top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Yılmaz- Ev Ödevi

Öğretmen cumaya kadar yetişecek demiş, bizimki bir haftadır bitkisel hayatta. Gözlerini annesiyle bana dikmiş, iç âlemini panayır yerine döndürecek mimiği çehremizde yakalamak istiyor. Yemekten içmekten kesilmiş, sayıkladığı tek ödevi. Saat değil ki kurasın, kâğıttan gemi hiç değil suya bırakasın. Çocuk işte. İlla kanatlarını doğru açıyla açmayı, yorulmadan ve keyfini çıkararak uçmayı, sağlam dala konmayı ona öğreteceğiz.

Okul kapısında bırakmıyor elimi. Akşama, söz, diyorum. Parmakları gevşemesine gevşiyor ama yüzünde yaprak kıpırdamıyor. Vaadimi yerine getirsem dünyalar onun. Sınıfına yöneliyor omuzları düşük. Çantasının fermuarı açık, habersiz. Bekçi seslenmiş veliler dışarı çıksın diye, duymamışım. Topuklarımın üstünde gerisin geri döneyim derken oğlumun en yakın arkadaşı Murat’ın annesiyle koridorda çarpışıyoruz. Kadın gülsün mü ağlasın mı, ben utançtan yerin dibine giriyorum.

“Eşiniz görünmüyor, hasta mı?”

Olayı örtbas etme refleksi bu, kadın da mahcup olmuş belli. Özür dileyip sıvışmaktansa ayaküstü bir çift laf ederek deminki kazayı unutmaya razıyım ben de onun gibi.

“Hayır, sınavı var hafta sonu. Erken kalkıp ders çalışıyor. Ayhan Bey ne yapıyor?”

“Emekli adam ne yapar sizce? Kahvesi yok, gezmesi yok. Sabah akşam evde pinekliyor. Ha bir de Murat’a yeni bir ödev mi vermiş öğretmen, ona yardım ediyor. Makas elinde, her taraf kâğıt kesikleri. Yapıştırıcı kokusu. Ne yapacağımı şaşırdım vallahi.”

“İyidir, iyidir. Başka türlü vakit geçmez!” Elimi havaya kaldırıp selamlayarak kadının yanından uzaklaşıyorum, “Selamımı söyleyin!”  Az daha konuşsak muhabbet koyulaşacak maazallah. İşe geç kalacağım.

Akşam ezanıyla evdeyim. Eşim kapıyı açıp mutfağa dönüyor. Ceketimi asıp yanına sokuluyorum. Tezgâhın üstündeki çeri domatesler iştahımı kabartıyor ama hanımefendi elime vurup almamı engelliyor.

“Ayten seni sordu, merak etmiş.”

Balıkları kızartmış, salata yapıyor. İlgisiz. Havuçları doğruyor. Saat kaç, sekiz. Siyah turplar bıçak altında şimdi. Ellerini önlüğüne silip ocaktaki tencerenin altını söndürüyor. 

“Sofraya çatal kaşık koysana. Çorbaları dolduruyorum. Oğlum ellerini yıka gel.”

Bizimki gözlüğünü banyoda yere düşürmüş, camı çatlamış. Sözde ona canı sıkkın. Biraz sıkıştırınca baklayı çıkarıyor ağzından. Sınıftan bazı arkadaşları maketini bitirmiş, çoğu yarılamış bile. Biz başlamamışız hâlâ. Kötü not alacakmış. Mademki yapmayacakmışız, neden para harcamışız o şeylere.

“Nerde gördün o çalçeneyi? Ben kocasıyla laflasaydım ümüğümü sıkardın vallahi…”

“Yok, öyle değil canım. Ali’yi sınıfına bırakmış dönüyordum, o karşıma dikildi. Uzun boylu konuşmadık zaten.”

“Hıı, dediğin gibi olsun bakayım. Oğlum kaşığını salla, oynamayı kes artık.”

Başta alakadar değildi ama sonunda çanıma ot tıkamayı başarıyor. Söylemeseydim, duyacaktı elbette. Söyleyince de yaranamıyorum. İnsanın aklına zorla… Tövbe…

“Bir daha görünce sen de ona selamımı söyle, olur mu?”

Bir daha mı, aman aman. Benden bu kadar. Anahtar sende, eski düzene devam. Sen annesi olarak çocuğu okula götürüyorsun; ben otobüsle, dolmuşla, gerekirse taksiyle şirketime gidiyorum.

