top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Danielle Evans- Her Şey Kaybolup Gidebilir

Vera, Greyhound otobüsüyle New York’a gidiyordu, bir tek sırt çantasını taşıyordu yanında. Missouri’den ayrıldığı sabah sıcak hava uyarısı yapılmış, turuncu seviyede terör alarmı verilmişti. Chicago’dan ayrıldıktan bir saat sonra yaşlıca bir kadın ağlayarak otobüsü durdurup onu indirmelerini istemişti. Chicago’dan Cleveland’e kadar gerçekten hoşsohbet bir adamla yan yana oturmuştu. Adam on yıllık hapis cezasını daha yeni tamamlamış, Texas’tan memleketine gidiyordu, cebindeyse yirmi dolarla biletinden başka hiçbir şeyi yoktu. Cleveland ile Pittsburgh arasında bir yerlerdeyken başka bir adam, havalandırmaya yakın olduklarını söyleyerek Vera’yı battaniyeyi ortaklaşa kullanmaya ikna etmeye çalışmıştı. Pittsburgh ile Philly arasındayken de yeni yetme bir kaçak yan tarafına oturup kafasını şişirmişti. Şimdiyse durum şuydu: Kıpır kıpır küçük bir çocuğu, annesi, “gözün şunun üstünde olsun, tamam mı can?” diyerek, Vera’nın yanındaki koltuğa bırakıvermişti.

Vera, kafasını çevirip yolculardan biriyle göz göze gelmeye çabaladı. Koridorun karşı tarafında, iki sıra ötede oturan kadın belki dönüp, Vera’ya, “Çocuğa bakarak olsana Allah’ın cezası; hanım, senin deyil mi o?” diyecek cinsten biri gibi görünüyordu ama kimse ona bakmadı. Oğlan iki yaşlarında kadardı. Kahverengi tenli, kıvır kıvır saçlı. Saçlarını düzgünce taramak için epeyce uğraşmışlardı. Temiz, parlak kırmızı bir tişört, bebek kot pantolonu giydirilmişti, spor ayakkabıları Vera’nınkilerden güzeldi. Annesi, tedirgin görünen, incecik, beyaz bir kadındı. Bir tutam saçında üç ton sapsarı boya vardı. Ağır bir sigara dumanı ve çikolatalı süt kokuyordu. Otobüse, yanında bu oğlan; kendi kopyası, yedi yaşlarında bir kız çocuğuyla birlikte binmişti. Küçük kızın ağzında mor bir sakız vardı. Sakızı öyle bir şekilde çiğniyordu ki Vera’nın annesi görse, kendini kaybedip; “İnek misin sen, hanım bir kız mı?” diye çıkışabilirdi ona. Anne, telefonunu kulağına yapıştırmış, kısa kısa cümlelerle telefonun diğer ucundaki biriyle konuşuyordu. Otobüsün arkasına doğru yürüyüp uzaklaşmadan önce, eğilip bebeği alnından öperken bile telefonu omzuyla kulağı arasında sıkışık tuttu.

“Ona mama veriyorum ben, di mi ama?” dedi telefona. “Sen en son ne zaman vermiştin?”

Oğlan, Vera’yı germişti. Sessiz, mutlu bir çocuktu oysa. Sadece kendisinin fark ettiği bir şeyi beğendiğini göstermek ister gibi arada sırada ellerini çırpıyordu. Yine de çok küçüktü daha. Vera gözünü ayırırsa, çocuğun düşebileceği gibi mantıksız bir düşünceyle alt üst olmuştu. Oğlanı izlerken, o da Vera’yı izliyordu sanki. Çocuğun arkasındaki pencereden, Vera kendi bulanık yansımasını görebiliyordu. Ailesine seyahatiyle ilgili yazacak hiçbir şeyi yoktu. Son yirmi bir saatin on altısını otobüslerde geçirmişti. Üzerinde, kot pantolonuyla iki yıl erken bıraktığı yüksekokuldan kalma eski bir tişört vardı. Saçlarını toplayıp atkuyruğu yapmıştı ama uçları kıvrılmaya başlamıştı bile. Yirmi birinci doğum günü geçeli birkaç ay olmuştu. Yaşının yirmi bir olmasını bahane edip onunla ilişki kurmaya çabalayan gösteriş meraklısı insanlara ve tantanaya bulaşmadan atlatmıştı o günü. Josh ile plakçı dükkânındaki çalışma arkadaşları ofiste ona bir pizza ısmarlamışlar, sağlığına içmek için birkaç bira açmışlardı. O kadar.

