Boris az önce bana görüşlerini özetledi. Tam bir iklim kâhini. Kötü havanın devam edeceğini söylüyor. Daha çok felaket, daha çok ölüm, daha çok çaresizlik olacak. Hiçbir yerde en ufak bir değişiklik emaresi yok… Ölümün zindanına doğru hep birlikte yan yana yürümeliyiz. Kaçış yok. Hava değişmeyecek.
Yengeç Dönencesi
Aşağıda Köfte Mulligan’ın kiradan kurtulma partisi kırkıncı saatine giriyordu. Mutfak zemininde, yetmiş beşlik boş şampanya şişeleriyle dolu bir çöpün ortasında, Sandor Rojas ve üç arkadaşı okyanusta tükürük oynuyor, Heidseck ve benzedrin haplarıyla uyanık kalıyorlardı. Oturma odasında Duke, Vincent, Krinkles ve Paco çöp kutusunun üstüne tutturulmuş 15 inçlik bir hoparlörün üzerinde çömelmiş Kiev’deki Kahramanlar Kapısı’nı 27 watt’la dinliyorlardı. Hepsi, kemikten güneş gözlükleriyle ve dikkatlerini tamamen vermiş bir halde, tahmin edebileceğiniz gibi, içinde tütün yerine Hint kenevirinin karıştırılmış bir hali bulunan komik görünümlü sigaralarını tüttürülüyorlardı. Bu grup Duke di Angeles dörtlüsüydü. Yerel bir plak şirketi olan Tambu için bir kayıt yapmış ve çıkardıkları 10 inçlik LP’ye “Uzaydan Şarkılar” ismini koymak zorunda kalmışlardı. Zaman zaman içlerinden biri küllerin dansını izleyebilmek için sigarasını hoparlörün önüne silkiyordu. Köfte’nin kendisi pencerenin kenarında, boş bir Magnum’u oyuncak bir ayı gibi göğsüne bastırarak uyuyordu. Dışişleri Bakanlığı ve NSA gibi yerlerde çalışan birkaç memur kız kanepelerde, sandalyelerde ve bir durumda banyo lavabosunda kendilerinden geçmişti.
57 Şubat’ının başlarıydı ve o zamanlar Washington DC civarında, sizinle her tanıştıklarında bir gün mutlaka Avrupa'ya gideceklerini söyleyen ama şu aralar devlete çalıştığını fark edeceğiniz bir sürü Amerikalı gurbetçi vardı. Bunda herkesin görebildiği hoş bir ironi vardı. Örneğin yeni katılan kişilerin, aynı anda üç-dört dilde konuşamazsa görmezden gelindiği çok-dilli partiler düzenlerlerdi. Haftalarca sektirmeden Ermeni Şarküterisi arar, sonra da sizi duvarları boğa güreşi afişleriyle kaplı minik mutfaklarında bulgur ve kuzu yemeye davet ederlerdi. Georgetown'da ekonomi okuyan ateşli Endülüs ya da Midi kızlarla birlikte olurlardı. Mabetleri Wisconsin Caddesi'nde Old Heidelberg adında bir üniversite Rathskeller'ıydı ve bahar geldiğinde ıhlamur ağaçları yerine kiraz çiçeklerine razı olmak zorunda kalıyorlardı ama uyuşuk da olsa hayatlarının onlara heyecan verdiğini söylüyorlardı.
Bu arada Köfte'nin partisi yeniden canlanıyor gibiydi. Dışarıda yağmur vardı. Yağmur çatıdaki katran kağıdından sıçrayıp saçakların altındaki tahta çörtenlerin burunlarından, kaşlarından ve dudaklarından ince çatlaklar halinde akarak pencerelerin camlarında salya gibi süzülüyordu. Bir gün önce kar yağmıştı, ondan önceki gün şiddetli rüzgâr vardı, ondan önce ise takvim şubat başlarını göstermesine rağmen güneş şehri nisanmış gibi parıl parıl parlatmıştı. Bu sahte bahar Washington için tuhaf bir mevsimdi. İçinde bir yerlerde Lincoln'ün Doğum Günü ve Çin Yeni Yılı, bir de sokaklarda bir parça hüzün vardı çünkü kiraz çiçekleri hala haftalarca görünmeyecek ve Sarah Vaughan'ında belirttiği gibi, bahar bu yıl biraz geç kalacaktı. Genellikle hafta içi öğleden sonraları Eski Heidelberg'de toplanıp Würtzburger içen ve Lili Marlene'i söyleyen (The Sweetheart of Sigma Chi’den bahsetmiyorum bile) gruplar kaçınılmaz ve ıslah olmaz bir şekilde Romantik oluyor ve her iyi Romantik'in bildiği gibi, ruh (spiritus, ruach, pneuma) özünde havadan başka bir şey değildir, atmosferin bozukluklarının onu soluyanlarda tekrarlanması de gayet doğaldır. Öyle ki, kamusal bileşenlerin - tatiller, turistik yerler - üzerinde ve ötesinde, sanki bu periyod yılın fügünde stretto bir geçişmiş gibi iklimle ilgili özel dolambaçlıklar vardır. Gelişigüzel hava, amaçsız aşklar, beklenmedik taahhütler, fügde kolayca tüketilebilecek aylar, çünkü işin garibi, daha sonra şehirde bu rüzgarlar, yağmurlar, şubat ve martın tutkuları sanki hiç yaşanmamış gibi asla hatırlanmayacaktır.
