top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Evşen Yıldız ve Annemin Gelincik Tarlası

Sevgili Evşen, uzun zamandır seni dergilerde, online platformlarda ve sosyal medyada takip etme şansım oldu. Öykülerinin birkaçını bu vesileyle okumuştum. Uzun zamandır bu alanda emek verdiğin aşikâr. Vacilando’dan çıkan Annemin Gelincik Tarlası kitabında on iki öykü var. Kitaba ismini veren öyküde şu cümleleri okudum. “Önümde çok güzel gelincikler var. Daha ileride daha güzel gelincikler var, daha ileride daha güzel.” Senin edebiyat dünyanda daha ileride neler var? Yazma yolculuğunda neredesin? Seni benim kadar yakından takip etmemiş olanlar için bize bu serüveninden bahseder misin? Yarışmalar, dergiler, hayaller, kırgınlıklar ve tepelerde açan gelinciklerden.

Çocukluğumda, çoğunluğunu yabancı dillerden çevrilmiş eserlerin oluşturduğu, kırk çocuk kitabından oluşan bir kitap serisi vardı odamızda. Okumayı öğrenmeden önce renkli ve detaylı kapak resimleriyle (içlerinde resim yoktu), okumayı öğrendikten sonra da içerikleriyle çokça vakit geçirdiğim bu kitapların hepsi standart olarak doksan altı sayfaydı. Sonrasında hayatıma başka kitaplar girmiş olsa da benim için o serideki kitaplar ideal kitap formunu oluşturmuş sanırım, çünkü ortaokulda kitap yazmaya karar verdiğimde yapmam gereken ilk şeyin doksan altı sayfalık bir defter edinmek olduğunu sanıyordum. Kimseye kitap yazma hayalimden bahsetmeyecek kadar ketum olduğumdan neden yüz değil de doksan altı sayfalık bir defter istediğim sorulduğunda, öğretmen öyle istedi, demiştim. Bu anıyı yakın zamanda hatırladım ve yazmanın bende bu kadar eskilere ulaşan bir kökü olduğunu da keşfetmiş oldum.

Günlük, mektup, şiir, öykü… Biçimler değişse de bendeki yazma tutkusu hep vardı, bu tutku üniversitede edebiyat okumamın da sebeplerinden biridir. Kalemimin öykü türüne daha yakıştığını düşünüp öykü yazmaya yoğunlaştıktan sonra sıra ikinci adımı atmaya, yazdıklarımı okura ulaştırmaya geldi. İlk kez 2010 yılında Altzine’de yayımlandı öyküm. 2016 yılında Altkitap Öykü Yarışması’nda, ertesi yıl Zeytinburnu Belediyesi’nin düzenlediği yarışmada dereceye girdi öykülerim; ardından basılı dergilerde, dijital platformlarda ve bu senenin başında kitabımla okurun karşısına çıkabildim.

Bunlar ardımda kalan güzelliklerin bir özeti. Önümde uzun bir yol olduğuna ve toplanacak pek çok gelincik olduğuna inanıyorum ben de. Yazma yolculuğumda tam da olmak istediğim yerdeyim, bugüne kadar anlatmak istediğim hikâyeleri anlattım, halihazırda anlatmaya devam ediyorum ve hayat sürdükçe anlatmak istediğim hikâyeler ve onları yazacak hevesim olacaktır eminim.

Cortazar sinemayı romana, fotoğrafı öyküye benzetmiş? Romanın ve öykünün oluşumu üzerine düşüncelerinden de bahsetmiş Edebiyat Dersleri kitabında. Ben şimdi senin roman, öykü hatta şiir üzerine düşüncelerini merak ediyorum. Hem bir yazar hem de bir okur olarak edebi türlerle ilişkinden bahseder misin? Türler arası sınırların varlığına inanıyor musun? Okumaların ve bunların yazdıklarına yansımalarına dair özdeğerlendirme yapmanı istesem neler söylersin bize?

