top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Barlas Özarıkça ile Edebiyat Hayatını Konuştuk

Çok okudum, az yazdım. Az konuştum, konuşturulmadım, dinlenmedim, çok yazdım.

Barlas Özarıkça’yı öykü kitabı Hay ile tanıdım. Son kitabı Maskeli Timsahlar Kongresi elime geçip öykülerin içinde kaybolduğumu anlayınca kendisiyle konuşmayı çok istedim. Metinlerarası Kitap’tan çıkan on iki öyküden oluşan kitabın arka kapağında, “Bizi edebi bir oyunun tam ortasına davet ediyor,” cümlesi gözüme çarptı. Ben oyun severdim, kitapla buluştum, şimdi de yazarıyla buluşma zamanıdır.

-Son zamanlarda elime hangi öykü kitabını alsam kes yapıştır gibi yazılmış öz geçmiş bilgileriyle karşılaşırım. Sizin kitabınızdaki kendi yazdığınız “şahsi tarihiniz” beni çok etkiledi. Hem kendinizle ilgili her bilgiyi veriyorsunuz hem de hayata bakış açınızı yansıtıyorsunuz. Biz okuyuculara merak edecek bir şey bırakmıyorsunuz. Bu titizliğin sebebini merak ettim. Birikiminizi, kitap sevginizi, yazmadaki uzun soluklu varlığınızı hatta hayatta kalabilme yollarınızı bizimle paylaşmışsınız. “Bana özgü diyebilmenin alanıdır yazmak. Aksi hâlde herkes bir örnek olurdu,” sözlerinizi alıyorum ve özgün, üretken Barlas Özarıkça bize kendiyle ilgili ne demek ister, soruyorum.



Armağan Hanım,

İlginiz için teşekkür ederim. Dünyadaki sekiz milyarlık nüfusta birim, birisiyim ben. Yani, herkes için ne böbürlenmenin, şişinmenin, övünmenin ne de yerinmenin, ezilmenin gereği var. Çok büyük bir resmin en küçük-atomik parçacığıyım, yani büyük edilgenlikte etkinliğim de o ölçüde küçüktür. Yazdıklarımın beş satması, beş kişi tarafından okunması ile elli bin satması aynı değerdedir benim için. Edebiyat esnafı değilim. Tanınırlık, ün kişiliği bozar, sisteme sokar sizi. Sevilmek isteniyorsa sevilmenin sevginin lüks (ayrıcalıklı bir mesele) olmadığı bir dünya yaratmak gerekir. Kendinizi değiştirebilir, var edebilir ama sistemi, düzeni, gidişatı birey olarak değiştiremezsiniz. Kitlelere, toplumlara, kalabalıklara ve yönetenlere, kurumlara, sürüye akıl tezgâhlayanlara saygım yoktur.


-İlk yazınız, 1966, Kabataş dergisinde yayımlanmış. İsmi, Önder İnsan ve Bizler. Şahsi tarih, şehrin kronolojisiyle paralel işliyorsa, yazın hayatımız da edebiyat tarihiyle beraber yürüyor. Elli sekiz yıllık yazın tarihiniz, edebiyatın neresinde? Lise yıllarınızdan bugüne içinde olduğunuz bu âlemin en keskin dönemeçleri nerelerdi? Bu uzun veya kısa süreçte edebiyatta, edebiyatçılarda nelere şaşırdınız? Bir kıyas yapıyor musunuz, yoksa olana uyum sağlayarak mı ilerliyorsunuz?

Benim yazın tarihim konuşmayı başaran ilk insandan başlar, kapımı çalacak olan infaz memuruyla karşılaşmamla biter. Yazmayı, insandan mevcut her şeyi ölüm tetikler. Farkındalık bilincine vardırır çünkü. Çok okudum, az yazdım. Az konuştum, konuşturulmadım, dinlenmedim, çok yazdım. Dünya edebiyatını memleket edebiyatından daha çok okudum, çünkü Osmanlı ve Türk aydınlarının (istisnaları hariç) sahtekâr, çapsız, paragöz, korkak, kişiliksiz olduklarına kanaat getirdim. Ne Mevlana’ya ne de Orhan Pamuk’a güvenirim, ne de “Ben buradayım sen neredesin okur,” derim. Has edebiyat Has Bahçe’nin ulufe bekleyen eğlencesi değildir. Bambaşka bir şeydir. İnsanın içinden, en derininden aslında kendi malzemesi olan bir ötekine akıştır. Çok açılı, bakışlı yöneliştir. Hassas, titiz, beşeridir.