The Heroes'Gate'in son bas notaları da zeminden yukarı doğru gürledi ve Callisto'yu rahatsız uykusundan uyandırdı. Farkına vardığı ilk şey elleri arasında, vücuduna doğru nazikçe bir şekilde tuttuğu küçük bir kuştu. Yastıktaki başını, kuşun mavi kambur kafasını ve yumuk hasta gözlerini görebilmek için gülümseyerek yana çevirdi. İyileşmesi için daha kaç gece onu sıcak tutması gerekiyordu acaba? Kuşu üç gündür böyle tutuyordu. Sağlığına kavuşabilmesi için bildiği tek yol buydu. Yanındaki kız kıpırdandı ve sızlandı, kolu yüzüne geldi. Yağmurun sesiyle deve tabanları ve küçük palmiye yapraklarına saklanmış diğer kuşların, geçici ve huysuz sabah sesleri duyuluyordu. Bu Rousseauvari fantezideki sarı, mavi, kırmızı lekeli parçalar ve bu sera cangılını ilmek ilmek tamamlamak yedi yılını almıştı. Şehrin kaosunda havanın, siyasetin ya da herhangi bir sivil kargaşanın kaprislerine uzak, hava geçirmez bir düzenlilik bölgesiydi. Callisto, deneme yanılma yoluyla ekolojik dengeyi, kızın yardımıyla da sanatsal uyumu mükemmelleştirmişti. Öyle ki seradaki bitki yaşamının salınımlarıyla insan ve kuş sakinlerinin hareketleri mükemmel çalışan bir dönencenin ritimleri kadar birleşikti. Elbette artık onlar (Kız ve Callisto) o mabetten ayrı kalamazlardı, onun bütünlüğü için gerekli hale gelmişlerdi. Dışarıdan ihtiyaç duydukları şeyler getiriliyordu, onlar dışarı çıkmıyorlardı.
“O iyi mi?” diye fısıldadı kız. Sarımsı kahverengi bir soru işareti gibi uzanarak aniden büyümüş, kara ve yavaşça kırptığı gözleriyle ona bakıyordu. Callisto parmağını kuşun boynunun dibindeki tüylerin altında gezdirerek nazikçe okşadı. “İyi olacak galiba, bak arkadaşlarının uyanmaya başladığını anlıyor.” Kız daha uyanmadan yağmuru ve kuşları duymuştu. Adı Aubade idi. Yarı Fransız yarı Vietnamlıydı ve bulutların, ateş ağacı kokusunun, şarabın o keskin tadının ve kalçasının üstünde kazara gezinen parmakların ya da göğüslerine dokunan tüylerin onu kaçınılmaz olarak bir sesin -uyumsuzluğun uluyan karanlığından aralıklarla ortaya çıkan bir müziğin sesinin- kurallarına indirgediği tuhaf ve yalnız dünyasında yaşıyordu. “Aubade, bir bak,” dedi Callisto. Kız itaatkâr bir şekilde kalktı, cama yaslanıp perdeyi çekti, bir süre sonra, “37, hala 37,” dedi. Adam suratını astı.
“Salıdan beri,” dedi, “Değişiklik yok” Tıpkı Henry Adams’ın, kendisinden üç nesil önce güç karşısında şaşkına döndüğü gibi Callisto da şimdi kendisini, o gücün içsel yaşamı olan termodinamik karşısında hemen hemen aynı durumda buldu ve selefi gibi Meryem Ana ve dinamonun gücü olduğu kadar sevgiyi de temsil ettiğini, ikisinin de gerçekte özdeş olduğunu, aşkın sadece dünyanın dönmesini sağlamadığını, aynı zamanda Boccie topunu çevirip nebulayı harekete geçirdiğini fark etti. Onun canını sıkan da bu ikinci ya da yıldızsı unsurdu. Kozmologlar evren için nihai bir ısı ölümü öngörmüşlerdi. (Limbo gibi bir şey, biçim ve hareketin ortadan kalktığı, ısı-enerjisinin her noktasında aynı olduğu bir yer) Meteorologlar ise günden güne değişen sıcaklık verileriyle güven vererek çeliştikleri bu tezi baştan savıyorlardı.
Ancak, değişen hava koşullarına rağmen cıva üç gündür 37 derece Fahrenheit'ta takılmıştı. Kıyamet alametlerine tok olan Callisto, örtünün altında yer değiştirdi. Parmakları, sanki bir nabza ihtiyacı varmış ya da erken bir sıcaklık değişiminden muzdaripmiş gibi kuşu daha fazla sıktı.