Uzun zaman şiir yazmaya vermiştim yazma enerjimi, ne zaman ki şiirin anlatmaya öykü kadar uygun olmadığını, daha doğrusu anlatma ihtiyacının şiire haksızlık olduğunu düşünmeye başladım, o zamandan beridir düzyazıyla daha çok hemhal oluyorum. Birbirine çok yakın türler olan şiir ve öykünün arasındaki temel farkın bu olduğunu düşünüyorum. Okumalarıma dair bir örnek verecek olursam, aslında bir öykü olabilecek metnin, sırf yazarı biraz geveze diye roman hacminde olmasından rahatsızlık duyuyorum. Ben bir romanda, daha derinlikli analizler veya farklı hikâyeleri bir potada eriten karmaşık bir yapı gibi, onu öyküden ayırt edecek özellikleri görmek istiyorum. Doğrudan soruna yönelik ifade edecek olursam, evet, türlerin arasında sınırların olduğuna inanıyorum. Ama çok kalın olmayan, esnetilebilen, geçirgen sınırlar bunlar. Yaptığımız işin yaratıcı ve dolayısıyla özgür olması gereken yanını düşününce zaten çok kalın sınırların bu işin doğasına aykırı olduğunun hepimiz farkındayızdır.

Okumalarımda çoğunlukla şiire ve öyküye ağırlık veriyorum; hem kitapları hem de dergileri takip etmeye çalışıyorum. Edebi kuramlara dair yazılmış, özellikle öykü türünün teknik yanını irdeleyen ‘yazma’ ya dair kitaplara da özellikle bir dönem okuma programımda yoğunluklu olarak yer vermiştim. Bir yandan aklımda şöyle bir anekdot kalmış: Divan şairi olmak isteyen birine önce iki bin beyit ezberlemesini, sonra bunların yarısını unutmasını salık verirlermiş. Ben de yazmak isteyen birinin önce işin teknik yanını bilmesi ama yazarken bunları unutması gerektiğini düşünüyorum. Zaten içselleştirilmiş bilgi, gerektiği yerde, gerektiği miktarda kendini gösterir. Öte yandan aksi, yani tekniğe fazla bağlı kalmak, hem samimiyeti gölgeleyebilir hem de sanatçıyı zanaatçıdan ayıran temel meseleyi yani özgünlüğü tehlikeye atabilir.

Yeri gelmişken bir konuda eşimin hakkını vermeliyim: Bana farklı disiplinlerden de okumalar yapmam gerektiğini hatırlatan ve felsefe, psikanaliz, sosyoloji gibi alanlardan güzel eserlerle beni tanıştıran gerçek bir kitap kurduyla evli olduğum için şanslı hissediyorum.


Kitapta altını çizdiğim çokça cümle var, onlardan biri: “Hikâyelerin, anlatılan kişiye göre uzayıp kısalabileceğini bilmiyordum.” Yazar hikâyeyi okuruna göre mi anlatır? Sen örneğin bir okur olarak nasıl anlatılmasını istersin? Peki ya Annemin Gelincik Tarlası’nın okurları! Kitap çıkalı yaklaşık yedi ay olmuşken, bir şansın olsa ve kitabına eklenmek üzere okurlara iki satır bir şeyler yazman istense, onlara ne derdin?

Sözlü kültürde hikâye anlatıcısının, dinleyicinin nabzını tutmak gibi çok büyük bir artısı var, bu yüzden hikâyeleri uzatıp kısaltabilir. Oysa yazarı bir hikâye anlatıcısı, yazma eylemini de sözlü kültürün devamı gibi düşünmek gerçeğe pek yakın olmayacaktır. Okura göre şekillenen bir anlatı değil bizimki. Ben kendimi daha çok, kime ulaşacağını bilmediğim mektuplar postalıyor gibi hissediyorum yazarken.

