Anıl Çetinel Örselli’nin “Ah Bu Şarkıların” kitabı, Seyhan Livaneli Öykü Yarışması’nda birinci olan öyküsünden sonra Eksik Parça Yayınevi’nden Eylül 2023’te çıktı. Okuyucu ile buluşmasından bir yıl geçmişken şu “çok karışık kaseti” bir de ben dinleyeyim istedim. A ve B yüzünde yedişer öykü ve kitabın sonuna eklenen on dört şarkılık çalma listesi ile üstünde konuşmayı hak ediyordu.
Söyleşilerde sorular beni bulur. Ben yazarla konuşmaya niyetlenince satır aralarına gizlenen sorular tıngır mıngır gelir ve yine öyle oldu, ilk soru ilk öykünün epigrafından geldi. Sevgili Anıl, öyküye bir röportajdan yaptığın alıntı ile başlamışsın.
Senin röportajlara, söyleşilere karşı duruşunu merak ettim.
Yazar metni okuyucuya emanet edip susmalı mı, metninin daha iyi anlaşılır olacağı umuduyla kendi sesini de duyurmalı mı?
Kıymetli bir öyküdaşım olarak bana “daha fazlasını” ifade edebilmem için alan açtın. Çok teşekkür ederim Armağan.
Söyleşi ve röportajlar; yazarın kendi metinlerinden veya kişisel tarihinden yola çıkarak o günün yaşantısına, gerçeklerine ve doğal olarak edebiyata bakışını da imlemektedir. Bu nedenle “zamana atılan çentiklerdir” diyebiliriz sanırım bunlar için.
Yazı özelinde konuşursak, edebi ürün ve eserleri de etiyle kemiğiyle okura emanet etmek gerek. Bir metnin üzerine, yazar tarafından söylenecek ve yazılacakların okur nezdinde çok önemi var mıdır? Kendim de bir okur olarak bunu ne kadar önemsediğimi düşünüyorum da… Ben her daim önceliği yazarın metnine veririm ancak röportajları da okuyan, söyleşileri takip eden ve edebiyata yahut genel olarak sanata emek vermiş üstatların sözlerini can kulağıyla dinleyen biriyim. Kişisel bir meraktan öte, yürüdüğüm yolda bir iz arayışında olduğum, onlarla bir bağ, bir duygudaşlık kurma derdinde olduğum için belki. Yaratımınızı anlatmak için eserinizin peşi sıra koşuyorsanız orada bir sıkıntı vardır zaten, “meselenizi” ifade etme becerinizi eserin kendine ait sınırında bırakmak en iyisi sanki. Bunun dışında yazarın dünya görüşü veya genel edebiyat anlayışı ile ilgili okur tarafında merak edilenler varsa -onu bir bağ kurma biçimi olarak düşünüyorum yine- tabii ki yazılı veya sözlü etkileşimler de olabilir.
Kitabın girişinde paylaştığın kısa özgeçmişinde eğitim çeşitliliğini okuyunca bu merak ve ilginin kitabına da yansımış olduğunu düşündüm. Metinlerin yanında yürüyen şarkılar, epigraflar seninle ilgili ne kadar ipucu veriyor? Anıl Çetinel Örselli bir “önsöz”de değil de “sonsöz”de kendini anlatacak olsa hayatının hangi noktaları madde madde olarak alt alta sıralanır ve karşımıza çıkar?
Öykülerimde epigrafları kullanmayı tercih ediyorum çünkü benim için yazmanın ön koşulu “ne düşündüğünü düşünmektir.” Epigraflarım, ilgili öykünün temelindeki düşüncelerin ilk çıkış noktalarını gösterdiği için varlar, öykü bittikten sonra oralara serpiştirilmediler. Okuduklarım, dinlediklerim ve izlediklerim üzerinden bir düşünceyle -hatta irdeleme diyelim biz buna- başlar bende her şey. O cümleleri zihnimde çevire çevire, sokak sokak, masa masa, gece gündüz gezdirenlerdenim ben. Hem şehirde hem de fikirde bir flanörüm diyebilirim. Şarkılar da hakeza öykülere eklemlenmedi, yazarken kafamda çalan melodilerdi onlar. Yazdıklarım birer tasarım değildir, olsa olsa gizdöküm diyebiliriz onlar için.
