top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Müge Koçak’la İlk Kitabı “Yankı” Üzerine Söyleştik

Can Yayınları tarafından edebiyat dünyasına kazandırılan ve yazarın ilk kitabı olan “Yankı” geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluştu. Kitap on iki öyküden oluşuyor. Hem kitabı hem de Müge Koçak’ı daha yakından tanımak için kendisiyle keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Merhaba Müge. Öncelikle kitabının yolu açık olsun. Bir yerden başlamak gerekirse, öykülerinin hemen hepsinde insanı “rahatsız edici” bir taraf var. Derdi, meselesi olan metinler bir araya gelmiş kitapta. Görünmemesi için karanlığa itilen, halı altına süpürülen her şeyi cesurca ortaya seren bir tavır var kaleminde. “Yankı”nın derdi nedir, okura ne vermek istiyor, biraz senden dinleyelim mi?

Çok teşekkürler Vildan. Evet doğru. Yankı rahatsız edici bir ilk kitap. İlk kitap olmasına rağmen sözünü sakınmayan öykülerle dolu. Senin de söylediğin gibi öykülerin rahatsız edici bir tarafı olduğunu çoğu kişiden duydum ancak okumayı bırakamadıklarını da eklediler. Ben öykülerin, içinde yaşadığımız hayattan daha rahatsız edici olduğunu düşünmüyorum. Sadece hayatın normal akışında var olan ama çoğumuzun görmemeyi tercih ettiği yerlere Yankı ile ışık tutmaya çalıştım diyebilirim. İsteğim de sesini çıkartma imkânı olmayan yaralı bilinçlere, göz ardı edilmişlere bir nebze de olsa ses olmak diyebiliriz.


Öykülerinin ana izleğini toplumsal meseleler oluşturuyor. Cinayetler, yokluk, geçim derdi, adalet, şiddet, aile içi çatışmalar, kadın olma hali vs. Öyküleri kaleme alırken “birilerinin bunları yazması gerekiyor” gibi bilinçli bir tercihle mi konuları belirledin, yoksa yol seni oraya mı sürükledi?

Bu meselelere bir tek Yankı’nın değindiğini sanmıyorum. Özellikle kadın meselesine, şiddete ışık tutan başka birçok kitap var. Anıl Mert Özsoy’un “Korku Yokuş Aşağıydı” mesela. Sokağı, derdi olan insanları anlatıyor, aynı şekilde Gamze Arslan’ın “Kanayak”ı. Kitabın odağına kadın sorununu oturtmuş öykülerden oluşuyor ve daha birçok kitap var. Dolayısıyla öyküler, “bunları da birinin yazması gerekiyor” gibi bir dürtüyle bir araya gelmedi. Ama her bir öykü soğuk, kara komik diyebileceğim, absürt, tekinsiz bir atmosferde yazılınca bir bütün olarak etkisini arttırdı ve yüzümüze daha çok çarptı. Her bir öyküden okuyucuya akan ve onu tedirgin eden de bu sanırım. Kiltablet ile yaptığımız bir söyleşide Nurdan Atay şöyle bir tanımlama yapmıştı: Sakin şiddet. Soğukkanlı bir dehşetin kitabı oldu galiba.


Kitaba ismini veren “Yankı” öyküsünden bahsetmek istiyorum. Merak duygusu öykünün sonuna kadar diri tutuluyor. Hem yüzleşme hem bir hesaplaşma öyküsü aslında. İnsanın kendisine bu kadar yabancılaşması ve kendisiyle yüzleşebilmesi mümkün müdür sence? Aynadaki buğuyu nasıl siler insan, neler söylemek istersin?

