top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Başar Yılmaz ile Kara Kışın Gün Işığı Üzerine

1- Okurlar, Başar Yılmaz adını ilk olarak 2021 yılında yayımlanan “Beni Hatırla” romanı ile duydu. “Beni Hatırla” Kemal ve Leyla’nın aşkını merkeze alan, arka planda 12 Eylül sancılarını anlatan bir dönem romanı.

“İnsanın hayat boyu unutamayacağı birkaç an vardır. Birer eşik, milat gibi birkaç an.” cümlesiyle başlar kitap. Ve “Yaşam, o anların bıraktığı ebedi izlerin, çizgilerle birleşerek oluşturduğu bir şekildir,” diye devam eder.

Bu alıntıdan hareketle, senin yazma eşiğini sormak istiyorum. Bir romandan sonra bir öykü ile geldin. Hoş geldin. Peki nasıl fark ettin yazabildiğini, nasıl kırdın kabuğunu, eşik neydi?Ve sonrasında yazmak için “anların bıraktığı ebedi çizgilere” dahildir diyebilir miyiz? Yaşamının neresindedir yazmak?

Merhaba Esra. Gün Işığı’nın ilk söyleşisini seninle yapıyor olmaktan dolayı çok mutluyum. (İnsanın evladının ismini sevecenlikle kısaltarak söylemesi gibi samimi ortamlarda ondan bu isimle bahsediyorum)

Hayalperest bir çocukken fark edebildim yazabileceğimi diyeceğim ama o kadar ufaktım ki bir şeyleri doğru düzgün fark edemeyecek kadar küçüktüm. Şimdi geriye dönüp baktığımda ayırdına varabiliyorum. 9-10 yaşlarında bir çocuk kafasından sürekli bir şeyler yazıyor, arkadaşlarına anlatıyor, onlarla prova edip dersin bir bölümünde öğretmenden izin alıp sahneliyor. Böyle bir çocukluk…

Sonra nedense sakladım düşündüklerimi ve yazdıklarımı. İlk gençlik şiirleri, kısa öyküler, yirmi beş yaşında yazılan bir roman taslağı. İyi ki saklamışım dedim sonra. Gün yüzüne çıksalardı bu kadar rahat konuşamazdım şimdi. O kadar da kötü değillerdi belki ama her şeyin bir zamanı olduğuna inanıyorum. Beni Hatırla da böyle bir zamanda çıktı.

Şu konuda samimiyetime inanmamı istiyorum, o ilk romanın başına da “Bir kitabım olsun artık.” diyerek oturulmadı. Beni Hatırla’nın meselesi büyüdü, içime sığmaz oldu ve beni sahneye itti. Kırılma noktası da burası sanırım. Her şey zincirinden boşanmış bir halde devam ediverdi. O eşiği geçmek gerekiyormuş belki de.

İlk kitabın, yazarın çevresinde oluşturduğu şefkat ve destek duygusuna aldanmamak gerektiğini fark ettim sonra. Kantara çıkmak istedim. Dergiler, öykü yarışmaları ve iştahla geribildirim- eleştiri aradığım o dönem geldi ardından.

Tartarak, tanıyarak, izleyerek, gezerek, okuyarak, yazarak, silerek devinim içinde iki senelik bir sürecin ardından geldi Gün Işığı. Mehmet Eroğlu’nun bir sözünü pek severim, “İlk roman -bir denge tutturmak gerekirken- yeteneği geri çekip, yürekle yazılır.” Ardından gelen, bazı aşırılıklar törpülenmiş, sakin ve ayağa yere daha iyi basan bir halde geldi.

Yazmak, hayatın tam ortasında bir pratik. Bir masaya oturmak, eline kalem veya klavye almaktan öte bir eylem biçimi benim için. Her an zihnimin köşesinde işleyen bir düzenek. O mekaniği istese de durduramaz yazan, durduramam ben; durdurmak isteyen de yok zaten…

2- İkinci kitabın “Kara Kışın Gün Işığı” çok yakın zamanda Mustafa Okumuş editörlüğünde Vacilando Kitap’tan çıktı. Kitapta acıyı yoğun bir şekilde hissediyoruz fakat göremiyoruz. Cümleleri ağlatmadan okurun kalbine dokunabilen, duyguyu sömürmek için değil de gayet samimi bir üslupla kontrollü ve doğal bir şekilde okura aktarabilen bir yazar var karşımızda. Yazıda bunu önemsediğini biliyorum. En acı olaylar karşısında, dik duran kurgulara imza atıyorsun. Kontrollü lirizmle ilgili sormak istiyorum. Buna özellikle mi dikkat ediyorsun? Bir okur olarak okumayı sevdiğin tarzda mı yazıyorsun? Yoksa yazar olarak iplerin senin elinde olmasının verdiği güçten kaynaklanan bir kontrol mü bu? Ve bir de “Kara Kışın Gün Işığı”ndaki öyküleri bu bağlamda değerlendirecek olursak sekiz öykü içinde benim “nefesimin daraldığı anlar” oldu. Yazarken seni rahatsız eden, duygu geçişini yoğun bir şekilde yaşadığın öyküler oldu mu?