Önsözleri de eseri tamamlayınca yazıp adına “önsöz” diyoruz ya, şimdi sen bu soruyu sorunca bu “sonsözü” hiç düşünmediğimizi fark ettim. Sonsözleri ne zaman yazabiliriz hayatımız için peki ya da yazabilir miyiz kendimiz? Bunu bir öykü fikri olarak kafamda çevirmeye başladım bile. Hayata dair umudumla, yapmaya gayretlendiklerimle tanımlamaya çalışayım o halde bu sonsözü. Şimdiye kadar yazdıklarımla, ürettiklerimle ve uğraştıklarımda her daim samimi olmaya çalıştım. Düşüncemle metinlerim ve yaşantımın aynı düzlemde olmasına çabaladım. Bernard Shaw düsturuyla “kendimi bulmaya” değil “yeniden ve yeniden yaratmaya” meylettim. Hayatına dokunabildiklerimi elimin ucuyla tutmadım bilakis tüm gücümle destekledim. Hayat dediğimiz bu hileli oyunda perde kapanmaya yüz tuttuğunda da “tüm çabama değdi” cümlesini kurabilmek isterim. Kazancakis’in mezar taşında “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” yazar, bu da çok öykünülesi bir sonsözdür benim için.
Ve yarışmalara da değinip öykülere, kitabın içine dalayım istiyorum. Çünkü sen ve yarışmalar, yazmaya gönül vermiş pek çok kişinin ilgisini çekmiştir. Yarışmalara katılan biri olarak söylüyorum bu konu çok su kaldırır. Anıl Çetinel Örselli, yarışmalar, katılım, ödüller hakkında ne demek ister? Ödüllerin olumlu veya olumsuz yönlerini senden duymak isterim ki okuyan herkese biraz ipucu olsun.
Yarışmalar günümüzde yazma sevdalısı dostlar için şüphesiz çok değerli, yazmaya teşvik ediyor her şeyden önce. Sonuç ne olursa olsun çabayı körükleyen bir yanı var. Yarışmalar doğal olarak bir rekabeti de içinde barındırıyor ve nihayetinde jürinin takdiriyle olumlu veya olumsuz bir sonuçla yüz yüze kalıyorsunuz. İşte bu takdir edilme hissi de, gönül kırıklığı da çok insani duygular… Ama yazıda/hayatta esas olan ne kadar yenilsen de vazgeçmemektir. Klişe ama bu böyle. Her söyleşimde neredeyse derim; “kitapta özgeçmişime aldığım ödülleri yazdık amma alamadıklarımı yazmadık!” diye, ah ki o heves kırıklıklarını yazsak çok daha fazla sayfa harcamamız gerekirdi. Tarih zaferleri yazar da arka planda verilen emeği pek dikkate almaz ama esas mücadele orada verilmektedir. Var olma mücadelesi…
Bir de günümüzde yayıncılıktaki mali sıkıntılar sebebiyle, yeni bir yazarın bir dosyayı yayınlatma ve okura ulaştırma şansını yükselten bir eşik yarışmalar ve buna bağlı olarak ödüller. Seyhan Livaneli Öykü ödülüne layık görüldüğüm için değerli editörüm Zafer Köse ile çalışma şansını yakaladım ben, dosyam basıldı ve arka kapak yazısını kıymetli sanatçı Zülfü Livaneli yazdı. “AH BU ŞARKILARIN” böyle var oldu misal.
Öykülerle ilgili ilk sorum şarkısı olmayan tek öykün “Traktör Tayfun” ile ilgili. Annesinin evine dönen Tayfun “Şimdi düşünüyor da… Tercih.. Kimin tercihi?” diye sorgulamalara başlarken kitabına bir şarkı listesi eklemek ve bu öyküye eklememek kimin tercihiydi?
Tayfun’un bir röportajda idrak ettiği “Hiç çocuk olmadığı” gerçeğine karakter kadar okuyucunun da içi burkuluyor.
Senin yazma disiplininle ilgili idrak anların var mı? Nasıl başladı bu süreç, nasıl ilerliyor?
