top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Berna Durmaz ile Edebiyat ve Öyküleri Üzerine Bir Söyleşi

1972 Kırklareli doğumlu Berna Durmaz, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. İlk öykü kitabı Tepedeki Kadın 2011’de yayımlandı. Onu, Bir Hal Var Sende (2012) ve Bir Fasit Daire (2013) izledi. Bir Fasit Daire 2014 yılı Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer bulundu. Bir Fasit Daire’den sonra, Karayel Üşümesi (2016) ve Metal Hayatlar (2018) adlı öykü kitaplarını yazdı.

Berna Hanım, yazarlık geçmişinizden ve sürecinizden bahsetseniz bize. Sizi yazmaya başlatan itki ne oldu, devam etmenizi sağlayan motivasyon kaynağınız nedir, kurmaca dışında başka bir türde yazmayı hiç düşündünüz mü, diye art arda sıralasam soruları.

Yazmaya başlamak öyle sanıyorum ki varoluşsal bir anlam arayışından başka bir şey değildi. Kendimizi anlamaya, keşfetmeye çalışmanın ve dış dünyayla kavga etmenin yılları mıdır hep on beş yaşlarımız? Benim için öyle oldu. Şimdi kavga deyince öyle yüksek perdeden çıkışların olduğu sanılmasın. Benim kavgam sessiz ama öfkeli, eylemsiz ama kendi içinde bir o kadar yoğundu. Ailenin ve okulda sınıfının en suskun çocuğundan beklendiği gibi. Uslu uslu, efendiliğini bozmadan. Dışarıdan, küçük bir şehrin dar çevresinin yazılı olmayan milyon tane kuralına uyuyor görünürken içimdeki patlamaların şiddetini artırarak sürmesi, yaşadığım bu çelişkili ve acı veren durum ancak yazı yoluyla dayanılır bir hâl aldı sonunda. Gençliğin verdiği gözü karalığın ve okuduklarımın bendeki etkisiyle öykü sayılabilecek denemeler başladı aynı yıl. Benimle ve kızsam da eleştirsem de tutunmaya çalıştığım dış dünya arasında bir köprü olacaktı o öyküler. Tıpkı şimdi olduğu gibi. O yıllardan bu yana çok şey değişmedi. İçimdeki o çocuk hiç büyümedi ve dünyaya bir türlü alışamadı. İyi ki öyküler imdadıma yetişti.

Kurmaca dışında bir türde yazmayı hiç düşünmedim. Anlatmanın bin bir yolu vardır ve bir yazar neyi seçeceği konusunda kendisini sınırlamaz aslında. Ama hangi türde daha rahat hissediyorsa o türe yönelecektir. Ben kurmacanın ülkesinde özgürce yaşıyor olmaktan dolayı mutluyum. Kurmacanın bana sunduğu olanakların sınırsızlığı yazmayı sürdürülebilir kılıyor benim için. Elbette yazıyı başlatan da bu olanakların cazibesi oluyor. Dolayısıyla bundan sonra da yazmaya kurmacayla devam edeceğimden eminim.

Kendine has bir üslubunuz, kendini oldukça gösteren şiirsel bir diliniz var. Öykülerinizde şiirle düz yazının birlikteliği adeta bir okuma şöleni sunuyor okura. Metaforların kullanımı, sözdizimlerinin ihtişamı insanı sarsacak kadar etkili. Bu etkinin güzelliği kadar dezavantajları da var. Öyle ki zaman zaman şiirin görkemi anlatıyı gölgede bırakabilir, okurla metin arasına mesafe girebilir. Siz öykülerinizde okurla metin arasına girebilecek böyle bir mesafeye mahal vermemek adına nasıl bir yol izliyorsunuz? Öykü dilinizi nasıl tanımlarsınız?