Bir kitaptan bahsederken editörlük tarafının biraz hakkının yendiğini düşünüyorum. Bu nedenle Mustafa Okumuş’a bir parantez açmak isterim. Çok yerinde önerilerle gelip farklı dokunuşlarla tazeledi dosyayı. Daha da önemlisi, bunu, ortaya koymak istediklerimi anlayarak, alanımı kapatmadan bilakis genişleterek sağlaması…

Kara Kışın Gün Işığı birbirinden hayli farklı karakter, atmosfer, mesele, dil ve anlatım tekniklerini barındıran bir toplam olmakla birlikte ortak temaya da sahip bir kitap,“Baş edebilmek.” Umut da buna dahil elbette. Fakat bahsettiğim bunun bir adım ötesi, istemli veya istemsiz bir çaba yahut didinme.

Bir kaybın, terkedilişin veya yok sayılmanın sonucunda geride kalanlar var öykülerin merkezinde. Her birinin baş etme yöntemi farklı. Kimi üstüne yürüyerek baş ediyor, kimi korkularıyla yüzleşerek, kimi unutarak, kimiyse hiç yaşanmamış gibi.

Bir okur olarak derdi olan hikâyelerle alakadar oldum hep. Yazarken de bu rotada dümen tutuyorum sanırım. Lirizmin metinlerimin üzerindeki etkisini yadsıyamam.Duyguyu önemserim, hissetmek, hissettirmek isterim. Ne var ki acı, hüsran veya hangi duygudan bahsediyorsak, toplumsal kaynağından koparıp salt bireye odaklanan bir lirizmden bahsetmiyorum.

Duygularımızın köklerine inmeyi deniyorum, o toprağı eşeliyorum. Zorlanmadığımı söylesem yalan olur. Zorlanmalıyım da… Dokunduğum, yaşadığım, gördüğüm, dert edindiklerim bunlar. Hepsinin doğrudan veya dolaylı bir teması var benimle. Birinin altını özellikle çizmem gerekirse kitabın son öyküsü Hiç Yaşanmamış Gibi derim sanırım. Oradaki “ baş etme hali” çok keskin ve tesirli. Vurguladığın “rahatsız eden” duyguyu en fazla onu yazarken hissettim sanırım.

 

3- “Kusura bakmayın böyle palas pandıras gelmiş bulundum,” diye biraz muzipçe başlayan “Mutluluktan Öleceğiz” adlı öykü bir şairin itirafını, serzenişini, samimi bir dille anlatan bir mektup/sesleniş aslında. Kurgunun taşları incelikle döşenirken duygu iniş çıkışları muazzam bir dengeyle seyrediyor. Eski zamanların sıcaklığı okura geçerken bu öykünün dili ve atmosferinin diğerlerinden farklı olduğunu görüyoruz. Benzer bir aktarım tercihi “Alemin O En Yağmurlu Gecesi”nde de var. Bu dil tercihi öykünün istediği / evrildiği bir şey mi yoksa senin sevdiğin ve bile isteye yürüdüğün bir yol mu? Başar Yılmaz öykülerindeki dil-atmosfer kurulumunu neye göre yapar? Önce kafasında kurup sonra yolunu mu seçer ya da tam tersi cümlelerin gidişatına biatla öykünün istediği atmosfere kendisi mi dahil olur?

Öykü önce bir fikir ile uyanır. Doğrulur, gerinir ve bana bakar. Ona gereken, yakışan, beni kışkırtan, onu en sarih ve estetik biçimde okura aktarabileceğim dil ve atmosferi öykü anlatır bana. “Üzerime bunu dik,” der. Dil ve atmosfer kıyafettir, bedene ruhtur, güfteye bestedir.

Fıkrasına gülünmeyen adam vardır ya hani? Neden gülünmez aslında başkası anlatsa gülünebilecek o fıkraya? Seçtiği (daha ziyade de seçemediği) kelimelerden, ses tonunu yerine göre ayarlayamaması, jest ve mimikleri, dinleyenle kurduğu veya kuramadığı göz temasından öyle değil mi? Edebiyat bu yüzden var. Yoksa zaten herkes bir hikâye bulup anlatır.