Şarkıdaki son zil vuruşuydu. Çöp sepetinin üzerinde senkronize şekilde kafa sallama biterken Köfte sersem bir halde normal dünyaya savruldu. Son tıslama bir süre odada oyalandı sonra dışarıdaki yağmurun fısıltısında eridi. Sessizliğin içinde “Aaahhh," diye bağırdı Köfte boş Magnuma bakarak. Krinkles ağır çekimde döndü, gülümsedi ve bir sigara uzatarak, “Çay vakti adamım,” dedi. “Hayır, hayır,” dedi Köfte, “Size kaç defa söylemem gerekiyor beyler. Benim evimde değil. Biliyor olmalısınız, Washington berbat federallerle dolu.” Krinkles düşünceli bir tavırla, “Tanrım, Köfte,” dedi, “Bir daha hiçbir şey yapmak istemiyor musun?” “Çivi çiviyi söker,” dedi Köfte. “Son umut biraz daha alkol. İçecek bir şey kaldı mı?" Mutfağa doğru sürünmeye başladı. “Şampanya yok, sanmıyorum,” dedi Duke, “Buzdolabının arkasında tekila kasası var” Bir Earl Bostic plağı taktılar. Mutfak kapısında duraklayarak Sandor Rojas'a öfkeli bir bakış attı Duke. Biraz düşündükten sonra, “Limon,” dedi. Sürünerek buzdolabına gitti, üç limon ve birkaç küp çıkardı, tekilayı buldu ve sinir sistemini düzeltmek için işe koyuldu. Limonla birlikte elini de kesti, sonra sıkmak için de iki elini, buz kalıbını kırmak için de ayağını kullanmak zorunda kaldı ama yaklaşık on dakika sonra, mucize eseri, kendisini dev gibi bir tekila sour’u yudumlarken buldu. “Nefis görünüyor,” dedi Sandor Rojas. “Bir tane de bana hazırlamaya ne dersin?” Köfte ona göz kırpıp, “Kitchilofass a shegitbe,” diye otomatik olarak cevapladı ve banyoya doğru yürüdü. Bir dakika sonra ortaya, “Diyorum ki,” diye bağırdı. “Diyorum ki, lavaboda bir kız ya da uyuyan bir şey var.” Omuzlarından tuttu ve sarstı. “Ne oluy…” dedi kız. “Çok rahat görünmüyorsun,” diye cevap verdi Köfte. Kız kabul etti, küvete doğru sendeledi, soğuk suyu açıp bağdaş kurarak altına oturdu. “Böylesi daha iyi,” deyip gülümsedi.
Sandor Rojas mutfaktan “Köfte,” diye bağırdı, “Biri pencereden girmeye çalışıyor. Hırsız sanırım. İkinci kattaki pencerelerden girenlerden hani” Köfte, “Ne için endişeleniyorsun,” dedi, “Üçüncü kattayız.” Mutfağa geri döndü. Yangın merdiveninde pencere camını tırnaklarıyla çizen, karışık saçlı kederli bir tip duruyordu. Köfte pencereyi açıp “Saul,” dedi.
Saul, “Dışarısı biraz ıslak,” dedi. Sularını damlatarak içeri girdi, “Duydun sanırım?”
“Miriam seni terk etti,” dedi Köfte, “Ya da başka bir şey, tek duyduğum bu.”
Aniden ön kapı telaşlı bir şekilde çalınmaya başladı. “İçeri gelin,” diye bağırdı Sandor Rojas. Kapı açıldı ve George Washington'da felsefe okuyan ve her birinin elinde birer galon Chianti bulunan üç öğrenci ortaya çıktı. Sandor sıçradı, oturma odasına koştu. Bir sarışın “Parti olduğunu duyduk,” dedi. “Genç kan,” diye bağırdı Sandor. Eski bir Macar özgürlük savaşçısı olmasının yanı sıra, bazı orta sınıf eleştirmenlerinin D.C. Don Juanizmi diye adlandırdıkları kronik vakanın en kötü örneklerinden biriydi.
Purcheporti la gonnella, voisapetequelche fa. Pavlov'un köpeği gibi bir kontralto sesi veya Arpège kokusuyla Sandor'un salyaları akmaya başlıyordu. Köfte, üçlü mutfağa girerken kanayan gözlerle izledi, sonra da omuz silkip, “Şarabı buzdolabına koyun,” dedi, “Ve günaydın."