Jose Ortega y Gasset’in yirminci yüzyıl modern anlatılarıyla önceki yüzyıllarda olanlar arasındaki farkı anlatırken verdiği bir örnek benim için mihenk taşı oldu galiba. Gasset özellikle on dokzuncu yüzyıl edebiyatının bize bir pencereden bahçeyi gösterdiğini, bahçeyi en küçük ayrıntısına kadar anlatarak okurun gözünde var ettiğini, modern anlatılarınsa manzarayla bizim aramızda bir camın olduğunu ve o camdaki lekelerin, ışık oyunlarının, gölgelerin de manzaraya dahil olduğunu söyler. Modern edebiyat biraz da okurun gözünü bahçede görülenlerden alarak camın kendisine yöneltir. Gasset, “Artık cama bakıyoruz ve bundan haz alıyoruz,” der. Aslında Gasset, “Sanatın İnsansızlaştırılması” adlı makalesinde bu örneği daha farklı bir yere varmak için vermiş ama ben buraya kadarını kendi sözcükseverliğimle birleştirince ortaya yazdığım öyküler çıktı. Kısacası şu ki öykü yazmak benim için dilin bütün olanaklarını kullanmak istediğim bir anlatım şölenine dönüşüyor her seferinde. Bu şölenden keyif alan okurla buluştuğumu düşünüyorum. Onları zorladığımı, asıl meseleden uzaklaştırdığımı hiç düşünmedim. Çünkü bir öykünün asıl meselesi sadece dildir. Dil suyun kendisidir. Suyun üstünde, altında ne olduğunu, o suyun bize neleri sürükleyip getirdiğini arayıp bulmaksa bizim okur olarak anlatıyla çıktığımız yolculuğumuzla ilgilidir.

Bazı öykülerinizde kadın kahramanların, feminist düşünce ve ataerkil kültür arasında gidip geldiğini görüyoruz. Dolayısıyla kadınlık bilincine sahip olmayan kadınla modern kadın figürü çatışması hissediliyor. Böyle bir çatışmayı merkeze alırsak öykülerinizin bir uzlaşmayla bittiği söylenebilir mi yoksa bir galip gelme durumu mu var? Bir kadın yazar olarak buna ve kadının, öykülerdeki rolü üzerine ne söylemek istersiniz?

Öykülerde kimin/neyin galip geldiğini araştırmaya çalışmak yararsız olur bana kalırsa. Ne bir galibiyet olduğu ne de uzlaşıya varıldığı söylenebilir. Hayatın içinde temelde bu iki anlayışa dayalı durumlar/ olaylar/ davranış kalıpları arasında çatışma devam ediyor. Dolayısıyla bu çatışma halinin öykülerde karşılık bulması çok doğal. Kadın, toplumsal cinsiyet bakışının zorluklarıyla hayatının her alanında mücadele ediyorsa da içinden çıkmayı yeterince başaramadığı bu ağın tam da göbeğinde ve hatta o ağa bir ilmek de kendisi atmış olarak buluyor kendisini. Çünkü bu o kadar yaygın ve kılcal damarlarımıza kadar işlemiş bir zihniyet ki farkında olmadan o sistemin hem öznesi hem nesnesi durumuna getirilmiş halde kadın. Öykülerde kadınlar annelerinden devraldıkları ve yaşamlarını çıkmaza sokan anlayışla savaşıyor. Kendilerinde var olduğunun bile farkına varmadıkları o zehri dışarıya boşaltarak özgürleşecekler belki. Belki de panzehri başka bir varoluş düzlemine taşıyacaklar. Bunun ne olacağına yazarı değil öykü kahramanlarımızın kendisi karar verecek. Gerçek hayatta olduğu/olacağı gibi.


Öykülerinizde bir toplum eleştirisi ve buna karşılık olarak bireysel bir isyan var. Yaşadığımız dönem size ne anlatıyor ve bu açıdan yazarlar için çok malzeme var denebilir mi?

