! Kınalı kuzum…Ceylanııım!”
Genç kız o yana seğirtti, feryat figan ağlayan kadına sıkıca sarılıp sarstı.
“Anne…Bak buradayım anne! Otobüsten sebep…Az biraz geç… Baksana bana…Anneee!”
Kızın kendini gösterme gayreti fayda etmedi, anası olacak kadın dövünmeye devam etti. Televizyon açıktı ya, oradan öğrendiler olanı biteni. Evde yas tutanların üzerine, berisine, yamacına oturdular. Sürekli ekranın altından akan “SON DAKİKA” haberini defalarca okudular. Durakta patlayan o melun bombanın müsebbibi örgütü, ölen kişilerin isimlerini dinlediler ama konduramadılar bir türlü… Kırk yıllık adları ecnebi geldi kendilerine. Aşağıda bekleşen diğer yolculara baktılar pencereden acıyarak, kader ortaklarını seyrettiler bir süre öylece. En nihayetinde aşağı inip el mahkûm anlattılar gerçeği. “Ölüleri görünmez kılmamızın bir sebebi var bittabi!”
Tüm durakları -tüm evleri- tek tek gezdiler o gece. Bekleyenimiz var diye söylenen hanım teyzenin hayatta kimi kimsesi olmadığını, yaşlı amcanın emekli aylığına göz koyan çocuklarının yanında sığıntı gibi yaşadığını, oğlan çocuğu ile annesinin “evin direği” bildikleri bir sarhoşun elinde yitip gittiğini öğrendiler. Bilmedikleri şeyler miydi sanki? “Bilmediğiniz şeyler miydi, bilip de her durakta unuttuklarınız mıydı yoksa?” Önce durağa o bombayı koyanlara sonra da bu çarpık düzene lanet okudular ama sonuçta “yalnız ölmeyi” yeğlediler durumu. Birlikteydiler, kader ortağıydı onlar. “Buna da şükür,” dedi teyze yıllanmış bir kabulle. Gençler hınçlıydı ama. “Biliyormuş gibi sanki…. Senin okuyacağın ölümlü mölümlü şiire tüküreyim!” diye çıkıştı genç adam, memur kılıklıya. Şoför koltuğuna geçerken, “Biz de emir kuluyuz delikanlı!” dedi memur kılıklı.
Şehrin de insanlığın da kırıntılarını bir kez daha toplayıp gitti.
***
“Hoş geldiniz!”
Anıl Çetinel Örselli
Comentarios