Jersey Turnpike otoyolunda giderken, bir ara, otobüs, yukarıdan aşağıya noktalama işaretleri gibi görünen dinlenme tesislerinden birinde mola verdi. Vera bir bardak kahve almak için tesise girdi. Kadınlar tuvaletinde, kollarını aynaya dayayıp başının üstüne doğru kaldırdı. Ayak parmaklarının ucuna kalkıp indi. Yüzüne su çarptı. Sonra beraberinde getirdiği sırt çantasından küçük bir gargara şişesi çıkardı, bir kapak dolusu gargarayı ağzının içinde çevirip lavaboya tükürdü. Otobüse geri döndüğünde, küçük çocuk hâlâ yanındaki koltukta oturuyordu. Vera, kolayca bırakıp gidebileceğini görmüşken şimdi kendini çocuğa karşı daha da şefkatle dolmuş hissediyordu. Nanik yapıp çocuğu kıkır kıkır güldürdü. Bir sağ, bir sol şaplak vurma oyunu oynayarak onunla iletişim kurmaya çalıştı ama çocuk taklit etmekten çok ellerini çırpmayı tercih etti.

Otobüs nihayet liman bölgesinde durduğunda Vera, sırt çantasını almak için oğlanın üzerinden üst rafa doğru uzandı. Çantanın ağırlığıyla yüzünü buruşturunca, oğlan gene kıkırdamaya başladı. Vera ona gülümsedi, omzunun üzerinden geriye dönüp, gözleriyle çocuğun annesiyle kız kardeşini aradı. Otobüsün arkasındaki yolcular birer birer inmeye başlamıştı ama sarışın kadınla kızdan eser yoktu. Vera, onların bir şekilde, o görmeden, otobüsten inmiş olabileceklerini düşündü, çocuğu kucakladı, kalçasının üzerinde tutup dengesini sağladı. Otobüsten telaşla çıkıp otoparka baktı. Ama anne orada da yoktu. Çocuğu yere indirip, kalan yolcuların inmelerini, otobüs tamamen boşalana kadar izledi. Anne hâlâ ortalıkta yoktu. “Pardon,” dedi Vera, boylu poslu, iri yarı yaşlıca bir kadına. “Sarışın bir kadınla küçük bir kız gördünüz mü? Otobüste bizimle beraberlerdi hani.”

“Cep telefonuyla konuşan kadın mı?”

“Evet,” dedi Vera.

“Galiba Jersey’de indi onlar. Biri onları mı karşılayacakmış neymiş; öyle bir şey çalındı kulağıma.” Kadın sonra valizini otobüsün yanından alıp gitti.

Vera hızlıca dağılan yolculara baktı. Merak ediyordu; bu insanların dertleri neydi acaba? Hiçbiri çocuğun terk edildiğini fark etmemişti bile. Ama şimdi çocuğun elini farkında olmadan sıkı sıkı tutarken, bütün yol boyunca, onun, otobüsteki diğer yolculara, kendi çocuğu gibi görünmüş olduğunu anlıyordu. Klasik bir Amerikalının gözüyle Vera, çocukla bir örnek ten rengi ve saçıyla, çocuğa öz annesi ve kız kardeşinden daha çok benziyordu. Çocuğun annesi onu bu yüzden mi seçmişti yoksa? Kadının niyeti belki de çocuğu tamamen terk etmekti. Ya da belki mola yerinde başına çok kötü bir şey gelmişti. Biri gasp etmişti, kadıncağız çok geç olmadan yolcuların kendisinin otobüste olmadığını fark etmelerini bekliyordu. Ya da belki, bir anlık dalgınlığına gelmiş, sigara içerken zamanın geçtiğini anlamamıştı, şimdi otobüs onu almadan gittiği için deliye dönmüş bir haldeydi.

Her halükârda, yapılması gereken polise gitmek, her şeyin çözümünü onlara bırakmaktı. Ama işte bu küçük çocuk vardı şimdi ortada. Sol eliyle Vera’ya tutunmuş dururken, sağ elinin başparmağını emiyordu. Sonra şu sırt çantası vardı. İki giyeceğin katları arasında, bir kat plastiğe sarılmış. Sonra bir hediye ambalajı vardı. Vera yirmi bin dolar değerindeki kokain paketini dikkatlice yerleştirmişti oraya. Bu Josh için yaptığı son iyilikti. Ama şimdi bu, yeni bir durumdu; çantayla polise gidemeyeceğini bildiğinden çok daha iyi biliyordu.

“Adın ne senin tatlım?” diye sordu küçük çocuğa.

Çocuk kafasını salladı. Vera, isim etiketi var mıdır diye çocuğun üzerini aramaya başladı. Sonunda tişörtünün iç tarafında bir tane buldu. İçteki etikete siyah tükenmez kalemle, WİLLİAM diye yazmışlardı.