O öykü özelinde alıntıladığın cümle, annesini dikkatle izleyen bir çocuğun büyüklerin dünyasına dair bir keşfi. Böyle değil midir zaten, herkese her şeyimizi anlatamayız, anlatsak da bütün detayları paylaşmadığımız durumlar olur, karşı tarafın ilgisizliğini gördüğümüzde, kıskançlığını veya kötü niyetini bildiğimizde kısa kesebiliriz hikâyeyi. Oysa masumiyetin hâkim olduğu çocuk dünyasında netlik vardır, kişiden kişiye değişen durumları bilmezler, bizi gözlemleyerek öğrenirler. Bu öyküdeki çocuk gibi.

Kitabın okurlarına bir şey demek yerine çenemi tutabilmeyi, okuru öykülerle başbaşa bırakabilmeyi isterdim. Ne yapmaya çalıştığımın değil, okura neyin ulaştığı önemli zira. Ama hem beni yazmaya iten temel neden olan anlatma telaşımın önüne geçemediğimden, hem de bir okur olarak bende bazı öyküleri derinleştiren röportajlar okuduğumda duyduğum heyecan nedeniyle ne yapmaya çalıştığımı anlatmadan duramıyorum.

Öykülerinde anlatıcılar genelde evlat, hatta anneleri tarafından kimseye belli etmeden hizaya sokulan kız evlatlar. Bir ebeveyn olarak aile kavramına, onun edebiyatta kendine yer buluş şekline nasıl bakıyorsun? Bir kadın olarak toplum ve edebiyatın birbirini yansıttığına inanıyor musun? Bol Teyel de kadınların olduğu bir öykü, orada geçen şu cümleyi eklemek isterim: “Hikâyemin, belki de bütün hikâyelerin asıl kahramanına, anneme gelip dayanıyordu.” Bu vesileyle öykülerindeki annelere de değinmek istersin belki.

Edebiyatın, bir yandan yaşadığımız toplumla çok sağlam bir bağı var: Anlatmayı dert edindiğimiz hikâyeleri, içine doğduğumuz aile-akraba kültüründen ve benzer ailelerde yetişmiş bireylerin oluşturduğu sosyal çevremizden devşiriyoruz. Anlattığımız karakterler, onların yaşadığı evler, hikâyeleri bize ait olandan izler taşıyor. Bir yandan da bütün toplumsal yapıların üstündeki bazı kavramlara eğiliyoruz. Benim için bu kavram, çocukluk. Nasıl bir sosyal çevrede yetişirse yetişsin, izleyerek öğrenen, her öğrenişte hayreti azalan ve masumiyetten biraz daha uzaklaşan çocukluk. Murathan Mungan, Çocuklar ve Büyükleri adlı seçkisinin önsözünde “Kendimizle çocukluğumuz arasındaki büyülü uzaklık.” tan söz açıyor: “O unuttuğumuz, kökleri gene de bizde olan dünyayı yeniden keşfetmek, yeniden anlamak ve anlamlandırmak, her seferinde hayatımızın geri kalanı için yeni bir şey öğrenmemizi sağlar.” Benim için o büyülü uzaklığı aşmaya çalışmak oluyor çocuk ağzından yazmak. Cansever’in deyişiyle ‘gökyüzü gibi’, ‘hiçbir yere gitmeyen’ çocukluğu yazarken iktidarla ilk tanışıklığımız olan aileyi, aile bireyleri arasındaki iletişimsizliğin çocuk zihninde yarattığı boşlukları, çocuğun o boşlukları kendi başına doldurma çabasını anlatmak istiyorum. Sonra dönüp bakıyorum, öykülerimin çoğunda çocuğuyla iletişim kuramayan bir anne olduğunu görüyorum. Soruda, alıntı yaptığın öyküdeki anne de o çok silik annelerden mesela, yine de kızı onu ‘hikâyemin kahramanı’ olarak tanımlıyor. Anne susunca, günlük anlar bir hikâyeye dönüşüyor çünkü, sessizliğiyle hikâyenin temelini attığı için hikâyenin kahramanı da anne oluyor.


