Ağustosta bazen, boş oturmaktan yorgun düşer, kavurucu öğleden sonraları erkek ve kız kardeşimle birlikte arka bahçedeki meşe ağacının koyu gölgeliğinin altında toplanır, Noel hakkında konuşur, şarkıları söylerdik. Bir defasında, böyle bir oturumdan sonra, şarkıların nağmeleri hâlâ sıcaktan parıldayan havada salınırken ağaç eve tırmandığımı, uzunca bir süre orada tek başıma oturduğumu hatırlıyorum.
Erkek kardeşim yukarı seslendi.
“Ne yapıyorsun?”
“Düşünüyorum,” diye cevap verdim.
“Ne düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Eee, ne düşündüğünü bilmeden nasıl düşünebiliyorsun ki?”
Kardeşimle konuşmak istemiyordum. Zamanın gizemiyle ilgili ilk mucizeyi tecrübe ediyordum. Şimdi buradaydım; bu ağaç evde, bu ağustos gününde, bu öğleden sonra, bu sıcaktan kavrulmuş, zevksiz bahçede, ailemizin yaz hallerinden bıkmış usanmış bir halde. (Küçük Kadınlar’ı ikinci defa okumuştum. Sonra Hans Brinker ve Gümüş Patenleri, Küçük Erkekler’i ve Deniz Altında Yirmi Bin Fersah’ı. Sinema dergilerini de okumuştum. Hatta Kadınların El Kitabı’ndaki bütün aşk öykülerini okumaya bile çalışmıştım. Her şeyden çok sıkılıyordum.) Bu nasıl olabilirdi, ben bendim, ben şimdi şimdideydim ama dört ay sonra nasıl Noel olacaktı, kış mevsimi, soğuk hava, alacakaranlık, sonra bütün ihtişamıyla Noel ağacı nasıl olacaktı? Şimdi ve sonra ile ilgili kafam karışmıştı. Dirseğimin içini başparmağımla işaret parmağımın arasında küçük bir kir topağı oluşana kadar ovaladım. Bu ağustos günü öğleden sonra, ağaç evdeki şimdiki ben, kışın, şömine ışığının ve Noel ağacının yanındaki benle aynı olabilir mi? Merak ediyordum.
Kardeşim sorusunu tekrar etti: “Düşündüğünü ama ne düşündüğünü bilmediğini söylüyorsun. Orada gerçekten ne yapıyorsun? Gizli gizli şeker mi yiyorsun yoksa?”
Eylül geldi, annem sandığı açtı. Geçen yıldan kalma kışlık montlarla kazakları giyip hâlâ üzerimize oluyorlar mı diye baktık. Annem üçümüzü çarşıya götürüp yeni ayakkabılar, okul giysileri aldı.
Eylül ayında bir pazar günü Noel daha da yakınlaşmıştı. Babam bizi arabaya doldurup tozlu toprak yollardan geçerek kara mürver çiçekleri toplamaya götürdü. Babam mürver çiçeklerinden şarap yapardı. Sarı beyaz bir şaraptı, ölgün kış güneşi renginde. Keskin, buruk bir tadı vardı. Aslında, bazı seneler sirkeye dönüşürdü. Şarabı Noel zamanı meyveli kekle misafirlere ikram ederdik. Kasım ayında pazar günleri ormana gittik, yanımızda, büyük bir sepet içinde kızarmış tavuk yemeği, bir termos sürahi, kahve için demlik götürdük. Kasabanın yakınındaki çam ormanlarında keklik üzümleri topladık. Bu kırmızı meyveler upuzun, rüzgarla uğuldayan ağaçların çevresine kaygan bir halı gibi yayılmış parlak kahverengi çam iğnelerinin altına saklanarak büyürdü. Parlak olanları Noel süslemelerinde kullanılırdı, suyun içinde bütün mevsim boyunca tazeliklerini korurlardı.
Aralık ayında, şehir merkezindeki dükkânların vitrinleri oyuncaklarla dolup taşmıştı.
Noel hediyelerimizi almamız için kardeşlerimle bana, her birimize, ikişer dolar verildi. Biz de on sentlik dükkânlara koşup, misketler, kalem kutuları, suluboyalar, saten mendil tutacakları arasından hediyelerimizi seçtik. Hepimiz ağzımıza atmak için şeker tezgahından beş sentlik, bir topak sütlü çikolata alıp, sonra bir reyondan diğerine, bir seçimden ötekine yorgun argın koşturduk. Zorlayıcı bir koşturmaca oldu, sonunda-birkaç öğleden sonraya mal oldu-ucuzcu dükkânları alınan hiçbir şeyi geri almaz ya da değiştirmezdi.