“Hadi gel William” dedi Vera. “Yiyecek bir şeyler alalım.”

&

Vera çocuğu McDonalds’a götürdü. Çocuk patates kızartmasıyla tavuk köftelerini dişlerken seyretti. Çocuğu polis karakolunun merdivenlerine bırakmayı düşündü ama sonra aklına gelen kötü ihtimallerden rahatsız oldu. Çocuk arkasından gelebilir, böylece şimdi olduğundan daha berbat bir hale düşebilirdi. Biri Vera’yı çocuğu oraya bırakırken görebilir, ona engel olmaya çalışabilirdi. O zaman cevabını bildiği şeylere nazaran sorulacak daha çok sorusu olacaktı. Şimdi el çantasının astarına sıkıştırılmış nakit bin doları vardı. Yarın sırt çantasındaki paketi teslim ettiğinde, on bin doları daha olacaktı; önünde de bütün bir hayatı.

Okuldan ayrılmadan bir yıl önce, üniversitesindeki ihtiyaçtan dolayı mecburi toplum hizmetini bir kadın hapishanesinde yürütülen okuma yazma programında çalışarak tamamlamıştı. Oradaki kadınların hiçbiri Vera’dan yaşlı değildi, on yıldır -çoğunlukla kendi erkek arkadaşlarının uyuşturucularını- muhafaza edip satıyor ya da transferlerini sağlıyorlardı. Sınıf arkadaşlarından biri bir gün, o kadınların birkaç bin dolar için hayatlarını bile pazarlayabileceklerini söylemişti. Bu söz Vera’nın bir şeyi anlamasına yetmişti. Arkadaşı meselenin özünü kaçırıyordu. Kadınların çoğu para almıyordu. Bu işi aşk için yapıyorlardı.

Siktir et aşkı. Yaşadıkları aşk filan değildi. Josh otuzlarının sonundaydı. Çoktan kelleşmeye başlamıştı. Hawai tarzı, düşük düğmeli bol gömlekler giymeyi sever hale gelmişti. Vera’ya başlarda bile yarım yamalak asılmıştı, Vera onu reddederse, rencide olmamak için flörtü dahi yeterince ciddiye almamıştı. Bir plak dükkânı vardı ama babası öldükten sonra hırdavatçı haline getirmişti. Temizinden son on yıldır, dükkânın arka tarafında esrar ve küçük miktarlarda hap satarak, ön tarafta plaklardan kazandığından daha çok para kazanıyordu. Bunun sebebi, daha fazla uyuşturucu satmaya başlaması değildi, insanlar plak satın almıyordu artık. Vera bu zamana kadar, patron her ne yaparsa yapsın görmezden gelen tavrını azimle sürdürmüş, ön taraftaki işine sıkı sıkı sarılarak çalışmıştı. Şüphe uyandıran tarzdaki albümleri, pornografik albüm kapaklarını, esaslı pornografiyi; yirmi küsur yaşlarındaki adamların dükkânın dışında takılan on dörtlük kızlar için temin ettiği sigaraları dahi kayda geçirirken yüzündeki bomboş ifadeyi hiç bozmamıştı. Vera istemediklerini görmemiş numarası yapmakta epey ustalaşmıştı.

Cıvıl cıvıl şehir merkezi yıllarca Vera için umut kaynağı olmuştu. Ama ekonomik durgunluk patladığında bütün işler sönükleşip sona erdi. Okulu bıraktıktan sonra, bir saat geri gidip, soluğu evde almaktansa olduğu yerde kalmak Vera’ya daha iyi bir çözüm gibi göründü. Babası kozmetikçi belgesini alıp, şehirde yeni açılan manikürcüde çalışmasını istemişti. Vera da ona şöyle demişti: Benim, kelimenin tam anlamıyla, oje kururken seyretmemi mi istiyorsun yani? Daha sonra bu konuşma tarzı için özür dilemek üzere anne babasını aradığı zaman, onların Josh’un dükkânını gerçekten önemli bir yer sanmaları için elinden geleni yaptı. Büyük planları vardı. Oysa, aslında, gün geçtikçe, bir gün daha iyi bir halde olacağını hayal ederken bile, daha da hevesi kaçmış hissediyordu.