Saatlerce bilgisayar başında oturmaktan kırkımdan sonra sırt ağrısı çekmeye başladım, belimi koparıyorlar sanki. Yemekti çaydı, namazımı da alelacele kılıp odama çekiliyorum. Maket şehir hâlâ hayal aşamasında, oğlumun dimağında tek boyutlu ve soluk. Fabrikası bacasız, camisi ezansız. Hafta sonu kırtasiyeden aldığımız malzemeler köşede tozlanmış bekliyor. Kartonlara çok para vermişsiniz diyen eşim; oğluma da acıyor, ilk eseri olacak bu. Fakat az daha dursun. Yarın komşuya davetliyiz. Ertesi günü arkadaşlarla vakıfta bir seminere katılmam icap ediyor. Hele bir sabah olsun.

Gece yarısı tuvalete uyanmış, koluna giriyorum. Işıktan gözlerini açamıyor, alnından öpüp yatağına götürüyorum. Yastığının altından ucu görünen defteri usulca çekip alıyorum. Aklından geçenleri karalamış. Burnumun direği sızlıyor.

Komşudan geç saatlerde dönüyoruz, Ali dişlerini fırçalayıp tek kelime etmeden yorganın altına giriyor. Gece yarısı odasına süzülüp defterini kontrol ediyorum. Dünkü şeyler. Dokunmamış bile. Eşim sırtını dönmüş, yastığımı da kucaklamış uyuyor. Bir kırlent yaslayıp arkama, bilgisayarımı açıyorum. Haber sitelerinde aynı görüntü, on yıllardır kanıksadığımız, eli kolu bağlı seyrettiğimiz ama ateşinden korkmadığımız cehennem. İsrail Gazze’yi vurmuş, şehir harabeye dönmüş. Yardımlar engelleniyor, halk aç biilaç. Bir avuç mücahit direnişte. İnsanlık ölmüş, protestolar yetersiz. Gök kubbeye bombaların, füzelerin kıvılcımı aksediyor sadece.

Şirketten erken çıkıyorum perşembe günü, oyalanmadan ilk çevirdiğim taksiye atlayıp evin yolunu tutuyorum. Müdür anlayışlı insandır, aile dedin mi onun için akan sular durur. Sokağa girmeden şoförü durdurup beni marketin önünde bırakmasını rica ediyorum. Yol kısaldı diye adamda bir yan bakış. Parasını fazlasıyla uzatınca hemen kibarlaşıyor tabii.

Oğluma sevdiği mısır gevreğinden alıyorum, biraz da süt. Eşime yaş pasta. Ay başı değil kesenin ağzını niye açtığımı soracak. Şekersiz sakız da seçiyorum. Kasaya yönelmişim, alışveriş arabasını sakin sakin sürüyorum. Bir de ne göreyim? Ayten hanım sıraya girmiş bekliyor. Takmış takıştırmış yine. Kulaklarında dev halkalar… Dekoltesini göstermemek için mi, vurgulamak niyetiyle mi açık düğmesinin üstüne iliştirdiği güneş gözlükleri… Pek yaklaşamıyorum da, ağır parfümü başımı ağrıtmaya fazlasıyla yetiyor. Arkasına geçsem fark etmemesi mümkün değil, aksi gibi diğer kasalar da kapalı. Sesimi çıkaramıyorum. Birden genç kızın teki yanımda belirip sırada mısınız diye soruyor, boş bulunup hayır cevabını verince sevinerek önüme geçiyor, sepeti tıka basa dolu.

Ayten o kısık sesimi nasıl duyduysa arkasına dönüp çığlığı basıyor akşam akşam. Yine Esma’yı sorarak muhabbetin altını seriyor, giriş belli. Gelişmede konu, kocası Ayhan Bey’in huyunun suyunun değişmesi ve sonuç, evi berbat etmişler ama baba oğul, öğretmenin verdiği ödevi nihayet tamamlamışlar. Cep telefonunu açıp fotoğrafları gösteriyor. Kasiyer, Ayten’in satın aldığı ürünlerin barkodunu okutmuş, ödeme yapmasını istiyor. Ayten kartını cüzdanında bulamıyor. Para da almamış. İmdadına yetişiyorum. Ayhan’ın emekli maaşı gecikti, yatırsınlar da hemen… Acelesi yok diyorum. Hayırlı akşamlar. Ceketiniz pek hoş diyor omzuma hafifçe dokunarak, genç gösteriyor sizi.