Aubade'nin boynu, odanın yeşil kasvetinde kağıtların üzerine eğilip notlar alırken altın bir yay oluşturdu. “Princeton'da genç bir adamken,” Callisto kuşunu göğsünün gri kıllarının oluşturduğu yuvada tutarken aynı anda yazdırıyordu, “Callisto, Termodinamik Yasalarını hatırlamak için bir anımsama yöntemi geliştirmişti. Kazanmazsınız, kim ne kadar iyiye gideceğini söylerse söylesin, iyiye gitmeden önce işler hep daha kötüye gidecek. Elli dört yaşında, Gibbs'in evren kavramıyla yüzleştiğinde, sonunda bu aptal üniversite deyişinin bir kehanet olduğunu anladı. Bu ağsal denklemler labirenti, onun için, ısının sebep olduğu nihai bir kozmik ölümün yansıması haline geldi. Elbette, en başından beri teorik bir motor veya sistemden başka hiçbir şeyin yüzde yüz verimlilikle çalışmadığını ve yalıtılmış bir sistemde entropinin sürekli bir şekilde arttığını söyleyen Clausiús teoremini biliyordu. Bununla birlikte, bu ilkeye Gibbs ve Boltzmann’ın istatistiksel mekanik yöntemleri uygulanıncaya kadar, tüm bunların korkunç önemini henüz idrak etmemişti, ancak o zaman izole bir sistemin – galaksi, motor, insan, kültür, her ne olursa olsun -kendiliğinden- “Daha Makul bir Duruma” doğru evrilmesi gerektiğini kavradı. Böylece bu orta yaşların üzücü sonbaharında o zamana kadar öğrendiği her şeyi radikal bir şekilde yeniden değerlendirmeye zorlandı, bütün şehirlerine, mevsimlerine, gündelik tutkularına, artık yeni ve yakalanması zor bir ışıkla bakılması gerekiyordu. Bunu başarabilir miydi, bilmiyordu. İndirgemeci yanılgının tehlikelerinin farkındaydı ve zayıf bir kaderciliğin zarif çöküşüne sürüklenmeyecek kadar güçlü olmayı umuyordu. Kuvvetli, İtalyan tarzı bir kötümserliği her zaman mevcuttu. Machiavelli gibi erdem ve şansın güçlerinin yaklaşık yüzde elli-elli olduğunu kabul ederdi ama şimdi denklemler, olasılıkları hesaplamaktan korktuğu tarifsiz ve belirsiz bir orana iten, rastgele bir faktör ortaya koyuyordu.”
Etrafında belirsiz sera şekilleri belirdi, acınacak derecede küçük yürek kendininkine karşı çırpındı. Sözlerinin aksine kız, kuşların cıvıltısını, nemli sabaha dağılan gelişigüzel korna seslerini ve Earl Bostic'in ara sıra vahşi tizlere çıkarak zeminden yükselen alto saksafonunu duymuştu. Kızın dünyasının mimari saflığı, bu anarşist dokundurmalar yüzünden sürekli tehdit altındaydı. Boşluklar, yumrular ve yamuk çizgiler ve tüm yapının ayrı ve anlamsız sinyaller karmaşasına dönüşmemesi için durmadan yeniden düzenlemek zorunda olduğu kayan ya da eğilen düzlemler. Callisto, bir keresinde süreci bir tür "geri bildirim" olarak tanımlamıştı. Kız her gece bitkinlik hissiyle ama aynı zamanda ihtiyatı elden bırakmamanın çaresiz kararlılığıyla dalıyordu rüyalara. Callisto'nun onunla seviştiği kısa dönemlerde bile, gergin sinirlere yayla yapılan rasgele çiftli vuruşların oluşturduğu yükselişler, kararlılığının sesi, çıkan tek teli olurdu.
“Yine de,” diye devam etti Callisto, “Entropide, kapalı bir sistemdeki düzensizliğin ölçüsünde, kendi dünyasındaki belirli fenomenlere uygulayabileceği uygun bir metafor buldu. Örneğin, yeni nesilde, Madison Avenue'ye karşı bir zamanlar kendinde Wall Street’e olan hıncın aynısının olduğunu gördü ve Amerikan "tüketimciliğinde” en az kabul edilirden en olası olana, farklılıktan aynılığa, düzenli bireysellikten bir tür kaosa doğru benzer bir eğilim keşfetti. Kısacası, kendini Gibbs'in kehanetini sosyal terimlerle yeniden ifade ederken buldu ve kültürü için, ısı enerjisinin her yerde eşit olmasından dolayı iletilememesi gibi fikirlerin de aktarılamayacağı ve buna bağlı olarak entelektüel hareketin de duracağını, bir ısıl ölüm gibi bir fikirsel ölümü öngördü”
Aniden yukarı baktı. “Şimdi kontrol et,” dedi. Aubade ayağa kalktı ve termometreye baktı. “37,” dedi, “Yağmur durdu.” Hızla başını eğdi ve dudaklarını titreyen bir kanada dayadı. “O zaman yakında değişecek,” dedi sesini sağlam tutmaya çalışarak.
Fırının üzerinde oturan Saul, küçük bir kız çocuğunun anlaşılmaz bir öfke ile fırlattığı koca bir bez bebek gibiydi. Köfte “Ne oldu,” dedi, “Konuşmak istiyorsan, yani.”
“Tabii ki konuşmak istiyorum,” dedi Saul, “Yaptığım tek şey, ona vurmaktı.”
“Disiplin korunmalıdır.”
“Ha, ha. Keşke orada olsaydın. Of, Köfte, çok güzel bir dövüştü. Sonunda bana Kimya ve Fizik El Kitabını fırlattı, tutturamadı ama pencere gitti. Sonra cam kırıldığında ben onun da içinde bir şeylerin kırıldığını anladım. Kapıyı vurup çıktı ağlayarak, yağmurda. Yağmurluk ya da başka bir şey almadan.”
“Geri dönecek.”
“Hayır”
“Eh” Biraz bekledikten sonra Köfte devam etti, “Hiç şüphesiz dünyayı sarsacak bir şey. Sal Mineo mu yoksa Ricky Nelson mu daha iyi gibi?”
Saul, “Esas komik olan,” dedi, “Tartışmanın sebebinin iletişim teorisi olmasıydı.”
“İletişim teorisi hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”
“Karım da bilmiyor. Zaten kim biliyor ki gerçekte, şaka gibi bir şey”
Köfte, Saul'un nasıl gülümsediğini görünce, “Belki tekila falan istersin,” dedi.