Yenilenmiş şehir merkezinin aşağısındaki binalarda hiç kimsenin taşınmak istemediği, sanat galerisi olarak düşünülmüş tahta pencereli çatı katları vardı. Plakçı dükkânı civarında takılan keşler, şehir merkezindeki otoparklarda kapkara dişlerini göstere göstere çimdik atan veletlere kıyasla kesinlikle daha olumlu tiplerdi. Josh dükkânı tekrar ipotek ettirmiş, parayı kötü bir yatırımla batırmış, borcunu öderken sıkıntı çekiyordu. Vera dükkânda iki yıl boyunca asgari ücretle çalıştı. Hiçbir birikim yapamadı. Josh da bunu biliyordu. Birçok kez, Vera’nın, maaş gününe birkaç gün kala, öğle ve akşam yemeği için sadece yirmi doları olduğunu; hiçbir şey yemediğini fark etmişti. Malı birinin vasıtasıyla alıyordu, aldığı şey, metamfetamin değildi, eroin değildi, uçucu bir şeydi; bir kerelik bir şey. Riske girmeyecek, malı kendi dükkânının arkasında satmayacaktı, polisler ot işine göz yummuşlardı ama artık arıza çıkarmaya başlamışlardı. Josh’un New York’da tanıdığı biri vardı. Vera’nın tek yapması gereken oraya gidip parayı almaktı. Josh borçlu olduğu bankayla dalaşmaktan kurtulacak ama Vera, Missouri dışındaki cehenneme dalarken dönüp arkasına bakmayacaktı.

William yemeğini bitirdiğinde, Vera, tekrar elini tutup dışarı çıktı, ankesörlü bir telefon buldu. Otobüsün üzerinde gördüğü telefon numarasını arayıp isim vermeden, Turnpike otoyolunun 9.çıkışında yaralı bir kadınla küçük bir kız çocuğunun olabileceğini söyledi. Hayır, isimlerini bilmiyordu. Hayır, nereden geldiklerini de bilmiyordu, nereye gittiklerini de. Hayır, kadınla kızın tehlikede olduklarını nereden çıkardığını söyleyemezdi. Hayır, hatta da kalamayacaktı. Bir taksi tuttu, otele giriş yaptı, bebeği yatırdı, annesini arayıp her şeyin yolunda olduğunu söyledi.

&

Sabah, Josh’un verdiği adrese gitmek üzere trene bindi. William’ı da yanına almıştı, çünkü başka ne yapacağını bilemiyordu. Bina dıştan hiç iç açıcı görünmüyordu, çirkin, kahverengi taştan bir şeydi. Zile iki kez bastı. İkinci basışında bir kadın sesi geldi. Vera’ya kim olduğunu soruyordu.

“Vera,” dedi. “Beni Josh gönderdi.”

Kapı vızıldayarak açıldı. Vera dar merdiven boşluğuna girip önündeki kapıyı açtı. Önce, daire numarasını yanlış yazmış olabileceğini düşündü. Bir ofisin içindeydi- cilalı ahşap parke, parlak renkli duvarlar, çatı penceresinden içeri giren güneş ışığı, kırmızı şık bir kanepe, bir bekleme alanı, önde bir danışma masası. Saçları sapsarı balyajlı, at kuyruklu bir kadın masanın arkasında oturuyordu. Arkasındaki bir tabelada, BROOKLYN DAĞITIM diye yazıyordu.

“Size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu kadın.

“Derek ile görüşmem gerekiyor. Adım Vera.”

Kadın telefonun üzerindeki bir düğmeye bastı. Birkaç saniye sonra, üzerindeki tişörtte Vera’nın adını duymadığı bir topluluğun resmi bulunan, kısa rasta saçlı bir adam dışarı çıkıp Vera’ya selam verdi. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı.

“Ben Vera,” dedi Vera tekrar.

Derek, Vera’nın kalçasına dayanmış William’a baktı.

“Bebekle mi geldin?” diye sordu.

“İki yaşında daha,” dedi Vera, en uygun açıklama buymuş gibi.

“Bekle,” dedi Derek, sonra arka odaya geçip kayboldu. Ama arkasındaki kapı kapanmadan önce Vera onun, “İş yaptığımız bu adam ne ayak abi? Bebekli bir kadın göndermiş,” dediğini duyabilmişti.

Sonra arka taraftan başka bir adam çıktı. Dağınık saçlı, sarışın, kalın siyah çerçeveli gözlüklüydü.

“Ben Adam,” dedi. “Seni Josh mu gönderdi?”

“Evet,” dedi Vera. William’ı işaret ederek; “Bebek için özür dilerim,” dedi. “Nereye bırakacağımı bilemedim. Daha dün geldim buraya.”

“Sorun değil. Çocuğu bir dakikalığına burada bırakabilir misin? Liz bakarak olur ona.”

