top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Engin Belki Yıldırım ile Bıçak Öyküleri ve Edebiyat Yolculuğu Üzerine Söyleştik

Yakın zamanda Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri’nde ilk beş eser kısa listesinde Bıçak Öyküleri kitabıyla yer alan Engin Belki Yıldırım ile kitabı ve edebiyat yolculuğu üzerine söyleştik.

"Ben bir sözcük arayıcısıyım."


-İlk kitabınız Bıçak Öyküleri, hayli geç bir zamanda edebiyat dünyasına sunuldu. Bu durumun arkasında yatan nedenler hakkında neler söylersiniz?

Edebiyat dünyası dediğimiz oluşumla ilgili pek çok düşüncem var fakat bu oluşumu dünyadan çok, bir gayya kuyusuna benzetiyorum. Bu analoji üzerinden kuyuyu oluşturan taşları, üzerlerinde köklenmiş devasa bitkilerin saçtığı tohumların nerede nasıl filizleneceğinin belli oluşu ve rüzgârla savrulan tohumların taşlara çarparak karanlıkta kayboluşunu gözünüzde bir canlandırın.

Bu tohumların pek çoğu da kuyunun içinde yuvarlanırken orada yaşayan envai çeşit mahlûkata önce oyuncak sonra yem oluyor.

Ben kuyuya düşüp en dipte filizlenmek zorunda kaldım ve kuyudaki karanlığın müsebbibi köklü bitkilerin kestiği ışığa ulaşmam biraz zaman aldı. Diğer mahlûkata yem olmaktan kurtuluşumun sebebi de biraz dikenli ve köşeli oluşumdu herhalde.

Yeri gelmişken yazdıklarımı çeşitli mecralarda okuyup beni davet ederek yayıncılığı olması gerektiği gibi yapan yayınevim Metinlerarası Kitap ve sahibi aynı zamanda editörüm Mahmut Yıldırım'a bir kere daha teşekkür ederim.


-Ahmet Hamdi Tanpınar, “İnsanın her tattığı şey, içine bir bıçak gibi çalışıyordu,” der.

Kelimeleriniz keskin bir bıçak gibi sert ve acımasız. Öykülerinizin “bıçak” etrafında şekillenmesinin ardında hangi ilham ve düşünsel derinlik yatıyor? Bıçağın sembolizminin anlatımınıza katkısı nedir?

Bıçakla ilgili en sevdiğim söz Kafka'nın Milena'ya söylediğidir: "Sen bir bıçaksın ve ben o bıçakla içimi kazıyorum!"

Eğer bu sözcükleri duyduğumda benim hissettiklerime yakın bir duyguyu okuyucuya geçirebiliyorsam ne mutlu.

Soruyu şöyle biraz evirmek isterim. Öykülerimin tamamı bıçak etrafında şekillenmiyor, bu kitapta bıçağın özne olduğu öyküler toplanmış durumda. Bunun sebebi de kategorilendirme gibi bir huya sahip olmamdır. Yazdıklarımın belli bir konu başlığı altında toplanması daha doğru gibi geliyor. Bıçak Öyküleri, Tuhaf İstanbul Öyküleri, Robot Öyküleri gibi başlıklar altında yayına sunmak, okuyucuya neyle karşılaşacağını önceden haberdar etmek açısından da daha dürüstçe geliyor bana. Ezcümle kitabın adı, içeriğini kesinlikle yansıtmalı fikrindeyim.

Bıçak Öyküleri kitabı özelindeyse bıçağın sembolizmden ziyade bir başrol oyuncusu olarak bulunduğunu söylemek daha doğru bence. Yazı benden çıkarken belli bir değişime uğramaya zaten başlıyor, okuyucuya ulaştığında da bambaşka bir anlama kavuşuyor. Benden çıktıktan sonra zihinlerde neler oluşturduğunu, neler uyandırdığını okuyuculara sormak sembolizm açısından daha doyurucu cevaplara ulaştırabilir.


