top of page
  • Yazarın fotoÄŸrafıİshakEdebiyat

Öykü- fayrapziya- Saudade

Bu şehrin kalabalığı artık iyice çığırından çıktı diye düşündü kaçırmamak için peşinden koştuğu toplu taşıtın kapı kapanma sesinin eşliğinde içine adım atarken. Küçüklüğünde izlediği deterjan reklamlarından zihnine yer eden o çirkin suratlı mikropların büyük ihtimalle volta attığını düşündüğü tutamaçlara tutmadan ayakta kalmasını sağlayan kalabalıktan memnuniyet duydu, o kalabalıkta ilk duyumsadığı şeydi bu. Gülümsedi. Sol çaprazında ayakta duran kadının anlık sorgular bakışlarını ve ardından güç bela da olsa hızlıca öteki tarafa dönüşünü gördüğünde, bu gülümsemeden farklı bir anlam devşirdiğini fark etti. Önündeki koltukta yüzü kendine dönük oturan yaşlı amca ise, öncesinde dudak kıvrılışı ile başlayan ve gülümseme olarak nitelendirilebilecek görünümün, giderek dişlerin gözüktüğü ve sadece dişlerin gözükmesi ile kalmayıp yıllar önce ameliyatla alınmış bademciğin daha da belirgin hale getirdiği boğaz boşluğunun görüntüsü eşliğinde sessiz bir sarsılmaya dönüştüğünü gördüğünde, şaşkınlığını gizleyemeyecek denli yadırgar bir hale büründü. Bunu da fark etti ve sarsıla sarsıla gülerken sessiz kalmak da zor şey diye düşündü bu sefer, gülüşünün sönümleniş çağında. Eskiden olsa sıkıntı duyardı içine düştüğü durumdan. Yanlış anlaşılmayı hiç sevmezdi zira. Yanlış anlaşılmayı sevmeyişi berdevamdı lakin durumun mutlak bir ikilikte ele alınamayacağını fark edeli de hatırı sayılır bir zaman olmuştu. Yanlış anlaşılmamak, doğru anlaşılmak anlamına gelmezdi ki! Doğru anlaşılmanın da ne denli zor olduğunu fark ettiğinden beri yanlış anlaşıldığı durumlara eskisi denli üzülmüyordu. Yanlış anlaşılmayı giderip yerine ne koyacaktı? Hayır ben size gülümsemedim hanımefendi, bir düşüncem sebebiyle idi gülümseyişim; kusura bakmayın bey amca, az önceki minicik anda hayatın özü olarak addettiğim çelişki durumunu deneyimledim de, ona gülmüştüm. Yok, bunların bir faydası olmayacağını, hatta konuştukça daha da çıkmaza gireceğini ve üstelik yanlış anlaşılma ihtimallerini artırmış olacağını biliyordu. Zihni adeta bir gayya kuyusuna döndüğünden, düşünceleri ve duyguları arapsaçı gibi olduğundan beri biliyordu bu çıkmazları. Kuyu, saç… Rapunzel olsaydım kuleden prensime uzatacağıma saçlarımı, kuyunun tepesinden Yusuf’a uzatırdım diye düşündü. Daha önce hiç uzatmadığı saçlarını, onlar dökülmeye başladıktan çok sonraları uzattığını fark etti peşinden. Üzüldü. Tekrardan güldü ama bu sefer kendini tutmaya gayret ederek. Güldü zira, mantık ile hayal mi kurulur, böyle düşüneceksen, bir kere en başta senin Rapunzel gibi saçların olamaz ki dedi kendine. Onun hayalleri böyleydi işte, hep olduğu yerden başlardı, olmadığı yerlere giderken de ihtimalleri gözetirdi. Zaten, tıpkı bu hayal ile mantık çelişkisi gibi bir noktadan çıkmamış mıydı bütün bu bilinç akışı? Taşıta binmeden birkaç saniye önce kalabalıktan tiksinirken, bindiğinde o kalabalıktan memnun olması çelişkisiydi onu öyle güldüren. Çelişkilerim de olmasa şu gariban dudaklarım nasıl gülümserdi ki diye düşündü. Bu sefer gözleriyle güldü. Taşıt son durağa gelince insanlarla beraber indi.