-Maskeli Timsahlar Kongresi’nin ilk öyküsüne ulaşamıyorum. Zira sizin hayatınızın ve eserlerinizin yazıldığı sayfaları bitiremiyorum. Dört roman, altı günlük, iki deneme ve üç öykü kitabı yazmışsınız ve içimden bir ses, bunlar sadece yayımlananlar, diyor. Sözüm yersiz mi olur bilemiyorum ama sessiz sessiz üretmişsiniz ya da ben gibi bazı okuyucular sizi çok geç duymuşuz. Neden Barlas Bey? Şimdi bir kitapla “yazar” olunurken ve o kitap her yerde sunulurken sizin bu kadar eseriniz neden bağırılmadı? Sağlam bir okuyucu kitleniz olduğuna eminim ama yeni okuyucular neden hemen sizi keşfedemedi?

Şu edebiyat kelimesinin edebinden hiç hoşlanmam, edebiyat edepli olmaz. Bizim müesses edebiyatımız kullukla, paraya, makama, kendi irisine dalkavuklukla başladığı için, bağımsızlaşmakta, kimlik kazanmakta hep zorlanmıştır. (Tanpınar bile siyasi iktidardan milletvekilliği bekliyordu.) Türkiye’de yazı yazmanın, fikir, bilgi, kişisel dünya üretmenin bir meslek olamayacağını lise yıllarımda fark ettim. Dönüm noktası buydu, yaşamak için geçimimi sağlamalıydım. (Sevim Burak’ın terzilik yaptığını unutmayalım!) Günümüz yazıcılığının durumu Türkiye’nin hali gibidir, benzeridir. Düşüncesizdir. Üslupsuzdur. Gösterişe dayalıdır. Gazete dilidir. Tarihinde sosyal- iktisadi sınıf çatışması, burjuvası olmadığı için tekdüzedir. Türkiye’de günümüz yazıcıları hayatın karakterini tanıma yeteneğinden yoksunlar. İçi boş kitaplarının kapağına adlarını yazdırmakla meşguller. Yazmayı hafife alıyorlar. Yazarlık ömür boyu kendinden vermeyi, harcanmayı talep eder.  


-Kitabınızı, sorularımı size ulaştırabilme umuduyla okuduğum için öykülerin içinde daha çok kayboldum ama bu kayboluş öyle keyifliydi ki labirentin çıkışını hiç bulamamaktan veya geç bulmaktan asla şikâyetçi değilim. Geçtiğim yerleri çok defa tekrar geçtim, biraz yoruldum, sık sık da soluklandım. Öykülerinizi okurken öykü yazmaya gönül vermiş biri olarak hissettiklerimi anlatmak isterim. Öyküler öyle katmanlıydı ki zamansal ve mekânsal geçişler ve bu geçişlerin doğallığı beni büyüledi. Pek çok cümlede, “Bu cümleden nasıl güzel bir öykü çıkar,” diye soluklandım, sonra kelimelerinizin gücünden, ki bu güç tam yerini bulmaktan, anlamını ve ironisini bağırıyor olmaktan geliyordu, ürperdim. Sonları kesin yargılarla bağlasaydınız bile ben istediğim sona savrulurdum. Barlas Özarıkça nasıl yazıyor? Yazma disiplininiz nasıldır? Kalemle mi, klavyeyle mi, sabah erken mi, gece sessizlikte mi, ilk cümleyi bulunca mı, sonunu kurgulayınca mı? Mümkün olsa bir öykünüzün doğumundan ölümsüzlüğüne kadar olan sürece şahit olmak isterdim.

Gülnuş hariç romanlarımı işe gitmeden önce sabahçı kahvelerinde, şurada burada yazdım, yanımda okuduğum kitapların, dergilerin, gazetelerin arasında bir çizgisiz defter iki kalem bulunurdu. Yazmak için, dolmam, taşmam gerekirdi. Deftere yazdım. Kalabalık, uğultulu, dumanlı, özellikle beni hiç tanımayan insanlar arasında yazdım. Sanki insanlar, yabancılar tarafından onlara katılmak için sahicilikte teşvik ediliyordum. Çok çay, kahve parası ödedim. Tütünle doldurulmuş birkaç pipom hazırda beklerdi. Sonra düzeltmeleri yaparak daktiloyla yazdım. Hikâyelerimin çoğunu odamda, kendi yazı masamda yazdım. Hikâyeye dikkatim, saygım daha fazladır; yazmayı disipline alır. Hikâye anlatının temeli, anasıdır. Günlük yazmak yazarlığımın ana yoludur, on altı yaşımdan bugüne günlük yazmayı hiç bırakmadım. Her bir romanımın yazılışı beşer yıl sürdü. Yazmak eyleminin anlatılması zordur, keyif ve acı verdi bana. Bugün sorulsa, yazar değil, marangoz olmak isterdim. Talaş kokusunu, rende kullanmayı severim.

İyi dileklerimle…

Barlas Özarıkça


Kitap bitip soruları hazırlarken, en basit soruya dahi söyleyeceği sözü olmayan, uzun yaşamasının sonunda bütün cevapları yıkılan öykü kahramanı beni biraz düşündürdü. Sonra bu da benim müzikli serbest günüm olsun, dedim. Gönülden teşekkür ederim.


Söyleşi: Armağan Can

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page