“Hayır. Demek istediğim, özür dilerim. Bu, sonuna kadar körlemesine gidebileceğin bir saha. Her yerde güvenlikçilere dikkat etmen gerekir, çalıların ardında, köşeleri dönünce. MUFFET çok gizli”
“Ne?”
“Çok birimli faktöriyel alan elektronik tablolama programı.”
“Bunun için kavga ediyordunuz.”
“Miriam tekrar bilimkurgu okuyor. Bir de Scientific American. Dediğim gibi bu bilgisayarların insanlar gibi davranması fikrine takılmış galiba. Ben de tam aksini de yapabilirsin demek gibi bir hata yaptım ve insan davranışı hakkında IBM makinesine yüklenen bir programmış gibi konuştum”
“Neden olmasın,” dedi Köfte.
“Gerçekten, neden olmasın. Bilgi teorisini konuşmasak bile, iletişim için de çok önemli aslında. Ama söylediğimde fıttırdı. Testi kırıldı. Ve nedenini anlayamıyorum hala. Birisinin bir şey bilmesi gerekiyorsa o benim. Hükümetin harcayacak çok daha büyük ve daha iyi şeyleri varken, vergi mükelleflerinin parasını bana harcadığına inanmayı reddediyorum.”
Köfte yüzünü buruşturdu. “Belki senin soğuk, makineleşmiş, ahlaksız bir bilim adamı gibi davrandığını düşünüyordu.”
“Tanrım,” Saul bir kolunu havaya kaldırdı, “İnsanlık dışı. Daha ne kadar insan olabilirim? Endişeleniyorum Köfte, gerçekten. Bugünlerde Kuzey Afrika'da dolaşıp dilleri ağızlarından koparılmış Avrupalılar var çünkü bu diller yanlış kelimeler söylediler. Sadece Avrupalılar bunların doğru kelimeler olduğunu düşünüyorlardı,” dedi.
“Lisan engeli,” Köfte ekledi.
Saul ocaktan atladı. “O,” dedi kızgın, “Yılın en iğrenç şakası için iyi bir aday. Hayır adamım, bu bir engel değil. Eğer bir şeyse bu, bir tür sızıntı, bir kıza, Seni seviyorum, de. Cümlenin üçte ikisinde sorun yok, ben, sen kapalı devre. Ama o ortadaki pis dört harfli kelime. Dikkat edilmesi gereken şey bu. Belirsizlik, fazlalık, ilgisizlik, sızıntı. Bütün bunlar gürültü. Gürültü sinyalini bozar, devrede düzensizliğe neden olur.”
Köfte kıpırdandı, “Eh, şimdi Saul,” diye mırıldandı, "Sanki… bilmiyorum, sanki insanlardan çok şey bekliyorsun. Yani, biliyorsun. Ne olduğu, söylediğimiz şeylerin büyük bir kısmı sanırım çoğunlukla gürültü.”
“Ha! Az önce söylediklerinin yarısı mesela.”
“Seninkiler de.”
“Biliyorum,” Saul acımasızca gülümsedi, “Tam bir keşmekeş, değil mi?”
“Boşanma avukatlarını işte tutan şey de bu. Hay aksi, pardon Saul.”
“Oh, ben fazla hassas değilim. Ayrıca,” dedi kaşlarını çatarak, “Haklısın. Sanırım çoğu ‘başarılı’ evlilik -dün geceye kadar Miriam ve benimki de- bir şekilde uzlaşmalara dayanıyor. Asla maksimum verimlikte çalışmazsın, genellikle işe yarayan asgari çaba yeterlidir. Uygun kelime galiba Beraberlik.”
“Aaahhh…”
“Kesinlikle. Bunu biraz gürültülü buluyorsun, değil mi? Ama gürültü içeriği her birimiz için farklı çünkü sen bekarsın ve ben değilim. Ya da değildim. Lanet olsun.”
“Tabii,” dedi Köfte, yardımcı olmaya çalışırken, “Farklı kelimeler kullanıyordunuz. ‘İnsan’ derken, sanki bir bilgisayarmış gibi düşünebileceğin bir şeyi kastediyordun. Örneğin işteyken daha iyi düşünmene yardımcı olan bir şey. Ama Miriam tamamen farklı…”
“Canı cehenneme.”
Köfte sustu. Saul bir süre sonra, “Sanırım o içkiyi alabilirim,” dedi.
Kağıt oyunu bırakılmış, Sandor'un arkadaşları yavaş yavaş tekila ile kafayı buluyorlardı. Oturma odasındaki kanepede Krinkles öğrencilerden biriyle ateşli bir sohbete dalmıştı. “Hayır,” diyordu Krinkles, “Hayır, Dave'i satamam. Aslında Dave'e çok değer veriyorum adamım. Özellikle kazasını ve kalanı düşününce.” Kızın gülümsemesi kayboldu. “Ah, ne korkunç,” dedi.
“Ne kazası?”