Vera, masanın arkasındaki kadını süzdü. Kadın kafasını bilgisayar ekranından yukarı kaldırmadı. Vera William’ı yere bırakıp, arka tarafa geçen Adam’ın arkasından yürüdü. Arka taraftaki oda, öndekinden şık görünüyordu. Ahşap parkeler, duvara dayalı dosya dolapları.

“Bunu hiç beklemiyordum,” dedi Vera Adam’a.

“Kurye hizmeti veririz biz,” dedi Adam. “Teslimatları yaparız. Ekseriyetle de küçük işletmelere gönderilen evraklarla kolilerin teslimatlarını. Bazen de yapmayız.”

“Ha,” dedi Vera.

“Sen de bizim beklediğimiz gibi değilsin,” dedi Derek.

“Kusura bakmayın,” dedi Vera.

“Ama bu durumun kötü bir şey olduğunu söylemiyorum,” dedi Derek. “Sadece, demem o ki; Adam, Josh ile bir süre önce yolculuk yaparken tanışmıştı. Anlattığına bakılırsa, sen hiç Josh’un takılacağı birine benzemiyorsun. Çocuk onun mu?”

“Hayır,” dedi Vera.

“Az ama öz konuşan bir kadın,” dedi Adam. “İyi bir meziyettir bu.”

Alışverişlerini, Vera’nın burnu hiçbir kötü koku almadan, çarçabuk bitirdiler. Josh’un parası havale edildi. Vera, kendi parasını sırt çantasına, daha önce uyuşturucuların olduğu bölüme yerleştirdi.

Odadan ön ofise geçti, William’ı bıraktığı yerde sapasağlam buldu, binadan, beklediğinden daha az bir rahatlama duygusuyla çıktı.

Daha sonra bir banka hesabı açtırıp, iki bin dolar yatırdı. William ile beraber bir kahvecide oturup Craiglist sitesindeki bütün kiralık daireleri teker teker aradı. Birkaç saat sonra, Red Hook’daki bir Rus kadının çatı katı dairesini kiralamıştı. Vera’nın, ev sahipleriymiş gibi görünerek ona sahte referanslar vermeye hazır sürüsüyle arkadaşı vardı. Ama kadın arka arkaya birkaç soru sorunca, Vera’nın ilk ayın kirasıyla depozitoyu nakit olarak ödemeyi düşündüğü hemen anlaşıldı. Dairelerindeki ilk gecelerinde, yerde uyudular. Vera, William’ın göğsünün inip kalkışını, minik burun deliklerinin yumuşak yumuşak parlayışını seyretti. Ona bir yatak gerekecek diye düşündü. Bunu düşünür düşünmez, William’ı geri götürme fikrinin uçup gitmiş olduğunu fark etti. Biri almazsa ya da alana kadar, William Vera’nın olacaktı.

William, şimdilik, daha önceki durumlara kıyasla, Vera’nın başına çok daha az bela açmıştı. Sessizdi, mutluydu, Vera’nın hayatını belli bir düzene sokmuştu. Yemeklerin belirli zamanlarda yenmesi gerekiyordu. Uyku vakti vardı, uyanma vakti vardı. Vera nakliye için bir kamyon kiralayıp, şehri dolaşarak ev için eşya baktı. Park Slope’ta, bir kadından bebek yatağı almaya gittiğinde, kadın William’ı mıncıklayıp sevdi, sonra bebek arabasını da elli dolara bıraktı. Haftanın sonuna geldiklerinde, daireleri düzene girmiş, paranın yarısı da suyunu çekmişti.

Vera’nın niyeti New York’a gelir gelmez hemen iş bulmaktı. Ama şimdi William’ı nereye bırakacağı meselesi vardı. İş görüşmelerine, hatta özgeçmişini vermeye giderken bile William’ı yanında götüremezdi; iş verenler onunla hemen o anda, orada görüşmek isterlerse ne yapardı sonra? Çocuğun günlük bakımını karşılamak için normal olarak yaptığından daha fazla evrak işi yapması gerekiyordu, bu da bebek bakıcısına ihtiyacı olacağı anlamına geliyordu, kime güveneceğine karar verebilmesi için başvuranlarla biraz zaman geçirmesi de gerekecekti. William’ı bir yabancıya bırakma düşüncesi yüzünden gerginlik derecesinde bir suçluluk duygusu hissetti. Sonuç itibariyle Vera kimdi ki? Google’a “William”, “Kayıp Çocuk”; sonra “New Jersey” diye yazdı, geçen ayki tarihleri ekledi ama birilerinin onu aradığına dair hiçbir işarete rastlamadı.