Kadının kompliman ustası dudakları, benim avurtları çökmüş yanaklarım kıpkırmızı. Esma’nın emanet selamını söylemiyorum, başıma çorap örecek.

Poşetleri yüklenip apartmanın merdivenlerine abanıyorum. Asansör bozuk. Aidatını vaktinde vermeyenler yüzünden. Bir dahaki seçimde adaylığımı koymazsam… Zile basmadan oğlum kapıyı aralıyor, bacaklarıma sarılıyor. Beni balkondan görmüş, nasıl mutlu.

Sofra hazır değil mi, yardım edeyim mi diyorum geldiğimi duyup mutfak kapısında beliren Esma’ya. Marketten getirdiklerime göz atarak yüzünü buruşturuyor.

“Önce çocuğun dersi, yemek falan yok!” diyerek hevesimi karartıyor, “Göbeğin almış başını gidiyor, haberin var mı? Bak haberlere, Filistinlilerden biraz utan.”

Mutfağın ortasına sofra bezini sermiş, üstüne yer sofrasını açmış. Kırtasiye malzemeleri hazır, Ali kollarını sıvamış. Bismillah diyerek işe koyuluyoruz. Kesme biçme benden, eşim yapıştırmaya bakıyor. Oğlum şehir planlamacısı, emir yağdırıyor habire. Gayretlenmiş. Ciddiye alınmak yavru kediyi aslan parçasına çeviriyor. Hastane şöyle büyükçe olsun, şurada dursun. Eczane yanında. Çocuk parkında tahterevalli, salıncak, kaydırak. Yol boyunca efil efil ağaçlar. Ve okul, bahçede öğrenciler koşturuyor. Binanın bitişiğinde ise bayrak direği. Bayrakta kırmızı, beyaz, yeşil ve siyah renkler. Nasıl yani?

“Baba, öğretmenimiz en sevdiğiniz şehrin maketini yapın demişti ya, ben de Gazze’yi seçtim.”

Fesuphanallah. Nicedir çocuğu atlatmışız, aklı ermiyor sanmışız ha. Bilseydim…

“Murat var ya baba, sıra arkadaşım hani. Gözlüklü, tombul olan çocuk. Annesiyle babası İstanbul’un maketini yapmışlar. Sabahleyin okulda bana anlattı. İstemiyormuş. Hep ağladı bugün.”

Eşim araya giriyor. “Ayten’in oğlu olan Murat mı?”

Çenemi tutamıyorum. “O, evet, annesiyle markette karşılaştık bu akşam.”

Esma makası parmaklarına geçirip üstüme yürüyor. Kâğıt olsam kesip biçecek, değilsem de gözüm parlak demirden korkuyor.

“Selamını söylemedim ki hayatım,” desem ne fayda.

“Şu getirdiğin poşetler nerde? İnşallah Ayten’in eli değmemiştir, ha?”

Kuyruğumu kıstırıp Esma’nın suyuna gidiyorum. Fırtına kopmuş, yağmur duasına çıkılmaz.

Ali tam zamanında maket şehrini kucaklayıp olay mahallinden uzağa, odasına taşıyor. Koşa koşa dönüyor yanımıza.

“Allah! En sevdiğim şey!” diyerek sofraya oturuyor. Akşam yemeğimiz mısır gevreği ve yanında sütten ibaret. Esma’nınki yaş pasta. Şu Ayten denen kadın habire karşıma çıkmasa, ayarımızı bozmasa. Diyorum, iyi ki çocuklar var, yoksa dünyanın çatısı başımıza yıkılırdı.

Fakat tehlike geçmemiş. Ertesi gün Ayten’in borcu için ta eve kadar… Esma’nın haberi yoktu ki… Sordu, inkâr etmedim. Acıyana acınmaz dedi, gece gece bana kapıyı gösterdi. Birkaç gün ananın yanında kal da akıllan. Eminim, o ara bozucuyla oturup kahvelerini höpürdeterek içmişlerdir, eşlerini birbirlerine çekiştirip rahatlamışlardır, bir güzel de kikirdemişlerdir. 


Ahmet Yılmaz

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page