top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Türker Ayyıldız'la Edebiyat Yolculuğunu Konuştuk

Türker Ayyıldız’ı tertemiz anlatımı, sahici ve dokunaklı öyküleriyle tanıyoruz. Vapurlara Küsmek ve Şikeste, benim için özel kitaplardır. Bu iki kitabın birbirine oldukça yakın hatta iç içe geçmiş olduğunu düşünürüm. Karakterler ve mekânlar aracılığıyla birbirlerini tamamlıyorlar sanki. Peki, yazarımız onları nasıl görüyor? Geçen bu kadar zamandan sonra öyküleri, karakterleri onun için ne anlam ifade ediyor?

Teşekkür ederek başlamalıyım. Her iki kitabın bazı öyküleri benzer zamanlarda yazıldı. Çok haklısınız. Vapurlara Küsmek’e alamadığım bazı öyküler Şikeste’de yer buldu kendine. Bunun dışında ortak coğrafya, ortak atmosferler, birbirini tanıyan karakterler kitaplarım arasında bir köprü oluşturdu. Hikâyeler kitap haline geldikten sonra yazarıyla ilişkisi kesiliyor ve okurun oluyor. Burada da bir başka bağ kuruluyor. Kimi zaman okur yahut inceleme-eleştirileri yapan kişi öyle ince noktaları görüyor ki, sanki başka bir evrene taşınıyor olay. Kitabımı okuyan bir arkadaştan elektronik posta almıştım. Ne zaman bir hikâyede kuşlardan söz etsem, ardından kötü bir olay olduğunu fark etmiş. Bilerek yapmamıştım ama doğruydu. Günümüzde yazanlarla okuyanlar arasındaki mesafe yakınlaştı. Bu yakınlık ister istemez iletişimi de diri tutuyor. Kitabınızı yeni okuyan biri, sizin yıllar önce yazmış olduğunuz bir öyküyü yeniden karşınıza çıkarabiliyor. Unuttuğunuz bir karakterle ansızın karşılaşabiliyorsunuz. Boşa giden Her Şey adlı öyküm 2017 yılında senaryolaştırılıp kısa film olarak çekildi. Pek çok festivalde gösterildi, kendi kulvarında çok güzel ödüller aldı. Zamanı içinde kendi heyecanıyla izlenilip geçilmişti. Geçtiğimiz günlerde biri sosyal medyada paylaşınca yeniden canlandı. Yönetmeniyle tekrar selamlaştık bu vesile ile.

Aynı öykü, aynı hafta içinde bir radyo programı için seslendirilmiş mesela. Seslendiren arkadaş epeyce emek vermiş. İdris ile Safiye bunca zaman sonra konuşmuş birbirleriyle. Ayrıca başka bir karakter için başka bir yönetmen arayıp sizinle görüşmek istiyor. Oturup bir kafede karakteriniz, hikayeniz hakkında, olanlar ve olabilecekler hakkında konuşuyorsunuz. Aslında o karakteri kitabın ilk baskısıyla öldürmüştüm. Peki şimdi nasıl olacak? Zaman ve koşullar izin verirse, hep beraber göreceğiz.

Toparlamak gerekirse karakterler ve hikayeler kendi yolculuklarına devam ediyorlar. Her yeni gün yeni paylaşımlara açık bir halde hem de. Burada en acıklı durum sanırım hikayeyle yazarı arasında. Onların göbek bağı kesildikten sonra sadece tek taraflı özlem kalıyor. Evet itiraf etmek gerekirse kimi karakteri özlüyorum.

Şiirle başlayan bizim bildiğimiz yolculuğunuz öyküyle devam etti. Bir söyleşinizde çalışmak istediğiniz bir roman fikriniz olduğundan bahsetmiştiniz. Türker Ayyıldız şu sıralar, insanların geleceğe dair kaygılarının tavan yaptığı, yarına dair beklentilerinin gittikçe azaldığı bu pandemi döneminde edebiyat adına neler yapıyor?

Evet uzunca bir dönemdir üzerinde çalıştığım dosyam var. Salgının ilk günlerinde epeyce de hemhal olduk üstelik. Derdi, tasası, sözü, sızısı ortaya çıktı. Aslında bir miktar şekillendi ama elbet insan içine çıkması için biraz daha zaman gerekecek. Özellikle ikinci kez evlere kapandığımızda bir motivasyon kaybım oldu. Bunu sadece üzerinde çalıştığım metin için söylemiyorum. Yaşam gailesi, yakınlarım için duyduğum kaygılar ister istemez odak kaybına neden oldu sanırım. Toparlanmak, yeniden edebiyata motive olmak güç. Elimden geldiğince okuyarak yeniden başına geçmeye çalışıyorum.