Yankı kitaptaki en eski öykülerden biri ve aslında tüm kitaba da içerdiği hissi veren bir öykü. İnsanın kendisine ve çevresine bu kadar yabancılaşması, bu kadar kopması o kadar mümkün ki, buna en iyi örnek olarak şu anda yaşadığımız dönemi verebilirim. Mesela şu anda ben bir ekran karşısında hiç tanımadığım size bu soruları yanıtlıyorum, etrafımda hiç tanımadığım hayatlar dönüyor, hiç bilmediğim kişilerle iletişime geçiyorum ve hatta kitabım çıkıyor. Tüm bu hayat dönerken, ben evde bu masa başındayım, bilgisayar ekranındayım ve hayata bağlantım bu ya da telefon. Tüm bunlar, düşündüğümüzde korkunç bir yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor. Örneğin bir felaketi “like” edip paylaşıyoruz ve sanki bir parçası oluyor hissine kapılıp rahatlıyoruz ama bu durum orada var olan gerçeği değiştirmiyor. Hem kendimizden hem de çevremizden uzaklaşıyoruz git gide. “Bilmeye cesaret et!” Bu, Horatius’un bir şiirinde geçen bir deyiş. Şöyleymiş, “Gözüne ufak bir çöp batsa, onu oradan çıkarmak için acele edersin. Zihnin hasta olduğu vakit tedavisi için neden acele etmezsin? Başlamak, işin yarısını bitirmek demektir. Kendi aklınla düşünmeye/akıllı olmaya cesaret et, başla!” Kant, Aydınlanma Çağı’nın felsefesini bu deyişle özetlemiş. Her şeyi bilmem mümkün değil ama her şeyi sorgulayabilirim ve sorgulamalıyım da. Eğer ben düşünebilen bir varlıksam, körü körüne önüme getirilen bir şeyi koşulsuz kabul etmem kadar korkunç bir şey olamaz benim için. Korkmadan, bilmeye cesaret ederek, ancak böyle buğuyu silebileceğime inanıyorum. Ingeborg Bachmann’ın “Frankfurt Dersleri”nde bir yerde “korkmakla dost olmak” gibi bir deyiş vardı. Bu bir seçimse, ben korku yerine bilmeye cesaret etmekle dost olmayı seçiyorum kendi hayatımda.

Deyim yerindeyse “ayağının tozuyla” Kayıp Rıhtım’ın düzenlediği “Yılın En”leri oylamasında “Yılın En İyi Yerli Spekülatif Öykü Kitabı” oylamasında birinci oldun. Ödül sana ne hissettirdi, biraz paylaşır mısın bizimle?

Evet, açıkçası ben de çok şaşırdım ve çok sevindim. Kayıp Rıhtım uzun zamandır severek takip ettiğim bir edebiyat ve kültür platformu. Öykü seçkilerinde bazı öykülerim de yayınlandı. Sevdiğim bir platformun okuyucuları tarafından Yankı’nın böyle bir ödüle, hem de bu kadar kısa zamanda layık görülmesi beni çok mutlu etti.


Kurmaca dünyasına dair kafa yorduğunu düşündüm kitabı okurken. Kurgusal oyunlar, rüyalar, masallar, deneysel diyebileceğimiz biçimler, hatta kullandığın epigraflar bile dikkat çekici. Bazen tekinsiz sularda yüzdürüyorsun okuyucuyu, bazen bir gerçekliğin tam göbeğine oturtuyorsun. Bir öykü ortaya çıkmadan evvel nasıl bir yol izliyorsun? Öykünün senin için tamamlandığı yer neresidir?