Aslında Traktör Tayfun öyküsünün bir şarkısı yok diyemeyiz. Öykünün içinde karakterin futbolcu olmasından kaynaklı şahsen uydurduğum bir tezahürat var ve o tezahürat okurun kafasında bir melodi oluşturuyor ister istemez. Bu kitabın da en uyumsuz en aykırı öyküsü onunkidir bana göre. Karakter, üst kurmacanın büyüsü içinde neden ve nasıl çocuk olamadığını, tercihlerinin kimlerce yapıldığını sorgularken bizim hayatlarımıza da ironik bir gönderme yapıyor. Kıyak adamdır Tayfun bakma sen!
Kitabın sonunda okur, eski zamanlardaki karışık kasetlere benzer bir çalma listesi ile karşılaşıyor. Hayat da öyküler gibi bambaşka tellerden çalıyor zaten. Daha önce de dediğim gibi öyküler ve şarkılar bütünleşik beliriyor zihnimde, ben nasıl kulaklıklarımı takıp düşünürken yürüyorsam bunları yazarken, okurları da aynı yoldan bu şarkılı öyküler eşliğinde koluma takıveriyorum.
Yazma disiplinimle ilgili idrak anlarım… diye başlayan koca koca cümlelerim yok ki! Benim hep arayış anlarım var, saf bir merakla kendime baktığım zamanlarım var. Kendi içimde emin olduğumu sandığım yerlere çok yaklaştığımda bozup yeniden yaptığım, baştan yaratmak için her şeyi yıktığım ve yeniden inşaya giriştiğim süreçlerim var. Bir hayalperest, bir amatör, bir ayrıkotu olarak başladım hem yazmaya hem de yaşamaya ve bu şekilde devam ediyorum. Bildik şeyleri tekrarlamak, rutinde ve konforda kalmak benim harcımda, mizacımda yok belki.
Ankara Bekçisi öyküsünü okurken satırların arasından Suat Derviş’in Ankara Mahpusu romanı seslendi. Toplumsal olaylara, ekonomik şartları da dahil ederek bir yaklaşma ve hatta sisteme eleştiri. Aynı gerçeklikle okudum. Orada kahramanımız hapisten çıkınca iş bulamayıp İstanbul’a gidiyordu. Hidayet ise Ankara’yı bırakmıyor. Deniz olmadığı için “Biz burada mecbur birbirimizin gözlerinin ta içine bakarız… Baktıkça tanış oluruz, yaren oluruz, bir oluruz,” diyor ve hatıralara tutunma meselesini anlatıyor. Sevgili Anıl, senin hayatında bu şehrin yeri nedir? Edebiyat ve şehir sende neyi çağrıştırır?
Ankara deyince bende akan sular durur Armağan… Beni tanıyanlar bu şehre olan derin tutkumu bilirler. Dost meclislerinde (haddimi de aşarak belki) şakayla karışık kendimi “Ankara Bekçisi” olarak kabul ettirdiğim doğrudur. Kent hafızasına verdiğim edebi ve kişisel değerden kaynaklı güçlü bir bağ var bu şehirle aramda. Burada doğup büyüdüm ben. Annem bu şehrin mezarlığında yatıyor. Kaldırımlarda ayaklarımın, gönül kırıklıklarımda yitip giden mekanların izi var. Kentin hafızasının insanın belleğine sinmesinden mütevellit öykülerimde “Ankara” olması kadar doğalı da yok bence. Öte yandan “Türk Edebiyatının üstadı İstanbul’dur.” diyenlere inat, kendi şehrimin 1920-1940 arasındaki edebi üretim gerçekliğinden de yola çıkarak Ankara’ya itibarını geri verme derdim de var. Sevgi Soysal’dan Gülten Akın’a, Erdal Öz’den Turgut Uyar’a, Ahmet Arif’den Cemal Süreya’ya, Sabahattin Ali’den Orhan Veli’ye bu kentin ve bizlerin iliklerine işlemiş büyük ustalara saygıyla…
B yüzünün ilk öyküsü “Balerin” benim başa sara sara okuduğum öyküdür. “Otuz yılda hiç mi değişmezdi göğsündeki kuşun çırpınışı?” diye sorar Meryem kendine ve çocukluğundan sonra tekrar gördüğü lunaparktaki balerine. Lakin bu çırpınan kuş çocukluk mutluluğundan ziyade kafeste olmasındandır. Bu öykü, diliyle, kadınların derdini yıllara yayarak değinişiyle beni çok etkiledi. Benim tahminim toplumsal olaylara bakış açının odağından yazıyorsun öykülerini. Bu yer çokça isyanı ve öfkeyi de yanında tutuyor. Sıyrılabiliyor musun kendinden? Nasıl ortaya çıkıyor bu öykü/öyküler? Konular, karakterler seni nasıl buluyor?
