top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Murat Çelik ile Kışın Herkes Dürüsttür Üzerine

1. Delilik kavramının öykülerinizde kendine fazlaca yer bulduğunu görüyoruz. İlk öykü Habu ile başlamak istiyorum. Öyküde delirmenin eşiğinde, hatta o eşiği biraz geçmiş bir kahramanı konu ediyorsunuz. Poe’nun “Delilik sandığınız şeyin sadece duyuların keskinleşmesi olduğunu söylemiş miydim?” sözlerini hatırlattı öykü bana. Kahramanımız kendinden bahsederken “O gün anladılar ben ulu mulu değilim. Saçma bir deliyim,” diyor.

Yine Şerefiyetrio öykünüzde, “Neyse ki şair değilsin.” “Evet, delirmek istemem.” diyaloğuna rastlıyoruz.

Edebiyatla delilik arasındaki bağı nasıl ilişkilendirirsiniz ve yazar, ululuk ile delilik arasındaki ince çizginin hangi tarafına yakındır sizce?

Atmosfer yazıcılar deliliği de, ululuğu da bir ana sığdırıp o an içindeki duygudan tatmin ayrılıyor, peşi sıra akla kavuşup yazabiliyor bana kalırsa. Bir eşikte beklemenin şöleni gibi. Dahil olmayı tercih etmemek gibi. Deliryum kolay; suçlar inşa edip su katılmamış bir kötü yaratmak zor. Deli gömleği biraz vicdan, biraz merhamet gömleği belki. Esnek ve ehliyetsizce.Peki yazar neyi tercih edebiliyor? En temelde sürüklenmeyi.

2. Şarkısını, Herkesi Uyutan Bir Koro adlı öykünüz itiraf etmeliyim ki en sevdiğim öykülerden biri oldu. Tek ve dar bir mekânda geçen öykü, okuyucuyu da o sıkışmışlığa fazlasıyla itiyor. Derine inildiğinde en kenarda kalmış karakterin dahi bir hikâyesi var öyküde. Örneğin Tuhafiyeci Neriman. Hem bireysel hem toplumsal anlamda bakıldığında kadın-erkek, baba-oğul, karı-koca, anne-evlat ve iç içe geçmiş komşuluk ilişkileri üzerinden ilerleyen öyküde yeni vilayet olan bir ilin sancıları, deprem zenginleri, dilden dile dolanan dedikodularla şekillenen ilişkiler de yine taşrayı en çıplak haliyle okuyucuya sunuyor.

Buradan baktığımızda taşranın kendini edebiyata konu ettiren, kurgularda kendine yer açtıran yanı nedir?

Özel bir yanı yok. Türkiye taşrasında tüm dekorlar, insanlar birbirine benziyor. Anlatmaya değer bulduğumuz şey de bir süre sonra sıradanlaşabilir. Onu tüm sıradanlığı içinde yaşatacak olan dildir. Dil deyince sanki sıkışiir işaret edilmiş gibi anlaşılıyor. “Sözlük okumalıyız, cins sözcükler bulup serpiştirmeliyiz” de ikinci yanlış. Yaşadığı yerle yaşadığı yere benzeyenin ama yaşadığı yerden uzağa gidince yaşadığı yeri yazabilenin hikâyesi, sözdizimi ve sözcükleri.


3. Öykülerinizde dilin alışılmış kalıplarının dışına çıktığınızı, hatta tabiri caizse çıkmak yerine taştığınızı, kurallardan azade biçimsel bir üslup ortaya koyduğunuzu görüyoruz. Bunu diğer kitaplarınızı okuduğumda da hissetmiştim. Gerek eğip büktüğünüz kelimeler gerek imla kurallarını kullanışınızdaki farklılık göze çarpan bir dil kullanımına dikkat kesilmemize neden oluyor. Bir edebi eserin zamanları aşan bir yapıta dönüşmesi için dil ve üslup ne derece önemlidir sizin için?

Hikâye satar; ama dil onu bazen sandıklara gömüp saklar, zamanına saklar, bazen de tüm zamanların mekaniği haline getirir. Mekanikten kastım taklit edilen bir esere dönüşmesi. Ben imza sahipliğine inanıyorum.Kuralları koyulmuş bir şeye ortak olmak değil, kurallarını bozup yeniden inşa edilebilecek metinler kurgulamaya uğraşıyorum.Tüm bunların anonim bir anlatıcı diliyle değil, şahsi bir abc ile gerçekleşebileceğini düşünüyorum.


4. Kitabı kapattığımda aklımda kalan şeylerden biri de fotoğraf imgesinin kurgu dünyanızda geniş bir yeri olduğu kanısıydı. Doğru mu yanlış mı bilmem. Kitabın son öyküsü, son sayfası da bir kadın fotoğrafı ile bitiyor. Farklı farklı öykülerde bu fotoğraf çerçevesinin içine hep bir kadının payı düşüyor. Özellikle anne, eş, kız kardeş… onların toplumdaki yeri, ezilmişlikleri… Yazgılarının ipini kendi ellerinde tutamayan kadınlar görüyoruz öykülerinizde.