Ben okumaktan heyecan duyduğum şeyleri kaleme almayı tercih ediyorum. Yaşayan metinleri, hareketli kelimeleri, şaşırtan kurguları seviyorum. Bunları aklımda tasarladığım evrene oturttuğumda da ortaya böyle anlatımlar çıkıyor. Deneysel biçimler ilgimi çekiyor ama tüm bunları uygularken de metnin ayağı bir taraftan yere bassın istiyorum. Fikir her yerden gelebiliyor, her şeyden beslenebiliyorum. Bazen izlediğim bir film ya da duyduğum bir cümle, bazen yolda rastladığım bir durum aklımda bir kurgunun oluşması için başlangıç teşkil edebiliyor. Daha sonra etrafını inşa etmek, çerçevesini oluşturmak için düşünmeye başlıyorum. O çerçeveyi belirleyecek ve en iyi örecek cümleleri, anlatım biçimini bulunca da yazması kalıyor geriye. Öyle pat diye olmuyor. Bazen bir patchwork misali farklı metinler yazıyorum o öyküyle ilgili ve birbirleriyle bağlantılar kuruyorum. Bazen tıkanıp başka bir öyküye geçiyorum. Bir anda birden fazla metinle ilgili düşünüyorum, notlar alıyorum. Üzerinde çalıştığım kurgu tamamlanınca onu dinlenmeye bırakıyorum. Birkaç hafta sonra tekrar üzerinde geçiyorum, içime sindiği yerdeyse oldu diyorum. Ama eğer sinmediyse ve tıkandıysa terk ediyorum, ta ki bir gün geri dönene kadar.


“Paraları Koklayan Ahmak” öykünde açgözlülüğe vurgu yaparken, Ali- Veli-4950 öykünde de derin bir yoksunluk halini okuyoruz. Öykülerine konu olan “var ile yok” arasındaki uçurumu nasıl yorumluyorsun?

Bu uçurum benim sosyal düzende hissettiğimle aynı. Feci bir uçurum. Öyle bir düzen ki, paranın alabileceği en uç lüksü yaşayanla, açlıktan ölen ya da imkânsızlıktan intihar eden aynı havayı soluyor ve bu hava öyle birbirine uzak yerlerde dolaşmıyor. Ortası o kadar az ki. Elbette benim de yazdıklarım, toplumda hissettiklerimle, beni çevreleyenle doğru orantılı. Bu nedenle kalemim böyle işliyor.


Kitabın yayımlanma süreci üzerinden devam etmek istiyorum biraz da. Dosyasını oluşturmuş ya da oluşturmak üzere olan birçok kişi bu soruyu merak ediyordur. “Yankı” bir ilk kitap ve Can Yayınları tarafından basıldı. Süreci ve yayımlanma aşamasını bizimle paylaşır mısın?

Benim için çok büyük bir hayal gerçekleşti diyebilirim. Uzun zamandır yazdığım öyküleri bir araya toplayıp bir dosya oluşturmaya karar verdiğimde açıkçası çok umutlu değildim. Öykülerimi genele hitap etmekten uzak görüyordum. Sonuçta sert ve tekinsiz metinlerdi ve çok yumuşak bir okuma vaadinden uzaklardı. Yayınevleri için riskli olduğunu düşünüyordum açıkçası. Geçenlerde Canan Kuzuloğlu çok güzel ifade etti, “Beğenirler ama severler mi bilmiyorum.” Zaten dosyayı hazırladığımda yayınevlerine gönderdiğim metinde bunu açıklamıştım, “Bu kitap dosyası okuyucunun arkasını rahatça yaslayıp kahve eşliğinde huzurlu bir okuma yapması amacıyla oluşturulmamıştır.” İlk hazırladığım dosya reddedildi. Daha sonra daha iyi öykülerden oluştuğunu düşündüğüm ve daha özenle hazırladığım başka bir dosya ile tekrar başvurdum. Birkaç yayınevi tarafından tekrar reddedildi dosyam. Ve bir gün galiba 6-7 ay sonra Can Yayınları çağdaş edebiyat dizisi editörü sevgili Cem Alpan aradı beni. Tabii inanamadım, e siz benim dosyamı reddettiniz ama dedim. Yok bir yanlışlık olmalı reddetmemişiz dedi. Baktım gerçekten reddetmemişler. Ben kafama “kesin red yemiştir” diye kazımışım. Daha sonra da dosyam üzerinde çalışmaya başladık. Bu süreç de altı ay kadar sürdü.