Annem meyveli kek yaptı. Ailedeki herkes haftalar boyunca ceviz ve pikan ayıkladı. Pikanların acı zarını çıkarmaya özen göstermek gerekirdi, insanın ağzında nahoş tüyler bırakırdı. Artık bademlerin kabuklarını çıkarma işini yapmama izin verilmişti. Haşlanmış bademleri parmaklarımın arasında sıkarken bazen bazıları tavana çarpıyor, ya da odanın içinde oraya buraya sıçrıyorlardı. Annem ağaçkavununu dilimledi, ananası, hurma ve incirleri kristalize etti. Sonra şekerlendirilmiş vişneleri ekledi. Tepsileri süslemek için kahverengi kâğıtlardan şeritler kestik. Pastalar genellikle karışık meyveli olur, biz okuldayken de fırına konurdu. Öğlenden sonrayı biraz geçe hazırlanmış olurdu hepsi, sonra kahvaltı masasının üstünde beyaz peçetelere sarılır, daha sonra brendi içinde ıslatılırdı. Bu meyveli pastalar kasabamızda çok meşhurdu. Annem sık sık Noel hediyesi olarak verirdi. Bir misafir geldiğinde, hep ince bir dilim meyveli pasta, şarap ve kahve ikram edilirdi. Bir dilim meyveli keki pencereye ya da şöminenin ateşine doğru tuttuğunuzda dilimin şeffaf olduğunu, ağaç kavununun soluk yeşil rengini, sarı ve kırmızıyı, kilisemizin pencerelerindeki zenginlik ve parıltıyı gördüğünüz gibi görürdünüz.
Babam kuyumcuydu. Dükkânı Bütün Noel haftası boyunca gece yarısına kadar açık tutardı. Ben, en büyük çocuk olarak, babam eve gelene kadar, annemle geç saate kadar oturabiliyordum. Annem, “evde bir erkek” olmayınca hep tedirgin olurdu. Babamın işi sebebiyle gittiği Atlanta’da kalması gerektiğinde, ya da bunun gibi ender durumlarda biz çocuklar silahlarımızı kuşanır, çekiç, testere ve İngiliz anahtarını ellerimize alırdık. Endişeleriyle ilgili sıkıştırıldığında, annem “hapishaneden kaçan suçlulardan ya da akıl hastalarından” korktuğunu ifade ederdi. Hiç hapishaneden kaçan suçlu görmemiştim ama bir keresinde bir “akıl hastası” evimize gelmişti. Çok çok yaşlı bir kadındı, şık tafta bir elbise giymişti. Annemin ikinci kuzeni de bir keresinde evinden taşınmıştı, huzur dolu bir pazar sabahı bize gelip evimize hep bayılmış olduğunu, ölünceye kadar bizimle yaşamak istediğini söylemişti. O bizim verandada sallanan sandalyede sallanırken oğulları, kızları ve torunları etrafına toplanıp, saatlerce yalvardılar. Sonunda ikna olup gitti, hiç de gönülsüz değildi. Çocukları onu arabayla gezdirmeyi, sonra da dondurma almayı teklif etmişlerdi. Noel haftasında geceleri hiçbir şey olmadı. Ama ben kendimi büyümüş hissediyordum. Güven ve itibarla birdenbire olgunlaşmıştım. Annem Noel Babanın küçük çocuklara getirdiği hediyelerin ne olduğunu bana söylemişti. Noel hediyelerinin nerede saklandığını biliyordum zaten. Ama annem bana bir de kardeşlerimi izleme görevi vermişti, arka odadaki dolaba ya da annemlerin odasındaki gardıroba yaklaşmamalarını sağlayacaktım.
Noel arifesi en uzun gündü. Ama ertesi günün pırıltısıyla uyumlu geçiyordu. Oturma odası yer cilası ve tertemiz ladin ağacı kokuyordu. Noel ağacı öndeki odanın köşesine yerleştirilmişti. Boyu tavana kadar uzanıyordu. Görkemliydi, henüz süslenmemişti. Bu bizim aile geleneğimizdi, Noel arifesi gecesi, çocuklar yatana kadar, Noel ağacı süslenmezdi bizde. O akşam çok erken yattık, kış karanlığı basar basmaz. Yatakta kız kardeşimin yanına uzandım, onu uyanık tutmaya çabalıyordum.