Söğütlüçeşme Caddesi'nden boğaya doğru hızlı adımlarla çıkmaya başladı. Terleme ile üşüme ayrımının silikleştiği bir sonbahar günüydü ve tam karşısından vuran güneşle beraber hızlı yürümenin etkisi birbirine eklenince terlemeye başladığını hissetti. İnsan trafiğinde tıkanmamak için araba yolunun kenarından yürümeye devam ediyordu ve arabalar yanından vızır vızır geçerken keşke bir tanesi bana çarpsa da intihar etmemiş olarak ölsem diye düşündü o an. Bu sırada bir kamyon, kol açımından da kısa bir mesafe ile yanından geçince korktu. Kaldırıma çıktı. Boğanın yanına vardığında saatine baktı ve gösterime yirmi dakika kaldığını fark edince adımlarını daha da hızlandırarak Bahariye’ye daldı. Kaldırımların kalabalık olduğunu gördüğünden tramvay yolundan ilerledi. Arada arkasına da bakıyordu, tramvay tek yönlüydü burada ve gelecekse arkasından gelirdi. Gözüne güvenmek zorundaydı zira kulağında kulaklık, sözlerini çok beğendiği bir parçayı bilmem kaçıncı kez dinliyordu o sırada. O kadar çok dinlemişti ki bu parçayı, artık sözlerinden ziyade müziğin ritmi ve vokalin tonu idi kendisini ona bağımlı kılan. Bir otomat gibiydi o parçayı dinlerken, belirli bir parça çalınırken o parçayla özdeşleşen duyguların açığa çıktığı bir otomat. Aslında Pavlov’un köpeği gibiydi de diyebiliriz. Burada Pavlov’un köpeğiydi lakin, çoğu zaman köpekti, Pavlov’dan bağımsız. Güzel uluyordu acı çektiğinde.

O sırada yanından geçen köpeği gördüğünde, her torununa ayrı ayrı taktığı lakaplar ile seslenen dedesinin küçükken onu köpek diye çağırdığını hatırladı. Çok sonraları, dedesi rahmetli olduktan sonra, bir gün bu konu açıldığında teyzesi, dedesinin ona nazar değmemesi için böyle seslendiğini, en sevdiği torunu olduğunu söylemişti. İnanmamıştı tabi ki buna. Hem nesi vardı köpekliğin. Dedesi Atatürk gibi öngörülü adammış işte; gece yarılarında sokaklarda bulduğunda kendisini, diğer sokak köpekleriyle beraber ulurdu o da. Aklına uluduğu bu geceler gelince, aslında Alman kurdu gibi bir şeyim diye düşündü ilkin. Ama yok, Alman kurdu olabilecek kadar asil değilim dedi kendine. Faşist. Hem Alman kurdu olabilecek kadar güzel de değilim diye düşündü ardından. Egoya da geldi. Halbuki bir an önce gösterime gitmesi gerekiyordu. Tramvayı kontrol etmek için tekrar arkasına baktı. O sırada, eski dönemlerde baskın olan duyunun görmek değil duymak, hatta daha da eskilerde dokunmak olduğu geldi aklına. Bir yerde okumuştu bunu ama o sırada aklına gelmedi nerede okuduğu. Eh, kulaklık diye bir gerçek vardı artık, hem dokunmak da enikonu hükmünü yitirmişti zira çirkin suratlı mikroplar her yerdeydi. Yapmasaydınız o reklamları, travması olmasaydınız o yaştaki çocuğun! Travmalar ve tramvaylar.