Yaşadığımız çağın /dünyanın dışına çıkabilseydim olan bitenler bana da bir malzeme olarak görünür ve her şeyi çok farklı yazardım herhalde. Oysa o denli içindeyim, her türlü etkisine o denli maruz bırakılmış haldeyim ki olsa olsa bir iç acısı, huzursuzluğu, kaygısıyla yazıyorum öykülerimi. Evet bu acı kimi zaman bir isyana dönüşüyor. Yaşadığımız zamanı eleştirmeye dahası yapılan yanlışları görme/gösterme sorumluluğuna dönüşüyor. Bir öykü bunun bayraktarlığını yapmalı demiyorum. Asla. Bu, öyküye haksızlık, yapısal varoluşunu sarsacak bir girişim olur. Bu hassas dengeyi bozmadan yazmak gerekiyor elbette. Öykünün kendi belirlediği kuralları çerçevesinde kendi bakışım, düşüncem ve duygumla ona katıldığımı söylemem daha doğru olacak.

Edebiyatın aslında umut aşılama gibi bir misyonu yok denir. Sizin öykülerinizde çoğu zaman görünenin altından sızan umut kırıntıları hissediliyor. Öykülerinizde vermek istediğiniz en önemli mesaj nedir?

Mesaj verme kaygısı gütmeden yazdım ama bu umuda benim ve çağımın insanlarının o kadar çok gereksinimi var ki. Dahası o umudu bizim bulup çıkarmamızdan ve ona sıkıca sarılmaktan başka kurtuluş çaremiz yok. Edebiyat kendisi dışında birçok şeye sebep olabilir. Başkalarının zihninde, herkes için bambaşka kapılar, yollar açar. Fakat bunu yapan edebiyat değil, onun aracılığıyla bizim zihnimizdir aslında. Yani edebiyat burada sadece bir aracıdır. Bu işlevini de kendinden, kendi varoluş prensiplerinden asla taviz vermeden yapar. Edebiyatın bizim için güzelliği buradadır.


Yazılanlarla dosya oluşturma yolculuğu, yalnız yazarıyla metni arasında geçen özel bir zaman aralığı. Ancak dosya yayınevine gittikten sonra iş biraz değişiyor. Metinler yazardan çıkıp farklı bakış açılarının süzgeciyle karşılaşıyor, okunuyor, değerlendiriliyor, bir nevi eleştiri süreci başlıyor. Editörden çıkması, baskısı, dizgisi… Kısaca kitap olma yolu meşakkatli bir yol olsa gerek diye düşünüyorum. Dosyanızın sizden çıkıp raflarda yerini alıncaya kadar geçen süreçte sizi en çok zorlayan ne oluyor?

Metnin farklı gözlerle karşılaşması, yazmaya yeni yeni başladığımız zamanlardan itibaren ustalaşmaya doğru gittiğimiz o yolda, heyecanını hiç yitirmeyecek olan tek şey. İlk bakışta kendimiz için yazıyor görünsek de kendi kaygılarımız, beğenilerimiz, isteklerimiz öyküyü şekillendiriyor gibi görünse de o yazılanlar en nihayetinde bir başkası için yazılıyor. Değil mi ki bir kitap sayfalarını doldurmak için yayınevine gönderiliyorlar illaki “ o bakış” la temas edecekler ve ben orada olmayacağım. Bunu baştan kabul etmemiz gerekiyor. Metin benim defterimde, bilgisayarımda kaldığı sürece bana ait. Benden çıkıp başkalarına ulaştığındaysa orada yazar yok. Sadece metin ve okuru var. Yani yazılmanın günahını da sevabını da metin o an tek başına üstleniyor. Kendini savunması gerekiyorsa da yazanından yardım almadan bunu tek başına yapıyor. Metnini okurla bir başına bırakan bir yazarın da, tıpkı şimdi olduğu gibi, söyleşilerde öyküleri hakkında konuşması, onlardan söz etmesi zorlaşıyor. Başkalarını bilmem ama bu benim için her zaman zor olmuştur.