“Noel Baba ne getirmiştir, tahminde bulunmak ister misin yine?”
“Çok fazla tahminde bulunmadık mı zaten?” dedi.
Uyudu. İşte gene bir soru vardı kafamda. Ben saatler, saatler boyunca karanlıkta uyanık halde dururken, kardeşim gözlerini açtığı zaman nasıl Noel olabilecekti? Zaman her ikimiz için de aynıydı. Ama aynı zamanda hiç de aynı değildi henüz. Bu neydi? Böyle bir şey nasıl olabiliyordu? Sonra Beytüllahim’i, vişneli şekerleri, İsa’yı, havai fişekleri düşündüm. Uyandığımda karanlıktı. Noel günü saat beşte kalkmamıza izin vardı. Ama daha sonra, babamın saatle oynayıp değiştirdiğini öğrendim. Saat aslında beş değil, altıydı. Neyse, zaten ortalık hâlâ karanlıktı hep. Mutfak sobasının yanında giyinmek üzere harekete geçtik. Kural şuydu: Noel ağacının yanına gidebilmemiz için önce giyinmemiz, sonra kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Noel sabahı kahvaltıda hep havyar, salam ve yulaf lapası yerdik. Her lokmamı büyük bir sinirle çiğniyordum. Oturma odasında ağzına kadar dolu en azından üç kutu şekerleme varken kim kahvaltıda karnını doyurmak isterdi ki? Kahvaltıdan sonra, sıraya girdik, Noel şarkıları başladı. Oturma odasının kapısına doğru sırayla ilerlerken çıplak seslerimiz gizem dolu bir şekilde yükseldi. Şarkı, bitmeden, neşeli ve toy çığlıklarımızla sona erdi.
Noel ağacı, mumla aydınlatılmış görkemli odada parıl parıl parlıyordu. Altında bisikletler, yumuşak kâğıtlara sarılmış paketler vardı. Şöminenin üstüne asılı çoraplarımız, portakal, fındık ve küçük hediyelerle doldurulmuştu. İlerleyen saatlerde cennette gibiydik. Pencerede şafağın mavisi giderek parlaklaştı, mumlar söndürüldü. Saat dokuza geldiğinde, tekerlekli hediyelerimize binmiş, hediye edilen giyeceklerimizi giymiştik. Daha sonra komşu çocuklara gittik, onlar da iadeyi ziyarete geldiler. Uzak semtlerden yetişkin akrabalarımız, kuzenlerimiz geldi. Bütün bir sabah boyunca hep çikolata yedik. Saat iki ya da üçte Noel yemeği başladı. Yemek masası çeşit çeşit yaprakla süslenmiş, üzerine Şam işi, gül desenli en iyi keten örtü serilmişti. Babam herkesi duaya davet etti, sonra ayağa kalkıp hindiyi dilimledi. Salata, pirinç ve hindi sosu ikram edildi. Kesme cam tabaklarda sunulan köpüklü jöleler muhteşem, şarabın tadı şenlik içinde geçen ziyafete layıktı. Tatlı olarak her zaman ya şaraplı sütlü tatlı veya şarlot ya da meyveli pasta sunulurdu. Yemek bittiğinde, öğleden sonra da hemen hemen sona ermiş olurdu.
Alacakaranlıkta, evin önündeki merdivenlere oturdum. Aşırı mutluluktan yorgun düşmüştüm. Midem bulanıyordu, berbat haldeydim. Yanımızdaki evin oğlu üzerinde yeni Hintli giysileriyle sokağın aşağısına doğru patenleriyle kayarak gitti. Bir kız canavar gibi çatırtılı sesler çıkararak etrafında döndü. Erkek kardeşim elindeki maytapları salladı. Noel sona ermişti. İlerideki Zamanın tekdüzeliği üzerine düşündüm. Daha cansız şenliklerin uzak pırıltılarıyla teselli bulamıyordum. Bir sonraki Noel’e kadar yıl upuzun sürecekti-sonsuzluk.
Carson McCullers
Çeviri: Nurgök Özkale
コメント