Buradan yola çıkacak olursak aynı zamanda yayıncı kimliğinizi de hesaba katarak sormak isterim, özellikle son dönemde gerek öykü gerekse edebiyatın diğer alanlarında kadınlar kendilerine daha fazla alan açabilmeyi başardılar mı, başardılarsa bunu neye bağlıyorsunuz?

Fotoğrafını çekebildiğim şeyleri anlatabiliyordum eskiden. Unutmak öğrenilebiliyor belki ama hatırlamamak başka işgallerin kapladığı bir alan. “Yaşasın isterim” üzerine konuşabilirim sadece. Kayıt tutucuların mihmandarlığına kadınların ihtiyacı yok.


5. Buralardaki Buradakidir, Şerefiyetrio gibi öykülerinizde “ötekiler”e rastlıyoruz. Tercihleri ya da doğuştan gelen kimlikleriyle bir şekilde öteki olmuş kahramanlar çıkıyor karşımıza. En temel gereksinimimiz olan barınma ihtiyacının bile sırf bu ötekilikten sebep sorun haline geldiğini, silsilenin piramidin üst basamaklarına sıçrayan problemlerle devam ettiğini görüyoruz. Öteki olmak, çemberin dışında olunmasa bile her zaman daha içerden bakan bir göz tarafından öteki olarak tanımlanmak yaşadığımız coğrafyada karşılaştığımız gerçekler. Edebiyatın bu ötekilik düzenine karşı mücadelesi hakkında fikirlerinizi merak ediyorum. Edebiyat, bu tutumu değiştirme gücü olan bir alan mıdır?

Edebiyatın, yazının herhangi bir şeyi değiştirmeye gücü olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir misyonu da yok bana kalırsa. Koskoca devletlerin, hükümetlerin insan kalitesi politikalarına yön vermek için edebiyattan medet ummaları garip olur. Okumak bir alışkanlık değil orta sınıf konforlu insanın seçimi. Refah toplum olmadığımız, olamayacağımız için bizde dersler kitaptan işlenmez.

6. Öykülerinizde karakterlerin devlet, erk, otorite, hükümet üzerinden muhalifliklerine şahit oluyoruz. Kahramanların birçoğu bu kavramlarla derdi olan kişiler. Ziya Osman Saba’ya bir röportajında yöneltilen “Neden toplumsal konulara hiç değinmiyorsunuz?” sorusuna, “Yasak değilse ben de kendi kendimi anlatayım,” cevabı uzun süre bu konu üzerine düşünmeme sebep olmuştu.

Siz yazarın toplumsal bir görevi bulunması gerektiğine inanıyor musunuz, sanatçı muhalif olmak zorunda mıdır ya da şöyle ifade etsem daha doğru olacak sanırım, sosyal bir fonksiyonu yok diye bir yazarın/sanatçının yerilmesi konusunda neler söylemek istersiniz?

Yaratıcıların bir duruşu, tavrı ve kimliği olması gerektiğine inanıyorum. Yazar, bunu metinlerinde gösteren de olabilir, (apaçık) göstermemeyi de tercih edebilir. Sakınmayı yahut korkmayı da insani buluyorum. Genel itibarıyla mıymıylıktan hoşlanmıyorum. Ülkemizdeki yaşanırlık çeşitlilikleri, vakalar, siyaset, ekonomik gidişat vs. düşündükçe, tüm bunlara kulaklarını tıkayan bir yazarın bile sadece “maruz” kaldıklarıyla, yani kırıntılarla, bir şeyleri kurcalamamasının yaslandığı yeri ayan beyan işaret ettiğine, zaman tanıklığının reddine ve hiçbir şeyi umursamamasına şaşırıyorum.Azıcık.


7. “Güzel şeyler peş peşe… Hem her şeye sebep bulamam” diyorsunuz İçinde Bak, KimselerGizlemiyor Talihini öykünüzde. Yazarların, yazma eylemini hep bir sebebe dayandırma, yazmalarını bir yere yaslama ihtiyacına şahit oluyoruz. Cevaplar değişse de bu arayışın hep var olduğunu görüyoruz. Her yazar kendine en az bir kere sormuştur sanırım. Neden yazıyorum?

Hem şair hem bir öykücü olarak siz neden yazıyorsunuz, sizi yazmaya iten şey ya da şeyler nelerdir?

Hem yazmaya da sebep bulamam deyip sıyrılmak isterim bu zor sorudan. Cevabı asla tek ve sabit değil.Beni yazmamak değil okuyamamak rahatsız ediyor mesela. Okuduklarımdan yazarlık çıkaracaksam daha iyi anlatmak için, yan yana gelmemiş sözcükler bulmak için yazıyorum diyebilirim-ben yaratma tutkusuyla. Kişisel tarihimizdeki ölüm noktalarını işaretlemek için, bazı kimseleri yaşatmak için yazıyorum yahut sözcüklerin gücüne, yaşamakta değiştirebileceği herhangi bir şey olmadığını bilerek gene de vicdana, sadakate inanıp yazıyorum diyebilirim. Cevabımda kalmam tabii, üç ay sonra başka bir cevabım olur, iki-üç sene sonra başka.


Cevaplarınız için çok teşekkür ederim.


Söyleşi: Vildan Külahlı Tanış

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page