“Duymadın mı,” dedi Krinkles, “Dave ordudayken, sadece onbaşıyken onu özel bir görev için Oak Ridge'e gönderdiler. Manhattan Projesi ile ilgili bir şey. Bir gün çok sıcak şeylerle uğraşıyormuş ve aşırı dozda radyasyon almış. Yani şimdi günün her anında kurşun eldiven giymek zorunda.” Kız şefkatle başını salladı. “Bir piyanist için ne kadar kötü bir şans.”
Köfte, Saul'u bir şişe tekilayla bırakmış, kendisi bir dolabın içinde uyumak üzereyken ön kapı açıldı ve ABD Donanması'ndan farklı sarhoşluk derecelerinde beş asker içeri girdi. Beyaz şapkasını kaybetmiş şişman, sivilceli bir denizci onbaşı, “Burası,” diye bağırdı, “Burası, şefin bize bahsettiği kerhane.” İp gibi görünen bir güverte çavuşu onu kenara itti ve oturma odasını inceledi. “Haklısın Slab,” dedi, “Ama benim için bir şeye benzemiyor, Amerika olsa bile. Napoli, İtalya'da daha iyi mabatlar gördüm.” Ev yapımı viskiyle dolu cam bir kavanoz tutan büyük bir denizcinin koca geniz eti, "Ee, ne kadar,” diye kükredi.
“Aman tanrım,” dedi Köfte.
Dışarıdaki sıcaklık 37 Fahrenheit'ta sabitlenmişti. Aubade serada dalgın ayakta dururken genç bir mimozanın dallarını okşuyor, özünde, doğurganlığı garantilediği söylenen o kırılgan pembe tomurcuklardaki kaba ve çözülmemiş beklenti temasının oluşturduğu motifi işitiyordu. Müzik bir ağ şeklinde yükseldi. Arabesk düzen, alt kattaki partinin ara sıra gürültünün bas ve tizlerinin tavan yaptığı doğaçlama ahenksizlikle yarışıyordu. Callisto'nun kuşu sarmalamasını izlerken, gücünün her kalorisine ihtiyaç duyan hassas bir dengeye sahip o değerli sinyal-gürültü oranı, küçük, incecik kafatasının içinde sürekli değişiyordu. Artık Callisto ellerindeki tüy yumağına iyice sokulup ısıl-ölümle ilgili her türlü fikirle yüzleşmeye çalışıyordu. Benzeşmeler aradı. Elbette Sade. Ve Temple Drake. ‘Kutsal Sığınak’ın sonunda Paris'teki küçük parkında zayıf ve umutsuzdu. Nihai denge. Geceyi Anlat Bana. Ve tango. Herhangi bir tango ama belki de herhangi birinden çok Stravinsky'nin Askerin Hikayesi’ndeki o üzücü hasta dans. Eskiyi düşündü. Savaştan sonra tango müziği onlar için ne ifade etmişti, dans kafelerinde görkemlice eşleştirilmiş otomatonlarda ya da kendi partnerlerinin gözlerinin arasında salınan metronomlarda kaçırdığı anlamlar nelerdi? İsviçre'nin temiz sabit rüzgârları bile bu Grippe Espagnole’yi iyileştiremezdi. Stravinsky'de vardı. Hepsinde vardı. Peki, Marne'den sonra Passchendaele'den sonra kaç müzisyen kaldı? Bu durumda yediye düştü. Keman, Kontrbas. Klarnet, Fagot. Kornet, Trombon. Timpani. Neredeyse herhangi bir küçük akrobatlar topluluğu, tam bir çukur orkestrası ile aynı bilgiyi iletiyor gibi. Avrupa'da tam bir topluluk neredeyse hiç kalmamıştı. Yine de keman ve Timpani ile Stravinsky, o tangoda Vernon Castle’ı taklit etmeye çalışan briyantinli gençlerde ve umursamayan metreslerinde görülen yorgunluk ve havasızlığın aynısını iletmeyi başarmıştı. Ma Maîtresse. Celeste. İkinci savaştan sonra Nice'e döndüğünde, o kafenin yerini Amerikalı turistlere hizmet veren bir parfüm mağazası almıştı. Ve Arnavut kaldırımlarında ya da yandaki eski pansiyonda en ufak gizli bir izi kalmamıştı, her zaman içtiği tatlı İspanyol şarabıyla dolu nefesinin yerini hiçbir parfüm tutamazdı. Ve bunun yerine bir Henry Miller romanı satın alıp Paris'e doğru yola çıktı ve trende kitabı okudu, böylece vardığında en azından biraz hazırlıklıydı. Celeste ve diğerlerinin hatta Temple Drake'in bile fazla değişmediğini gördü. "Aubade," dedi, "Başım ağrıyor." Sesi, cevap veren bir melodi parçası oluşturdu kızda. Mutfağa doğru hareketi, havlu, soğuk su ve Callisto'nun onu takip eden gözleri tuhaf ve karmaşık bir kanon oluşturdu, havluyu alnına koyduğunda adamın minnettar iç çekişi yeni bir şeyi, başka bir dizi modülasyonu gösteriyor gibiydi.