Öykü türünün günümüz edebiyat dünyasındaki yerini nasıl görüyorsunuz? Geleceğine ilişkin ne söylemek istersiniz. En beğendiğiniz yerli ve yabancı yazar ve kitapları hangileri?

Geleceği şekillendirecek olan dinamiklerin neler olacağını bilmeden bunu söylemek çok zor. Öykünün tarihsel gelişim evrelerine bakarak şunu söyleyebiliriz sadece:

Öykü, bir tür olarak ilk kez tanımlandığı on dokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren şimdiki biçimine gelirken değiştiğine göre demek ki bundan sonra da değişip farklılaşmaya devam edecek. Tıpkı değişen hayat koşulları, anlayışlar, sistemler, yaklaşımlar, toplumsal yapılar ve bir birey olarak insan, davranışları ve düsünüşleriyle nasıl değişiyorsa ona bağlı olarak yazılan eserler de farklılaşacaklardır. Teknolojik gelişmeler, edebiyatı ve kitabı bitirir mi? Hiç sanmıyorum. İnsan her ne kadar mekanikleştirilmek istense de duygularıyla var olan bir tür. Yapay zekanın şiir yazabildiği çağımızda insan duygusu ve estetik bakışıyla her zaman edebiyata, sanata yakın olacaktır. Bugünlerde bir geçiş aşamasında olduğumuz söyleniyor ve ortalığı toza dumana bulayanlar var. Günümüz edebiyatını tam da bu karmaşanın göbeğinde görüyorum. Bu durumun iyi tek yanı bir çeşitliliğin ortaya çıkmış olması. Farklılıklar en iyi bu denli çeşitliliğin bir arada olmasıyla kendine yer bulabilir ancak. Bunu önemsiyorum.

Sevdiğim yazar ve kitaplardan ilk aklıma gelenler bunlar; Bruno Schulz-Tarçın Dükkanları, Sȃdık Hidȃyet-Kör Baykuş, Goli Taraghi-Kış Uykusu, Yuri Herrera-Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler, Elias Canetti-Körleşme, Bilge Karasu-Narla İncire Gazel, Leyla Erbil-Kalan, Ayfer Tunç-Dünya Ağrısı, Vüsat O. Bener-Dost, Ferit Edgü-Hakkari’de Bir Mevsim, Şule Gürbüz-Kambur.


Öykülerinizde insanın içiyle dışı arasında geçirgen bir zar var gibi. İki taraf için de karşılıklı geçiş ve etkileme söz konusu. Bunu okurun doldurması için bırakılmış boşluklarla, ucu açık bırakılmış sonlarla hissettiriyorsunuz. Kurgularınızın belirgin özelliklerinden birinin bu olduğu kanısındayım. Bu bağlamda size öykünün kâğıt üzerindeki sınırları nedir diye sormak istiyorum.

Öyküyü tanımlamaya çalışırken ȃnın/durumun yansıması, hayatın en küçük bir kesiti demiyor muyuz her zaman. Buradan yola çıkan öyküyü öncesiz ve sonrasız olan, baştan ve sondan mahrum bırakılmış güdük bir parça olarak da görmüyoruz. Ȃnın öncesi de sonrası da nasıl ki o ȃnın içinde saklıysa iki üç sayfalık bir öykü de kendisinden önce yazılmış ve kendisinden sonra yazılacak onlarca sayfayı içinde barındırır. Tahmin edilen geçmiş ve binlerce gelecek olasılıklarını sadece birkaç cümleyle anlatır. Bu yüzden bana neredeyse bir mucize gibi gelir öykü. Bu zor işi kolayca başarma olanağına her defasında hayran bırakır beni. Bütün bunlardan dolayı öykü için, hem ip üstündeki bir cambaz için hassas bir denge gerektiren belirlenmiş bir yol, hem de nereye uzanacağı belirsiz, neredeyse ucu bucağı olmayan, sınırları olmayan bir genişlik aynı anda mümkündür.


Söyleşi: Ayla Burçin Kahraman

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page