Kadıköy Sineması’nı geçince sola döndü. Hafif yokuş aşağı olan sokaktaki eğimin de desteğiyle adımlarını biraz daha hızlandırdı. Birkaç dakika içerisinde Sinematek’e vardı. Kısa bir duralamadan sonra buruk bir halde gösterimin yapıldığı soldaki binaya girdi. Alt kattaki salonun kapısına gelince, kapıda izleyicilerden bekleyen olmadığı için sıra beklemek zorunda kalmadan doğrudan bilet kontrolörüne yöneldi ve cebinden telefonunu çıkardı. Bilet göstermek için uygulamayı açarken neden yürürken açmadım ki bu uygulamayı diye geçirdi içinden. Gündelik hayatındaki totaliterlikler. Kontrolör biletlerin karekodunu okuttu elindeki alete. Onaydan sonra ekrana daha dikkatli baktı ve tam salona girmek üzereyken kendisine, başka birinin gelip gelmeyeceğini, ona göre kapıyı kapatacağını sordu. Soruya hayır cevabını verdi. Yerine geçmek için arkasını dönerken ağırdan aldı. Hatta o an için uzun sayılabilecek kadar uzunca baktı kontrolörün gözlerine. Kontrolör kapıyı kapatırken arkasını döndü, geçip yerine oturdu. Koltuğuna buruldu sessizce. Her defasında aynı şey oluyordu. Tiyatro gösterimine, film gösterimine, bir galeriye ya da bir müzeye ne zaman gitse, alınan iki kişilik bileti gösterdiğinde kendisine yönelen anlık garipseyici bakışlar ile karşılaşırdı. Bir kişi bile sormazdı şu basit soruyu: Neden? Neden iki kişilik bilet aldınız? Amacı insanların bu soruyu sorması değildi aslında. Ajitasyon hiç değildi. Ufak da olsa bir merhametti onun dilendiği, asıl merhamet kaynağından yoksun. Bu yoksunlukta, kaynağa dair ritüellerini adeta dini bir saygıyla, titizlikle ve daha da önemlisi, adeta dini bir umutla yapardı. Nereye giderse gitsin, biri tam biri öğrenci iki bilet alır, -kendisi öğrenciydi hâlâ- ve yol boyunca, gerçekleşmeyeceğini bildiği bir olayın hayalini kurardı. Bu öyle bir umuttu işte, mantıksal olarak ele aldığında inanamadığı, duygusal olarak ele aldığında ise derin bir inanç içerisinde olduğu. İki kişilik bilet, onunla denk gelmesini sağlayacak bir enerji yaratacaktı sanki. Sanki, varmak için bindiği toplu taşıttan inip de her nereye gidecekse oraya doğru adımlarken, yolun bir kenarında ya da bir köşe başında rastlayacaktı ona. Totemler. Dokunmaktan ve duymaktan ziyade görme ağırlıklı yaşadıkça uzaklaştığı eski çağlara; dokunmaktan ve duymaktan ziyade düş ağırlıklı yaşadıkça uzaklaştığı ona, bu totemlerle yakınlaşıyordu bir nevi.

Film gösterimi bitince bir süre koltuğunda oturdu. İnsanların salonu ve binayı boşaltmasını bekledi. Salon görevlisinin bakışlarının ardından yerinden kalkıp kapıya yöneldi aylak bir tonda. Ritim ve ton. Aylaklığın çağrıştırdığı duygular. Eve gidip başını yastığa koymadan önce, ayakları yine aynı yere gidecekti, biliyordu. Aylak bir ritimde, gecenin bütün metaforlarıyla oluşturduğu o ton içerisinde, aynı köşe başına geçip aynı binaya bakacaktı. Ertesi sabah koşturulacak şeyler vardı elbette, bu yüzden ilk gecelerden sonra kendisine sınır koymuştu. Bir sigara içimi kadar. Sigara lineer bir çubuktu belki, ama bir sigara içimi zaman döngüseldi. Dün, bugün ve yarın yoktu. Hep aynı gecede, hep bir sigara içimlik bir zaman vardı. İsa’dan Sonra bilmem kaçıncı yıl. Ayrıldıktan sonra bilmem kaçıncı bir sigara içimlik zaman.


fayrapziya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page