Pazar günü, Vera, William’ı Prospect Park’a, yürüyüşe götürdü. Bir sokak satıcısından buzlu bir lolipop aldı, birlikte çimenlerin üzerine oturdular. Vera, William’a lolipopunu yedirirken, becerildiği kadarıyla “Küçük Tavşan Hop Hop Hop” şarkısını söylüyordu. O esnada birinin ona adıyla seslendiğini duydu. Bakmak için geriye döndüğünde, kısa rastalı saçlı adamın ona doğru geldiğini gördü.

“Vera’ydı değil mi?” diye sordu adam.

“Evet” dedi Vera. “Seninki de Derek miydi?”

Adan başını salladı. “Ayrılamadın mı buradan hâlâ?”

“Umarım hiç de ayrılmam. Buraya gelmişken arada da bir iyilik yapayım dediydim.”

“Külfetli bir iyilik.”

Vera omuzlarını silkti.

“Ee, oğlunun adı ne?

“William.” Vera, hiç tereddüt etmeden cevap verdi ama William’dan bahsederken henüz “oğlum” sözcüğünü telaffuz etmemişti. Derek yanlarına oturup William ile ce-ee oynamaya başladı.

“Babası buralarda mı?”

“Etrafta benden başka birini görüyor musun?”

“Peki o halde,” dedi Derek. William yüzünü açıp üzgün üzgün baktı. Derek onunla oynamayı bıraktığı için bozulmuştu. Derek uzanıp William’ın karnını gıdıkladı, çocuk en tiz kahkahasını atana kadar da bırakmadı.

“Bebeklerle arası iyi olan birini tanıyor musun?” diye sordu Vera.

“Beni beğenmedin mi?” dedi Derek gülerek. “Ufaklıkla gayet iyi anlaştığımızı sanıyordum.”

“Ona bakacak birini bulmam lazım,” dedi Vera. “İş arıyorum da.”

“İşin ne?”

“Eskiden vezneye bakmışlığım var.”

“Düz veznedarlık mı, kayıt mı tuttun?”

“Kayıt tuttum.”

“Telefona baktın mı peki?”

“Çaldığında, tabii.”

“Bak şimdi,” dedi Derek. “Bizim şirketteki resepsiyonist yeni ayrıldı işten. L.A.’ye taşınıyor da. İlgilenir misin? Telefonlara bakarsın, evrakları dosyalarsın, kargo alımlarının, teslimatın programlamasını yaparsın. Merak etme; yaptığımız işin yüzde doksan beşi yasaldır.

“Ya kalan yüzde beşi?”

“İşte bu yüzden saatte on bir değil, yirmi dolar kazanacaksın. Kendimizi karma karışık pis işlerin ortasında bulmak istemeyiz. Her şeyi ufak ufak miktarlarda, oradan buradan toplar, sonra üzerine kendi kârımızı koyarız. Zira burada malı talep eden bir piyasa var ama veletler ya çok tembel ya da kendi torbacılarını bulmaya korkuyorlar. Biz aracıyız esasında. Hatta, aracı bile değiliz; çünkü genelde malı doğrudan kaynağından bile almıyoruz. Çoğunlukla kimsenin gözüne çarpmadan idare edip gidiyoruz.

“William ne olacak peki?”

“Yaygara koparmadığı sürece sıkıntı yok. Bir bakıcı bulana kadar getirebilirsin işe.”

William sırıttı, sonra da ne kadar uslu duracağını göstermek istermiş gibi, üzümlü lolipopla yapış yapış olmuş parmaklarıyla ağzını kapattı.

&

Vera’nın hayatı, işte tam da bu şekilde düzene girdi ya da yoldan çıktı. Yediden dörde kadar ofiste çalışıyordu. Telefonlara bakıyor, evrakları dosyalıyor, hesapları kayıt içi ve kayıt dışı olarak iki ayrı defterde tutuyordu. Kendisinden önceki resepsiyonistin dosyalama yöntemini öğrenmişti. Adlarının yanlarında C harfi olmayan motosikletli kuryeler, sadece bir şehirden diğerine, bir iş günü içinde şirketlere teslim edilmesi gereken özel belge ve zararsız paketleri taşıyordu. İsimlerinin yanlarında C olanlarsa hem yasal hem de yasa dışı teslimatları yapıyorlardı. Vera kuryeleri sevmişti, adamlar ofise gelip gidip havaleleri, paketleri, planlama cetvellerini, çekleri teslim alıyordu. Birbirleriyle konuşarak en kestirme yollar ve en kaliteli motosiklet kilitleriyle ilgili fikir alışverişinde bulunurlardı. Vera’yı ararlardı, bazen süklüm püklüm, şehirde kaybolmuş olurlardı, ki bazıları avuç içi gibi bilirdi şehri, bilmeyenlerinse sürekli olarak kafası karışırdı, hatta hiçbir adres gözlerini korkutmamış gibi görünseler bile bulamadıkları olurdu. Vera’nın yaşındaydılar, bazıları daha gençti. Hepsinin hayatlarını acilen düzene sokmaları gerekiyordu ama henüz gerçekleştirememişlerdi bunu.