Sizi romana yönlendiren etkenlerden bahsetmek ister misiniz? Öykünün disiplininden romanın konforlu alanına geçmeyi siz mi istediniz yoksa kafanızdaki fikir mi sizi buna yönlendirdi? Şiirin öykülerinize şiirsel bir formda olmasa da sızdığını gördük. Demek ki vazgeçemediğiniz bir alan. Peki öykü ve romanı nasıl görüyor Türker Ayyıldız?

Tamamen teknik nedenlerden diyebilirim. Taslak metnim hikâye formatı içerisinde zaman ve karakterler çok parçalanacak. Bu parçaları toparlamak için bir üst anlatıcı kurmak gerekecek ki, bu da beni roman fikrine yönlendiriyor. Anlatacağım şeylerin bir hikâye kitabına sığmayacağı endişesi var. Bu durumda moda deyimle ikileme, üçleme şeklinde bir yol denenebilir, o zaman başka bir endişe, asıl hikâyenin ruhunu kaybederim. Hikâyenin romana göre daha disipline daha zor olduğunda hemfikiriz. Her ne kadar hikâyeyi kaleme alan kişi olarak sözünü ettiğiniz şiir sızıntısına dikkat etsem de içeride yaşayan karakterlerin beni ikna etmelerini önleyemedim. Şairanelikten (hikayedeki) ve melodramdan uzak durmaya çalıştım elbet. Ama yaşamda, gerçek insanda öylesine iç içe ki bunlar, çoğu zaman filtrelemek gerekiyor. Tamam filtreledik, bu kez taşra meyhanesine bir sürü filozof sokuyorsunuz. Okur anlasa meyhaneci anlamıyor, iki türlü de hesabı hikayeci ödüyor. Şaka bir yana aradaki denge çok önemli, elbet türler kimi zaman birbirine sokulabilir. Buradaki lezzeti yaratmak o işe soyunan kişinin görevi.


Kitaplarınızın isimleri kırılgan ve duygulu karakterlerle karşılaşacağımızı işaret ediyor. Öykülerin içine girince detaylıca tanıdığımız karakterler ruh halleri, derinlikleri, hassasiyet ve utançlarıyla unutulmaz oluyorlar. İlk okuduğumda her biri bir roman kahramanı gibi gelmişti bana. Üç beş sayfalık öykülerde böyle unutulmaz karakterler yaratabilmek, bence muazzam. Özellikle iki karakterinizin sizdeki hikâyelerini merak ediyorum. Payidar ve Çıyan. Sahi, kim onlar ve neden bizim için özeller? Türker Ayyıldız’ı da merak ediyorum, kolay kırılır ve küser mi? Öykülerinizden birine girip, sonsuza kadar orada kalacak olsanız ve bunun için kendinize en uygun olan karakteri seçmeniz gerekse hangisi olurdunuz?

Çok teşekkür ederim, mahcup ettiniz. Çıyan karakterini yazarken bir şeyleri vaktinden önce gömen, umursamayan ama bunu yaparken de geride kalanlardan bir miktar nemalanan birisi olarak tahayyül etmiştim. İnsan, kayıplarını yaşarken imgeler ve simgeler zihninde farklı bir yere yerleşiyor. Payidar ise, bir şairi belki de kaybettiği kişi üzerinden kendi şiirini yitirmiş yeni yetme biriydi. Çıyan’ın peşine takılıp 34 Paris Tunceli, Dört Kız Bir Oğlan, Bir Garip Düş öykülerinde buldu kendini. Hiçbir olaya müdahil olamadı üstelik. Ya anlattı ya da anlatılanları dinledi. Bazen o kadar silik kaldı ki, Çıyan’a kontrast oldu bu yönüyle. Bu iki karakter benim kişisel yaşamımda şiirle hikâyenin yer değiştirmesini temsil ederler. Aslında çok matah olamayan bu iki karakterin biraz da olsa sevilmesi şiirle, hikâye arasında durmalarındandır. Elbet ilk kitabın beş altı öyküsünün yükünü çekmeleri benim onları fazlaca sevmeme de neden olmuştur.

Türker Ayyıldız’ın zaaflardan biridir sanırım kırılma olayı bozkırda ‘gönül umduğuna küser’ şeklinde bir tabir vardır. Biraz fazla uman biriyim. Kimi zaman böyle olmasaydım dediğim olmuştur.