Öykülerin bir araya gelerek bir dosya halini alması takdir edersin ki sancılı bir süreç. Kitap dosyanı nasıl oluşturdun? Bu on iki öykü nasıl bir araya geldi? Kitapta olacak öyküleri belirlerken kıstasların neydi?

Bu süreçte Cem Alpan’ın editörlüğü ve tecrübesi benim için en büyük kolaylık oldu. Zaten konuya, yayıncılık hayatına ve edebiyata o kadar hâkim ki, onun kaptanlığına gözüm kapalı bıraktım. Orijinal dosyadan çıkarttığımız ve başka öyküleri eklediğimiz oldu. Şimdi sonuca baktığımızda seçimlerin çok doğru olduğunu görüyorum. Kitapta bir bütünlük yakalandı ve her öyküden bir mesele yankılandı.


“Afiyet Hanım ile Kuru Sultan Arasındaki Et Dalaşına Dair” adlı öykünden bahsedelim biraz da. Epigraf üzerinden gidecek olursak “Yiyin birbirinizi, ete para vermeyin.” diye başlıyor hikâye. “Et” metaforu üzerinden okura anlatılmak istenen bir mesele var. Bu dikkat çekici öykünün meselesini biraz da senden dinlemek istesek, neler söylersin?

Sevgili Güven Erkin Erkal’ın bir sözünü okudum bir gün, “yiyin birbirinizi, ete para vermeyin” Ve Afiyet Hanım da bu söz üzerine inşa edildi. Açlığın, doymak bilmeyen arzuların, hırsın, çılgınca tüketimin, aşırılığın yarattığı vahşet. Bu söz bende bunları çağrıştırdı ve öyküye de bunları yansıtmaya çalıştım.


Uzun süredir yazdığını fakat buna rağmen inişli çıkışlı bir yazma serüvenin olduğunu zaman zaman araya farklı uğraşların girdiğini söylemiştin bir sohbetinde. İlk kitap sana ne hissettirdi ve bundan sonraki yazın hayatına dair neler söylemek istersiniz?

Can Yayınları çok saygın ve köklü bir yayınevi. Buradan basılan bir ilk kitap, benim için aklımdan geçenlerin, yapmayı arzuladıklarımın bir teyidi. Beni ileriye, daha iyi olmaya taşıyacak bir isteklendirme oldu. Ben sevdiğim şeyi yapmaya devam ediyorum. Yazıyorum, kurguluyorum, okuyorum, araştırıyorum. Bunların beni nereye götüreceğini zaman gösterecek galiba.


2020 yılı, hayata birçok açıdan damga vuran bir yıl oldu. Edebiyat üzerinden konuşacak olursak, bu yıla damgasını vuran edebiyat olayı neydi senin için?

Bu yılın en büyük olayı edebiyattaki #metoo hareketi oldu. “Kadınlar susmayacak” bundan daha cesurca nasıl gösterilirdi bilmiyorum. Tacizi, tacizciyi ifşa ederek; faillerin cezasız kalmayacağını, mağdurların yalnız olmadıklarını binlerce kadına gösterdiler. Onlarla birlikte ben ve benim gibi birçokları “kadın kadının yurdudur” dedik ve demeye de devam edeceğiz. Bence her yıl hatırlanması ve hatırlatılması gereken bir örnek teşkil etti bu hareket. Umuyorum daha geniş kitlelere yayılır, sesleri olmayanlara ses olur, umarım kadının toplumdaki, yasalar karşısındaki yeri erkeklerle eşitlenir. Umarım bu eril düzen bir daha geri gelmemek üzere yerle bir olur. Tüm bunlar olana kadar da herkesin uykularını kaçırmak için ben şahsen üstüme düşen ne varsa yapmaya hazırım.


Bu keyifli sohbet için kendi adıma ve İshak Edebiyat adına çok teşekkür ederim.

Ben çok teşekkür ederim Yankı’yı anlatma fırsatı verdiğiniz için.


Söyleşi: Vildan Külahlı

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page