Mutluluktan Öleceğiz bir “ukde” hikâyesi. “O şairin duyduğu aşkı, tutku arayışını, fedakârlığını, pişmanlığını ve hüznünün hakkını böyle verebilirsin,” dedi bana öykü. Âlemin O En Yağmurlu Gecesi’nde “Gaip’in çapraşıklığını, korku ve öfkeyi bir arada taşıyan ikircikliğini bu halde aktarabilirsin,” dedi. Hakkının verilip verilmediği okurun takdiri. Ama şundan eminim, ben öykülerimi çıplak ve ruhsuz gezdirmedim.

 

4- Öykülerde ilk cümle hassasiyetim var. Bazı ilk cümleler okuru alıp öykünün orta yerine atıveriyor. “Quasimodo” da benim için öyle başladı. “Bugün hayatının ilk günü Nasip’in. Oysa dün kendini asacaktı.” Bu cümle okurun merakını artırdığı gibi olacaklara da göz kırpan, okuru gıdıklayan bir cümle. Öyküyü okuduğumuzda, başlıktan da anlaşılacağı üzere bir metinlerarasılık söz konusu. Nasip’in kamburu, hep yere yakın duruşu, kaybolan nesneleri bulurken kaybolan hayatı nı okurken birden bir şeyler oluyor. Güneşli, umutlu, sıcacık şeyler. Bitti, denilen yerde mi başlar sahi? Yazma sürecinizde Nasip’in yaşadığına benzer bir “bitme” hali, tıkanma süreci yaşadığında neler yaparsın? Ve bir de kurmaca dünyanın finallerinde “mutlu sonu” gözetiyor musun? Yoksa öykülerin kendi sonuna doğru, senden bağımsız mı gidiyor?

İlk cümle özeldir. Biri çıkar “Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum,” diye başlatır romanı, bir diğeri “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer,” diyerekten ilk satırda kan akışımızı hızlandırır, kancaya takılırsın.  

Quasimodo bir açıklıkla karşılıyor bizi. Aydınlık bir pencere. Okura en başta bir “son”vermek, bazı hikâyeler de bunu ister.

Nasip’in kendi kayıp. O ise yere bakarak, diğerlerinin kaybettiklerini yerde bularak ilerliyor. Başkalarını görmesi için yüksek bir kuleye çıkması gerekli. Belli bir adımdan sonra bitti diyor. Bir duvara tosladığından da değil. O kertede bitmesi gerektiğine inanıyor. Haklı sebepleri var. Ne var ki onu yüksek bir kuleye çıkartacak bir başlangıç da var. Belki ileride o da yetmeyecek. Tamamen mutlu bir son denir mi buna? Belki de hayır. Ama artık bir ihtimali var.

Mutlu veya mutsuz son gibi sabit bir yönelimim yok. Kimi yazılırken yolunu kendi bulur. Kiminin sonu yazılır önce, sonra başa doğru döner yürür. Hatta bazısının sonu olmasa da olur. Karakterin okurun kafasında yaşamaya devam etmesini arzuladığım öyküler de var.

İhtimallerle bırakmak okura da yazara da iyi gelir bazen. Her hikâye ihtimaller kavşağından geçer. Yaşantımız da buna dâhil. Tıkandığımı, bir duvara tosladığımı hissettiğimde ihtimalleri sorguluyorum. Durup düşünmenin, geri dönmenin gerektiği zamanlar da var. Buna bir vazgeçiş dememeli. Bilakis, yeniye dair bir ümit vadetmeli.


5- “Babam Öldü mü?” adlı öykü de sen diliyle kaleme alınmış bir öykü. Bir kadın kahramanın öfkesine, isyanına tanık oluyoruz. Otizmli oğluyla verdiği yaşam mücadelesinde sadece bir köpekten yola çıkarak derindeki birçok zorluğun, korkunun, yalnızlığın ağırlığını hissediyoruz. Farkındalık açısından önemli bir öykü bu. “Birinin ona sarılmasından nefret ettiği için nadiren yaşayabildiğim o anın biraz daha sürmesini istedim, bencilce.” Bu cümleyi yaşamaya çalıştım bir süre. Zordu. Ve sen bu öyküyü yazdın.

“Ertelenmiş Bir Cenaze Töreni” adlı öykün de “7 Şubat 1990’da Amasya Yeni Çeltik Kömür İşletmesi’nde” hayatını kaybeden 68 maden işçisi anısına kaleme alınmış bir vefa öyküsü. Nazım’ın “Davet” şiiriyle türlerarasılığa ve kitaba adını veren cümleye ev sahipliği yapan bu öyküde de duyguları sündürmeden elim bir hadiseyi okura yaşatmaktaki hünerini tekrar gördüm.

Bir yazar olarak farkındalığının yüksek olduğunu biliyorum. Toplumsal meselelere karşı duyarlı olduğunu da. Bunu bir misyon olarak mı görüyorsun? Bunlar seni rahatsız ettiği için ille de yazmalı, başkalarını da rahatsız etmeli misin? Yazar toplumun sesi olmalı mıdır sence?“Asla yazmam,” dediğin konular, sınırların, uzak durdukların var mıdır?