“Hayır,” diyordu hala Köfte, “hayır, korkarım hayır. Burası kötü şöhretli bir ev değil. Üzgünüm, gerçekten.” Slab kararlıydı. “Ama şef dedi ki,” diye tekrarlamaya devam etti. Denizci kaçak içkiyi güzel bir parça ile değiştirmeyi teklif etti. Köfte yardım istiyormuş gibi çaresizce etrafına baktı. Odanın ortasında Duke di Angelis dörtlüsü tarihi bir an yaşıyordu. Vincent oturuyor, diğerleri ayaktaydı ve enstrümanları olmadan sanki sahnedeymiş gibi bir performans sergiliyorlardı. “Diyorum ki,” dedi Köfte. Duke birkaç kez başını salladı, hafifçe gülümsedi, bir sigara yaktı ve nihayet Köfte'yi fark edince, “Sakin ol adamım,” diye fısıldadı. Vincent, yumruklarını sıkarak kollarını savurmaya başladı, aniden durdu, sonra hareketi tekrarladı. Köfte huysuz bir şekilde içkisini yudumlarken bu birkaç dakika devam etti. Donanma mutfağa çekilmişti. Sonunda görünmeyen bir işaretle grup ayaklarını yere vurmayı bıraktı, Duke sırıttı ve “En azından birlikte bitirdik,” dedi.
Köfte ona baktı. “Diyorum ki,” dedi Duke, “Yeni bir anlayışa sahibim, adaşını hatırlarsın, Gerry'yi.”
“Hayır,” dedi Köfte, “Yardımı olacaksa April'ı hatırlayacağım.”
“Aslına bakarsan,” dedi Duke, “Love for Sale’di. Bu da ne kadar anladığını gösteriyor. Demek istediğim, o zamanlar, Mulligan, Chet Baker ve çetesi, hep beraberlerdi, kaptın mı?”
“Bariton saksafon,” Köfte dedi, “Bariton saksafonla ilgili bir şey.”
“Ama piyano yok dostum. Ya da gitar. Veya akordeon. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun.”
“Tam olarak değil,” dedi Köfte.
“Öncelikle şunu söyleyeyim, Mingus ya da John Lewis değilim. Teori asla güçlü yanım olmadı. Demek istediğim, okumak gibi şeyler benim için her zaman zordu ve…”
“Biliyorum,” dedi Köfte kuru bir sesle, “Kiwanis Kulübü pikniğinde İyi ki Doğdun’u farklı anahtarda çaldığınız için kulüp kartınız elinizden alındı.”
“Rotaryen ama bu içgörülerimden birinde, Mulligan'ın ilk dörtlüsünün piyanosu olmasaydı, bunun sadece bir anlama gelebileceği aklıma geldi.”
“Akor yok,” dedi bebek yüzlü bas Paco.
“Söylemeye çalıştığı şey,” dedi Duke, “kök akorlarının olmaması. Yatay bir çizgiyi çalarken dinlenecek bir şey yoktur aslında. Böyle bir durumda irisinin yapması gereken temel notaları düşünmektir.”
Köftede dehşet verici bir farkındalık oluşuyordu. “Ve bir sonraki mantıksal uzantı,” dedi.
“Her şeyi düşünmek,” diye açıkladı Duke basit bir vakarla, “Kökler, çizgi, her şey.”
Köfte şaşkınlıkla Duke'a baktı. “Ama,” dedi.
“Pekala,” dedi Duke alçakgönüllülükle, “Çözülmesi gereken birkaç sorun var tabii.”
“Ama,” dedi Köfte.
“Sadece dinle,” dedi Duke, “Anlayacaksın.”
Ve muhtemelen asteroit kuşağı çevresinde bir yerde, tekrar yörüngeye girdiler. Bir süre sonra Krinkles bir dudağını büzüştürüp parmaklarını hareket ettirmeye başladı.
Duke elini alnına vurarak, “Sersem,” diye kükredi, “Kullandığımız yeni temayı, hatırlıyor musun, dün gece yazdığım?”
“Elbette,” dedi Krinkles, “Yeni tema. Köprüdeyken giriyorum, tüm temalarda o zaman gelirim.”
“Doğru,” dedi Duke, “Peki niye…”
“Ne,” dedi Krinkles, “16 bar, bekliyorum, sonra giriyorum”
“16?,” dedi Duke, “Hayır. Hayır, Krinkles. Sekiz bekledin. Benim söylememi mi istiyorsun? Ruj izleri taşıyan bir sigara, romantik yerlere bir uçak bileti.”
Krinkles başını kaşıdı. “Those Foolish Things, demek istiyorsun.”
“Evet,” dedi Duke, “Evet, Krinkles. Bravo.”
“I’ll remember April değil,” dedi Krinkles.
Duke, “Minghe morte” dedi.
“Biraz yavaş çaldığımızı düşünmüştüm,” dedi Krinkles.
Köfte kıkırdadı. “Hadi kara tahtaya geri”.
“Hayır dostum,” dedi Duke, “Havasız boşluğa dönüyoruz.”
Ve yine havalandılar, yalnız herkes Mi bemolden çalarken Paco Sol diyezdeydi, bu yüzden her şeye yeniden başlamak zorunda kaldılar.