Öykülerin içine girip bir karakter seçme ihtimalim olsa, Vapurlara Küsmek kitabındaki Iskarpela öyküsünü seçerdim. Orada kendisine arzuhalci tarafından daktilo hediye edilen bir genç olarak sonsuza kadar yaşamak keyifli olurdu. Dergilere şiir yollamayalı çok oldu. Ama hala postada kaybolduklarına inanıyorum (yoksa neden basmasınlar!) İnsan bir hikâyede yaşayacaksa böyle bir umudu olmalı, kalanı yol zaten.

Okumak mı yazmak mı? Hangisi sizin için daha değerli? Vüsat Bener ve Oğuz Atay hayranlığınızı biliyorum. Bunların dışında, son dönem okumalarınızı bizimle paylaşır mısınız? Bunu okuma önerisi olarak da almak istiyoruz. Okuduklarımız yazdıklarımızı şekillendirir mi sizce?

Elbette okumak ağır basar. Yazmadan durabilenlerdenim, bunun romantizmine girmeye gerek yok. Bir başkası için böyle olmayabilir. Yazmanın birincil şartı okumaktır. Öteki türlü yinelenen, günden güne kısırlaşan bir döngüye girer insan. Bunlar elbet kişisel düşüncelerim. Hiç okumadan yazanlar var mıdır? Vardır.

Karantina döneminde iki türlü okuma yaptım. Birincisi edebiyat üzerine kuram kitapları okudum. Terry Eagleton’un edebiyat kuramı ve Marksist eleştiri üzerine yazdığı kitaplarını çok sevdim.

Ayrıca çok zamandır ihmal ettiğim Romain Gary (Emil Ajar) okumaları yaptım. Sırasıyla Onca Yoksulluk Varken, Kral Solomon’un Bunalımı, Kadının Işığı ve son olarak da dün Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı kitabını bitirdim.

Bunun yanında bu sene yeniden okumaya başladığım Peter Weiss, Direnmenin Estetiği’ni sayabilirim. Direnmenin Estetiği mutlaka masamda olması gereken, ara ara dönüp dokunmam gereken bir kitap. Kimi kitapları bitirmeye ömrünüz yetmez, bu onlardan.

Orhan Kemal Öykü ödülü sahibi olarak edebiyat ödülleri, atölyeler, dergiler ve edebiyata yön veren kişiler için düşünceleriniz nelerdir? Takip ettiğiniz edebiyat dergileri var mı? Okurlar ve yazmaya hevesli olanlar için karmaşık konular bunlar. Belki söyleyecekleriniz onların zihinlerinde konunun netleşmesine yardımcı olacaktır. Ve bir de yakın dönemde edebiyat dünyasında gerçekleşen olaylar için neler söylemek istersiniz?

Düşüncelerimizi, değerlerimizi ve duygularımızı edebiyatla ifade ederiz. Edebiyatı bir susuzluk yahut susuzluğun giderilmesi olarak da görebiliriz. Rus eleştirmen Georgi Plehanov, “Bir çağın toplumsal zihniyeti, çağın toplumsal ilişkileri tarafından koşullanır. Bunun sanat ve edebiyat tarihinde olduğu kadar açık olduğu başka bir alan yoktur,” diyor. Genel olarak hikayemiz kişinin edebiyatı sevmesi, okuduklarının yanına yazdıklarını da getirmesiyle başlıyor. Kişinin edebiyat alanıyla ilişkisi de yukarıda saydığınız ödüller, dergiler, atölyeler ile tanışmasına vesile oluyor. Bu genellemeye karşı çıkanlar olabilir. Edebiyata gönül vermiş birinin bunlarla hiç işi olmayabilir. Amenna, onlar kusura bakmasın. Aslında doğru sıralama atölyeler, dergiler ve ödüller olmalı. (Edebiyata yön veren kişileri parantezde bırakacağım, dileyen dilediği yere serpiştirebilir.)

Daha önceki bazı söyleşilerde atölyelere karşı bazı eleştirilerimi yöneltmiştim. Ama bu yanlış anlaşıldı sanırım. Atölye bir çalışma alanıdır. Şahsen bu çalışma alanına katılmış ve faydasını görmüş birisi olarak bunu eleştirmem akıldışı olur. Benim eleştirim kimi atölye çalışmalarının bir ticari organizasyona çevrilmesi ve atölye çalışmalarının işin ehli olmayan kişilerle yönetilmesiydi. Bu yanlış yönlendirmeden birbirinin benzeri eserlerin üretildiğini düşünüyordum. Şimdi bu fikrimden tamamen vazgeçtim. Sonuçta bu faaliyeti yürütenler ve bu çalışmalara katılanlar rahatsız değilse buyurunuz yapsınlar diye düşünüyorum.