-Kısa ve öz bir tarzı tercih ederek öykülerinizin isimlerini neden sadece tek kelimeden oluşturmayı seçtiniz? Bu yaklaşım, okuyucularınızın öykülerinizin derinliklerine nasıl bir yolculuk yapmalarını sağlıyor?

Ben bir sözcük arayıcısıyım. Bu belki bir söz, sözcük, hece, harf hatta ve hatta bir ünlem veya nîda bile olabilir. Tek bildiğim bunun insana ait olduğudur. Öykü zaten kısa bir anlatım biçimidir. Bu kısalığın adı da kendisi gibi kısa ve aslında metinle bütünlenecek bir sözcük olmalıdır. Ben mümkün olduğunca metnin fazlalıklarını atarak bir sonuca ulaşabiliyorum. Ortaya çıkan ürün öykü, şiir, oyun, deyiş veya roman olabilir, buna edebiyat ilmi karar veriyor. Uzun zamandır küçürek öyküler de çıkıyor yazdıklarımdan, onların ismi bile yok çünkü bir cümlelik öyküye isim koymak manasızdır.

Okuyucular öyküyü okuduktan sonra ismin ve metnin nasıl birbirini tamamlayarak bütünü oluşturduğunu görünce daha da keyif alıyorlardır diye düşünüyor, umut ediyorum.

-Kelimelerin gücünü en saf ve etkileyici hâliyle yansıtıyorsunuz. Yazarken bu temiz ve akıcı Türkçe ifadesini yakalamak için hangi süreçleri/düşünsel yaklaşımları izliyorsunuz?

Her şeyden önce anlaşılabilir olmak gibi bir kaygım var. Bu aslında yazabilen, yazmak ve okunmak isteyen herkeste olmalı. Ağdalı, köhne, modernize, çarpıtılmış pek çok metne rastlıyorum. Bu tür metinlerin arkasına sığınanlar kabiliyetsizliklerini gizlemeye çalışıyor diye düşünürüm. Bunları yazanlarla bir şekilde karşılaştığımda hiç de öyle konuşmadıklarını görüp neden konuştukları veya bildikleri gibi yazmadıklarını sorduğumda bana hak verirler ama yine de maalesef bu yolda devam ederler.

Benim kuşağımda Türkçemizi güzel konuşmak olmazsa olmazdı. En azından bunun nasıl olmaması gerektiğini öğrendim. İyi kompozisyon yazamayan, iyi okuyamayan ayıplanırdı. İçerikten bahsetmiyorum, dilin kurallarıyla kullanılmasından bahsediyorum. Siz dilinizi iyi, sade ve akıcı kullanmaya çalışın, ha bir de anlatacak hikâyeniz varsa zaten yazmaya hazırsınızdır.

İyi bir okur/yazar olmak da önce kendi öncüllerini öğrenmekten geçer. Türk edebiyatının özellikle cumhuriyetle birlikte yetişen kuşağının eserleriyle başlayıp günümüze kadar okursanız yaşayan dilimizi hazmedip düzgün kullanabilirsiniz. Bunun yanına bir de iyi/düzgün çevrilmiş dünya edebiyatını eklerseniz denklem tamamlanır.


-Tuhaf İstanbul Öyküleri de Metinlerarası Kitap tarafından yayımlandı. Serinin üçüncü kitabı ne üzerine olacak? Okurlarınıza biraz detay verir misiniz?

Üçüncü kitap Robot Öyküleri olacak. Adından da anlaşılacağı gibi öznenin robot olduğu ama yine insanı anlatan öyküleri barındıran bir dosya bu. Bıçak Öyküleri’nde arka kapakta tek bir öyküyle başlayıp Tuhaf İstanbul Öyküleri’nde Kıpkısa olarak ikiz kitap hâline gelen küçürek öyküler de yine bu dosyanın arkasında Kısa Devre olarak okurların beğenisine sunulacak.


Söyleşi: Hacer Aktaş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page