Kim kendinden sıyrılabilmiş veya neden sıyrılsın ki inan bilmiyorum. Yazarın dünya görüşünün, meselesinin, isyanının veya direnişinin kurmaca eserde hissedilip hissedilmemesi ise derdimiz o zaman şunu konuşalım. Yazmak -ve daha geniş anlamda düşünmek- politik bir eylemdir. Burada, insanın temelde çevresinde olan bitene karşı duyarlılığını kastediyorum. Sosyolojik olarak, toplumsal olayların yaşantımızdaki etkisinden hareket ediyorum, bilhassa ortak yaralarımızın kanayan yerinden başlamayı tercih ediyorum evet ama… Acı edebiyatı yapmaktan ziyade insanın mücadelesini ve umudunu öncelemek niyetim. Bir fikirle çıktığım zihinsel yolculukta, toplum, insan, değerler, adalet, ahlak, erdem gibi kavramlar üzerinden mutlak iyiliğin veya kötülüğün var olup olmadığı ile sorgulamalar yapıyorum daha çok. Daha sonrasında anlatacağım hikâye ilmek ilmek örülmeye başlıyor aklımda, karakterler de eşzamanlı olarak ete kemiğe bürünüyor o zaman. Karakterlerimin aslında yine benim uydurduğum bir öyküde hayatla ilgili bir farkındalık kazandığını ve bunu okura ulaştırmaya çalıştıklarını düşünüyorum. O noktada -ilginçtir- ben aradan çoktan çıkmış oluyorum.
Kitabını okurken bende uyanan his, sanki evimden çıkmışım, afişleri okumuş, sloganlar atmışım, insanlarla söyleşmişim, dertleri dinlemiş, acılarını yüklenmişim gibi. Sahici. Kelime seçimi yazarın birikimini yansıtır. Senin birikimine duyarlılığın ve güçlü farkındalığın eklenmiş. Anıl Çetinel Örselli nasıl okuyarak birikti? Neler okudu ve 45’liklerini dergilerde dinlemeye devam mı edeceğiz yoksa yeni bir kaset çalışması var mı? Edebi haritanda yollar nereyi gösteriyor?
“Sahici” demen benim için çok kıymetli. O gerçekliği yakalayabilmek ve kurmacayı “kurulmamış” gibi yapabilmek, edebiyatçı bir bakışa sahip olabilmeye gayretlenmemle ilgili sanırım. Ben bir meseleyi “güzelce” yazmaya çalışmıyorum. Bana özgü bir başkalıkla, insana, doğaya, olaylara bakabilmenin derdindeyim. Anlayabilmenin derdindeyim. Sonrası daha çok zanaat işi. Kendim için kitaplardan, filmlerden, tablolardan, şarkılardan, seyahatlerden, sofralardan ve dost sohbetlerinden oluşan dinamik bir zihin kütüphanesi oluşturup oradan besleniyorum. Çok okuyor, çok geziyor, çok izliyor, çok dinliyor, çokça yürüyorum. Bunları yaparken kulağımda hep başka bir melodi olduğu için ilk dosya karışık bir kaset olarak dışarıya sızdı. Şimdi ise yeniden inşa zamanı… Başka bir telden bambaşka bir tondan… Yeni bir öykü dosyası “yolda” diyebiliriz. Yine bazı dergilerde köşe yazılarıma devam ediyorum. Şimdilerde yeni bir heyecanımız daha var ama. Bunu buradan paylaşmak isterim. Çok değerli bir yazar arkadaşım, Güray Işık ile bir edebiyat platformu kurduk. Edebien Akademi ismi. “İyi Edebiyat için varız. İyi ki varız.” diyerek yola adım attık, pusulamız sağlam, orada gerçekten emek yüklü çalışmalar yapıyoruz/yapmaya devam edeceğiz.
Samimi cevapların için teşekkür ederim. Ankara sokaklarında karşılaşmak temennisiyle.
Söyleşi: Armağan Can
Comments