Hayata baktığım pencere, onu algılayış ve yorumlama biçimim elbette belirleyici unsurlar. Ne var ki dert edindiğim meselelerin mürekkebimden damlaması kendimi belli bir yere konumlandırmamdan kaynaklanmıyor. Yazıya “Hadi şu meseleyi de yazayım,” deyip başlamıyorum.

Zihnimdeki pusula yolumu belirliyor. Ben bir edebiyat yazarıyım. Metinlerimde slogan atmam, bildiri yazmam, duygu sömürmem. Gelgelelim görmezden gelineni işaret etmek,  çarpık normları edebiyatın estetiği içerisinde işlemek de bir öncekinde saydıklarımla aynı anlama gelmiyor.

Şimdilerde “edebiyatta didaktik olma” meselesi biraz istismar ediliyor bence. Çeperi sündürüldü, genişletilip dev bir çembere dönüştü bu mesele. Ne varsa didaktik olarak damgalanıp o çemberin içine doldurulmak istendi. Buna itirazım var.

Özellikle 12 Eylül iklimiyle birlikte apolitik nesil yetiştirme projesi sanatın her dalında kendini hissettirdi. Yüzümüzü toplumdan bireye çevirdik. Bireyi şekillendiren unsurlar neler? Toplumsal dinamikler, normlar, üretim araçları ile ilişkileri, üretimdeki yerleri, adalet veya tarihsel süreçler…Tüm bunlardan soyutladığınızda birey bize ne söyler, ne anlatır?

Toplumcu gerçekçi edebiyat, elbette çağın gerekliliklerine göre değişecek, dili çeşitlenecek, farklı formlarla harmanlanacak ama mevzisi hep aynı kalacak.

Özgürlüğü en başa koyan birinden “Asla yazmam,” diyerek kendi özgürlüğünü kısıtlaması beklenemez. Edebiyatın merkezinden uzaklaşmamak kaydıyla her konuda yazabilmeliyiz.

 

6- Gelelim kitabın adına… “Kara kış” üşüten, iç donduran, karanlık bir kelime grubu. Sen bunun yanına bir de “gün ışığı” eklemişsin. Isıtan, dirilten, ışıtan… Karaya tezat ışık var; kışa tezat gün var.  Arka kapakta da diyor ya, “bir elmanın iki parçası/ kasım ve hızır günleri” Evrende her şey zıttıyla hüküm sürerken senin de kitapta bu dengeyi koruduğunu düşünüyorum. Tamam, hayatta kötü şeyler oluyor, canımız yanıyor, acı da çekiyoruz fakat yaşamak bahar gibi. Güzel şeylere de gebe, dirilgen ve tazeliyor kendini hep. Öykülerinde de bu dengeyi çok güzel korumuşsun, tulumbanın başında gülümseyen o çocuğu unutmayacağım mesela. Ve şimdi, bu dengeden, umuttan, dirilmekten hareketle kitabın adının hikayesini soracağım sana. “Kara Kışın Gün Işığı” neden, nasıl oldu, sendeki anlamı nedir?

Kara Kışın Gün Işığı editörüm Mustafa Okumuş’un öykü dosyamın içinden kuyumcu titizliğiyle bulup çıkardığı bir isim. Dosyayı yayınevine gönderdiğimde başka bir isme sahipti. Ne var ki bu isimde bir kitabın daha önce basıldığını fark edip bir isim arayışına gidildi. Vacilando Kitap’ın kapağından içindeki metinlere kadar özgün ve biricik olma yönünde takdire değer bir gayreti var.

Sevgili Mustafa Okumuş, “Ertelenmiş Bir Cenaze Töreni” öyküsünde geçen bu ismi bana sunduğunda hemen sarıldım bu fikre, üstelik de nasıl biliyor musun? O öyküde o kelimelerin yazıldığını unutarak. Kitabın hammaddesi olan o isim binlerce kelime arasında beni bekliyormuş meğer.

Arka kapak yazısını hazırlayan sevgili Elvan Kaya Aksarı da meselemizi harika bir dille özetledi aslında. Kalemimiz her ne kadar günlerin kısaldığı, ayazın kol gezmeye başladığı kasım günlerini yazsa da düşümüz, fikrimiz hep toprağa düşecek o ilk cemreye meyleder.

 

“Kara Kışın Gün Işığı senin de ışığın olsun, yolunu aydınlatsın,” diyerek bize zaman ayırdığın için İshak ailesi adına sana çok teşekkür ediyorum.

İyi dileklerin ve bu özenle hazırlanmış söyleşi için ben teşekkür ederim. Kalbimde özel bir yere sahip olan İshak ailesine sevgilerimle…


Söyleşi: Esra Kahya

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page