Birbirleriyle yarışırlardı, teslimat süresi bakımından her birinin kendi rekoru vardı. Yaptıkları teslimat sayısına göre para alırlardı. Vera onları, üstlerinde başlarındaki yara izlerinden, yaptıkları kazalardan kalan sıyrıklardan, çiziklerden tanırdı. Yalnız birini motosiklet hırsızının bıçağının açtığı ince, derin izden ayırt ederdi. Kuryelerin çoğunun William’ın varlığından bile haberi yoktu. Ama bazıları, eğer yanlarında varsa William’a şeker uzatır ya da Vera’nın götürecekleri evrakla ilgili işlemi bitirmesini beklerken, yere oturup onunla oynarlardı. Ofiste hiç kimse William’ın varlığından rahatsız olmadığı için-en azından William değildi-ona bakıcı bulma fikri zamanla kaybolup gitti. Vera bir gün ofise geldiğinde resepsiyonun arkasında portatif bir oyun parkı buldu, üzerinde Adam ile Derek’in bir notu vardı. Artık hiçbir problem kalmamış görünüyordu.

Adam ile Derek Vera’yı sevmişlerdi. Vera’dan ancak birkaç yaş büyüklerdi, ama bazen daha küçükmüş gibi davranırlardı. Bazen aptalca davranmaya yatkın olduklarından böyle yapar, bazen de birdenbire parlayıp somurtuverirlerdi. Liseden beri arkadaştılar, Jersey’in kenar mahallelerinden birindeydi okulları, bazen de kendilerine ait jargonlarıyla, tamamen ortak anılarından oluşan şeylerden konuşurlardı. Bağımsız hayatlar yaşadıklarını iddia ederlerdi. Birbirleri olmasa ne kadar yardıma muhtaç olacaklarının ayırdına varmamış gibiydiler. Sabahları Adam, kahvesini hep Vera’nın masasının üzerinde unuturdu. Derek ise Vera’ya çalınacaklar listesi hazırlardı ya da bıraktığı notlara ismini ilginç şekillerde yazardı. Beş yıl kadar önce, grafik tasarım işine girişmeyi denemişti. Adam ise, daha önce motosikletiyle kuryelik yapmıştı. Böylece dank etmişti kafasına; malları teslim eden kişi değil de teslimat işlerini çekip çeviren kişi olursa, şehir trafiğinde kendini öldürmeden, daha fazla para kazanabilirdi. Derek’i, grafik tasarım işini, kuryelik işine çevirmeye ikna etti. İşe yarı yarıya ortak olmayı da amcasından aldığı borç sayesinde başardı. Çalkantılarla geçen ilk yıldan sonra, işlerini yasal ve yasa dışı mallar olarak ikiye ayırdılar. Üç yıl sonra da işte şu anda bulundukları yere geldiler.

İşte şimdi de Vera gelmişti. Eski hayatını silip atarak. Neden New York’a olduğunu açıklayabilirdi, muhtemelen işini bile, belki aldığı parayı da ama William’ın bir izahı yoktu.

Vera Facebook sayfasını kapatmıştı, eski mail adresini iptal edip sadece onu yeni tanıyanların bildiği yeni bir mail adresi edinmişti. Daha önceki telefonunu atıp, yeni bir telefon almıştı. Haftada bir, kart kullanarak, ankesörlü telefondan annesini arardı. İyiyim derdi tekrar tekrar. Seni seviyorum. Bilmiyorum, hayır; seni görmeye ne zaman gelirim bilmiyorum.

William artık daha çok konuşmaya başlamıştı. Vera, onun, kendi adını söylediğini duymaktan açık bir gurur duyuyordu. William ona, Ve-ra diyordu, an-ne değil. Çok da makul görünüyordu bu. Vera etrafındakilere bu durumu, William olduğunda, daha çok genç olduğu için, kendini onun annesi olarak göremediğini söyleyerek açıklamaya çalışıyordu. Geceleri uyumadan önce William’a kitap okuyordu, renkleri ve harfleri öğretiyordu. Bütün bunları nasıl yapacağını soracağı kimsesi yoktu. İlk kar yüzünü gösterdiğinde, Derek William’a bir kar şapkası aldı. Vera bunu yarı yarıya arkadaşça bir jest, yarı yarıya da bir uyarı olarak algıladı.