Önceki soruya ek olarak bir cümle daha: “Sanırım içimde bir yerde, sütlü kahve bir yelek vardı ve onun verdiği olgunlukla kamburlaşmıştı ruhum.” Bize bu sütlü kahve yelek’ten bahsetmek ister misin?

Sütlü kahve yelek, onu yaz kış üstünden çıkarmayan kadının iddiasız duruşuna yakışan bir giysi bence. Bir de kendini o kadının karşısında konumlandıran bir kadın var, kendine çingene pembesi kumaştan döpiyes diktiriyor. Bu iki kadını yan yana gördüğümüzde kıyafetlerindeki tezatla birlikte hayattaki duruşları arasındaki fark da büyüyor adeta.

Bence -okura nasıl yansır bilemem- hikâyenin anlatıcısı, annesine gizli bir hayranlık duyuyor, o yüzden senin alıntıladığın cümlede anlatıcının gözünde o iddiasızlık ‘olgunluk’ olarak dile geliyor. Biraz da kabullenilmiş bir yazgı olarak annesindeki bu iddiasızlığın kendinde süreceğini hissediyor.

Ama aynı zamanda gizli bir iddiası var bu yeleğin, ‘Evden dışarı kolay kolay adım atmayan’ bu kadının, yeleğin cebinde evinin anahtarını taşıdığını okuyoruz öykünün başında. Öykünün sonunda baba eve döndüğünde bir şıngırtıyla kendini hatırlatan o anahtar, kadının evine sahip çıktığını bize hatırlatan bir sembol olsun istedim.


Ocakta kuru fasulye kaynıyordu. Babam döndüğünden beri onun sevdiği yemekler daha sık pişer olmuştu.” Bu öyküyü okuduğumda benim için öykü burada bitmişti. İkinci kez okudum ve seni sonrasını yazmaya iten şeyi merak ettim. Elbette bu kişisel bir değerlendirme. Bununla birlikte öyküde kurgu, anlatıcı, merak duygusu, aktarım vb. gibi meselelere dair fikirlerin nelerdir.

Bu yorumu yapan başka okurlar da oldu. Hatta öyküleri, dosya oluşturma sürecinde okuyan bir arkadaşımdan da bu yorum geldiği için dosyayı oluştururken defalarca silip ekledim o son paragrafı. Her şeyden önce anlatıcının bu kıyasta, onun tabiriyle savaşta, başından beri annesinin tarafını tutar gibi görünse de aslında iki kadının da bu durumdan zarar gördüğünü belirtmesini istedim. İkinci olarak da Leylek’i en başta eleştirdiği meselenin, yani olayların geçmişte olup bittiği yanılgısının bir kez daha altını çizmek, yaşanan her şeyin etkileriyle sürüp gittiğini vurgulamaktı niyetim.

Kitaptaki öykülerim genelde bilinen hikâyeleri konu ediniyor; kimi zaman dilin, kimi zaman kurgunun, kimi zaman hikâyeyi besleyen motiflerin kullanımıyla, hikâyeleri öyküye dönüştürmenin yollarını aradım. Bol Teyel’de asıl hikâyenin yanında anlatılan, geçici olarak birbirinden ayrılan iki kumaş parçasının hikâyenin sonunda kalıcı olarak dikilmesi boşuna değildi; Beklenen öyküsünde suların akmayışı ile babanın hastalığının ortak bir bekleyişte buluşması da keza. Zaman Meselesi’nde, Bugün’de zamandaki kırılmalarla anlatmak istedim hikâyemi, Oyunbozan ve Bozuk Düzen’de merakı sonuna kadar korumayı amaçladım. Balkon’da, Annemin Gelincik Tarlası’nda samimiyetin ve sakinliğin biraz daha öne çıktığını sanıyorum. Bir hikâyeyi anlatmanın pek çok yolu var, kalemimizin gücü -varsa- burada ortaya çıkacak. Bu yanıyla Annemin Gelincik Tarlası’ndaki öykülerde benzer temalar olsa da hikâye anlatma yönüyle birbirlerini besleyen, dengeleyen öyküleri bir araya getirmeye çalıştım.