Edebiyat dergilerinin katkıları tartışılmaz. Kıt koşullarda, büyük özveriyle çalışıyorlar, gerekli desteği de görmüyorlar, hakları ödenmez. Ama belli ki orada da bazı eksik yanlar var. Yaşamını sadece edebiyat üzerinden kazanan kişileri düşünürsek burada karşımıza telif meselesi çıkıyor. Pek çok derginin telif ödemediğini ya da ödeyemediğini biliyoruz. Ayrıca özellikle eser kabul/ret konusunda da bazı dergilerin çok dikkatli olmadığını görüyoruz. Dergiye yollanan bir esere cevap vermeden “bana yolladığını başka dergiye gönderme” demek çok adil gelmiyor. En azından yayımlanması muhtemel eserlere cevap verilebilir. Emeğe saygı ve nezakettir bu. Bir yere hikâye yollamışsınızdır, onu okuyan kişiler hikâyeyi sevmemiştir, yayımlama gereği duymamıştır, burada sıkıntı yok. Ama başka insanların o hikâyeye ulaşmalarına sonsuza dek engel olamayız. İki satır yazı yazmak zor olmamalı. Kişiler için değil edebiyat adına zor olmamalı. Sonra bir öykü farklı dergilerde görülebiliyor. Hatta kimisi afişe ediliyor. Yazar için moral bozucu şeyler bunlar.

Epeyce uzun zamandır sıkı takipçisi olduğum şu dergiler var diyemem, dosya konularına göre takip ediyorum.

Edebiyat eserleri gökten zembille inmezler. Hikayelerin oluşmasından, işlenmesinden, değerlendirilmesinden tutun kitap aşamasına gelmesine kadar pek çok etmenden etkilenirler. Ülkemizde dosya halindeki öykülerin ödüllendirilmesi azaldı. Neredeyse kalmadı. Orhan Kemal ödülüne katıldığım yıl öyleydi mesela. Kitap değil, dosyalar değerlendiriliyordu. Oradaki takdir belki o öykülerin kitaplaşmasına neden oldu.

O yüzden ödüller hakkındaki düşüncem iki yönlüdür. Birincisi kendisine yayınevi arayan, dikkat çekmek isteyen yazarların değerlendirilmesi için öykü ödülleri önemlidir. Fakat kişisel olarak ödülün yarışma algısına büründürülmesinden ve yarışma şartlarının adil olmamasından rahatsızlık duyuyorum. Ödül jürilerinin yarışmaya katılan kitapları okuduklarını düşünmüyorum. Buna zamanlarının olduğunu sanmıyorum. Kitaplar okunmayacaksa ödül kurullarınca neden istenir? Yazar ya kendisi yolluyor ya da yayınevine rica ediyor. Şuraya sekiz, buraya on kitap yollanacak! Bırakın kırtasiyesini, kargosunu, bir dünya zahmet. Hadi o zahmeti de geçelim burada asla yeşermeyecek bir umut var. Yarışma koşulları değiştirilmelidir. Bir yere bir şey göndermezseniz o manada umudunuz da olmaz. Zaten jüri toplanıp asla okumadıkları kitaplar üzerinden tasarrufta bulunmuyorlar mı? Bulunuyorlar. O zaman hiçbir yarışma komitesi gereksiz vicdan yapmasın. Böylesi daha adil olur. Ama biliyoruz ki böyle olursa ilgi azalır. Edebiyatımızda ilgi beklentisi her zaman hakkaniyetten önce gelmiştir. Yarışmanın ilgi görmesini istiyorsanız isimleri ödüllerle özdeş kişiler vardır. Onlardan mutlaka koyarsınız. O insanlar da asla okumazlar. O yüzden kurullar toplansın kimi seçeceklerse seçsin. Biz de o yazarımızı canı gönülden kutlayalım.


Son olarak benim size sormamı istediğiniz bir soru var mı? Ya da sizin bana? Söyleşimize katıldığınız, ve samimi cevaplarınız için İshak Edebiyat ekibi adına çok teşekkür ederim Türker Bey. En kısa zamanda, yeni bir kitapta, özlediğimiz kaleminize kavuşmak dileğiyle. Sağlıkla kalın.

Hem size hem de İshak Edebiyat ekibine çok teşekkür ederim. Umarım sorularınızı doğru anlamışımdır, umarım düşüncelerimi ifade ederken bir kusur işlememişimdir. Şahsi görüşlerim, ayrıca herkesin görüşlerine de saygım var.

Sağlık ve iyilik dilerim herkese.

Görüşmek üzere.


Soruları Hazırlayan: Çilem Dilber



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page