Mutfakta George Washington'dan iki kız ve denizciler “Let's All Go Down ve Piss on the Forrestal” şarkısını söylüyorlardı. Buzdolabının yanında iki elli ve iki dilli bir Morra oyunu oynanıyordu. Saul yangın çıkışında oturmuş, suyla doldurduğu kağıt torbaları yoldan geçenlere atıyordu. Yakın zamanda Forrestal'da görevli bir teğmenle nişanlanan Bennington sweatshirt giymiş şişman bir memur kız aniden mutfağa girdi, başı eğerek Slab'ın midesine kafa attı. Bunun kavga için iyi bir bahane olduğunu fark eden Slab'ın arkadaşları daldılar. Morra oyuncuları İspanyolca ve Fransızca sayıları burun buruna, boğazlarını yırtarcasına bağırarak söylüyorlardı. Köfte'nin lavabodan çıkardığı kız bağırarak küvette boğulduğunu söylüyordu, görünüşe göre giderin üstüne oturmuştu ve su boynuna kadar gelmişti. Köfte'nin dairesindeki gürültü, aralıksız günahkar bir kreşendo'ya ulaşmıştı.
Köfte ayağa kalktı ve karnını tembelce kaşıyarak etrafa baktı. Ona göre, bununla başa çıkmanın sadece iki yol vardı: (a) kendini dolaba kilitleyebilir ve belki de eninde sonunda hepsi oradan ayrılırdı (b) herkesi tek tek sakinleştirmeye çalışabilirdi. (a) kesinlikle daha çekici bir alternatifti. Ama sonra dolabı düşünmeye başladı. Karanlık ve havasızdı, yalnız kalacaktı. Yalnız kalmak onun en sevdiği özelliği değildi. Ve bu Lollipop ya da adı her neyse bu güzel geminin mürettebatı pislik yapmak için dolabı tekmeleyebilirlerdi. Bu olursa, en azından utanabilirdi. Diğer yol tam bir karın ağrısıydı ama muhtemelen uzun vadede daha iyi olacaktı.
Bu yüzden, kiradan kurtulma partisinin tam bir kaosa dönüşmesini engellemeye karar verdi. Denizcilere şarap verdi, morra oyuncularını ayırdı, şişman memuru, onu beladan uzak tutacak olan Sandor Rojas ile tanıştırdı, duştaki kızın kurumasına ve yatağına girmesine yardım etti. Saul ile başka bir konuşma daha yaptı, birinin bozulduğunu fark ettiği buzdolabı için bir tamirci çağırdı. Sefa pezevenklerinin çoğunun sızdığı ve partinin üçüncü gününün eşiğine ulaştığı akşamüstüne kadar yaptığı bunlardı.
Üst katta, geçmişte kaybolmuş olan Callisto, kuşun içindeki zayıf ritmin yavaşlamaya ve kaybolmaya başladığını hissetmedi. Aubade pencerenin kenarında kendi büyüleyici dünyasının küllerinde dolaşıyordu, sıcaklık sabit, gökyüzü yoğun bir koyu griye dönüşmüştü.
Derken aşağıdan bir şey -bir kızın çığlığı, devrilmiş bir sandalye, yere düşen bir bardak, ne olduğunu asla anlamadı- o özel zaman tünelini deldi ve Callisto sendelemenin, kasların büzülmesinin, kuşun kafasının minicik titremelerinin farkına vardı. Kendi nabzı sanki telafi etmeye çalışıyormuş gibi daha şiddetli bir şekilde atmaya başladı. “Aubade,” dedi zayıf bir sesle, “Ölüyor.” Kız kıvrak ve kendinden geçmiş bir şekilde serayı geçerek ellerine bakmak için, Callisto'nun yanına geldi. İkisi bir-iki dakika öylece kalakaldı, bu arada kalp atışı zarif bir diminuendo ile nihai sessizliğe ulaştı. Callisto yavaşça başını kaldırdı. “Onu tutuyordum,” diye itiraz etti, “Şaşkınlıktan çok çaresizlik içinde, ona bedenimin sıcaklığını vermek için. Neredeyse ona hayatı veya bir yaşama hissini aktarıyormuşum gibi. Ne oldu? Isı işe yaramadı mı? Artık hiç yok.” Cümlesini bitiremedi.
“Daha yeni penceredeydim,” dedi kız. Callisto korkuyla geri yaslandı. Kız bir süre tereddüt ederek bekledi, adamın saplantısını çok önce sezmişti, bir şekilde o 37 sabitinin artık belirleyici olduğunu anladı. Birdenbire, sanki bütün bunların tek ve kaçınılmaz sonucunu görmüş gibi Callisto daha konuşamadan, hızla pencereye doğru gitti, perdeleri yırtarak o iki zarif eli ile camı kırdı, elleri kan, parlayan kıymıklar içindeyken yataktaki adamla yüzleşmek için döndü hem içeride hem de dışarıda 37 derece Fahrenheit hüküm süreceği, kendi ayrı yaşamlarındaki askıda ve garip dominantın karanlık bir toniğe sönümleneceği, tüm hareketin nihai yokluğuna dönüşeceği denge anına ulaşılıncaya kadar adamı bekledi.
Thomas Pynchon
Çeviri: Erhan Özdemir
Yapay zeka tarafından derlenmiş bir öykü gibi. Anlamsız parçalardan oluşturulmuş garip bir söz legosu. Muhtemelen bahsettiği "insanı makineleştirme" fikrini denemiş yazar.