Aile içi kırılmalar, evlat ya da ebeveyn olmak, hep bir tahammül sınırı, sınırların zorlanması ve kaçınılmaz olanın kapıları kıra kıra girmesi yine de duyguların nahifliği. Dili kullanma şeklinden dolayı ayrıca etkileyici öyküler, bunu söylemeden geçmek istemem. “Ama ev zordu.” cümlesiyle bitiyor bir öykü. Ev neden zor, neden kapıları illa ki kırılıyor sence? Ev ve pandemi desem peki ne dersin? Öykülerin bazıları tahmin ediyorum pandemi döneminde yazıldı. Bu dönem, okumalarını ve yazmalarını nasıl etkiledi. Kendine ait bir oda şansın oldu mu, ya da mümkün mü, ne dersin?

Evin zor hâli öyküsünde “Ev kolay, demiştin her şeyin bağladığı noktada.” cümlesi geçer. Mesele birlikte bir hayata başlamak olduğunda asıl zor olan o dört duvarı yuva yapmaktır. Yürümeyen bir ilişkiyi anlatmaya çalıştım o öyküde, o ilişkinin sembolü olan eve taşınmayla başlayan ve o eve ait hissedemeyen karakterin ağzından dinlediğimiz bir hikâye anlatmak istedim.

Evde ne kadar vakit geçirdiğimden bağımsız olarak bugüne kadar yazdığım öykülerin temaları da seçtiğim motifler de eve dair oldu genelde. Kendi sınırlarımı zorlayıp gözümü dışarıya çevirdiğim öyküler de yazdım ama insan, iliklerinde hissetmediği şeyi yazınca hiçbir kurgu tekniğinin veya dil kabiliyetinin dolduramayacağı bir gedik oluyor o öyküde. En azından ben bir okur olarak bazı öykülerde gördüğüm o gediği kendi öykülerimde yapmamak için kendi ruhuma dokunan öyküler yazmaya çalışıyorum. Bu anlamda, fiziksel olarak evde olduğumuz bir dönem olan pandeminin öykülerimde net bir etkisi olduğunu sanmıyorum, ben ruh dünyamda zaten hep eve dönük yaşıyorum.

Bir kamu kurumunda 8-17 mesaisinde çalışan bir anneyim. Kendime ait bir odam olsaydı bile orada bulunmak için vaktim olmazdı sanırım ☺. Hayat şartları kendi odamızı değil de kendi dakikalarımızı var etmeyi zorunlu kılıyor. Ben de öyle yapıyorum, her gün toplam üç saatimi geçirdiğim yola, çocukları uyutma anlarına, fasulye ayıklamaya, çorba karıştırmaya… Kısacası bulduğum her boşluğa okumanın ve yazmanın sızmasını sağlıyorum. Teknolojik imkânlar okuyamadığım zaman dinlemeyi, yazamadığım zaman ses kaydı almayı sağlıyor nasılsa. Çok bilirim, yürürken telefonla konuşur gibi yapıp aklımdakileri kaydettiğimi. Dert edindiğim bir meselenin kafamda bir öykünün çatısını oluşturduğunu, yazmaya vakit bulamadığım halde günlerce kafamın içinde mayalanıp durduğunu hatırlarım.


Öykülerine ve kendine dair samimi cevapların için teşekkür ederim. Yolun açık olsun sevgili Evşen.


Söyleşi: Çilem Dilber


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page