O gece, William’a banyo yaptırdı, kıvır kıvır saçlarıyla tombik vücudunu mor bebe sabunuyla yıkadı, William da elleriyle vurarak küvetin içindeki suyu etrafa sıçrattı.

“Mutlu musun?” diye sordu Vera. “Sana iyi bakıyor muyum?”

William bebek dişlerini gösterdi Vera’ya. Vera onu bir havluya sardı, kuruladı, bebe losyonu sürüp pudraladı, tüylü pijamalarını giydirdi. William kafasını Vera’nın omuz çukuruna yerleştirip bir süre sonra uykuya daldı. Daha çocuklukta bile kızların bazıları bebeklerle ilgilenirken bazıları atlara, müzik topluluklarına ya da büyü, sihir gibi şeylere takılırdı. Ama Vera hiç böyle olmamıştı. Bebekler ona göre yaygaracıydı, elleri yüzleri de yapış yapış. Koleje başlamasının sebebi biraz da buydu esasında. Cinsel eğitim alırken görünen manzaraya bakılırsa ya birini ya ötekini seçmeliydin. Ya diploma alacaktın ya da bebek sahibi olacaktın. Josh’un plak dükkânıyla aynı binada kahve satan bir yer vardı. Orada çalışan kızlardan biri, bazen bebeğini de yanında getirirdi. Patron, ona bebeği dükkâna getirmemesini söylemişti. Kız, patronun arabasının otoparka girdiğini görür görmez bebeğini kapıp hemen ön kapıya koşar, oradan Josh’un dükkânına geçer, oğlunu bırakıp geri dönerdi. Patron dükkândan ayrılana kadar çocuk orada kalırdı. Josh hiçbir şeyi problem etmiyordu; kız güzeldi çünkü. Josh, neyse bir bok yapmazdı ama küçük çocuğu da bir köşeye mahkûm ederdi. Çocukla oyunlar oynamak, tehlikeli şeylerden oyuncaklar yapmak Vera’ya düşerdi. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, çocuk hep yaygarayı basar, annesi gelene kadar da susmazdı. Hatta, Vera’ya gülümsemezdi bile. William’ın birlikteyken çok sakin oluşu Vera’nın fikrini destekliyordu. Yani evren sanki Vera’ya, William’ın ona ait olduğunu söylüyordu.

Kasım ayında bir gece, şehrin üstü, beklenmedik bir şekilde, battaniyeyle örtülmüş gibi karla kaplanmıştı. Bütün iş operasyonları erkenden kapandı. Trenler ağır işliyordu, taksilere el etmek bile imkânsız hale gelmişti. Vera, buz kesmiş yollarda, ofisten trene, trenden evine yürümeye hiç de can atmıyordu. Derek’le Adam’ın davetini geri çevirmedi. Geceyi onların dairesinde geçireceklerdi. Derek ile Adam ofisin bulunduğu katın üstünde yaşıyorlardı. William’ı kanepeye yatırdılar, Vera’ya tost makinesinde pizza yapıp, içine rom kattıkları sıcak çikolata hazırladılar. Vera gerçi onların bekar yemekleriyle dalga geçti ama pizzanın tadı hiç de fena değildi. Kendi yaşından birileriyle bir akşam geçirmeyeli aylar olmuştu.

Üçüncü kakaodan sonra bir ara, Derek Vera’yı öptü. Ya da Vera onu öptü. Her ne olduysa işte, Vera geceyi onunla geçirdi, sonra ertesi geceyi ve de ondan sonraki geceyi. Bir hafta içinde Vera yedek diş fırçasıyla birkaç parça giyeceğini o eve taşımıştı. Artık William’ın da ikinci bir yatağı vardı. Vera gün geçtikçe Red Hook’taki çatı katına daha az gider olmuştu. Orada olduğu zamanlarda bazen ev sahibi kadının yan taraftaki binanın penceresinden geliş gidişlerini kuşkuyla izlediğini fark ediyordu.

Aralık ayında, evde bir parti verdiler. Vera her tarafa çiçek ve otlardan küçük çelenkler astı, küçük plastik bir ağaç alıp süsledi. Herkes romlu likörle kafayı buldu, likör bitince de ucuz biraya geçildi. Bazıları süslerin altında azıcık pornografik sayılabilecek fotoğraflar çekti. Vera, bir dolarcıda, içi, üzerlerine sabit kalemle yazılar yazılabilen çeşitli süs eşyalarıyla dolu bir kutu bulmuştu. Partiye gelen misafirlerin her birine bu süslerden verdi. Çok geçmeden, ağacın üstü “New York seni seviyorum ama beni alaşağı ediyorsun” gibi şeyler yazan bir sürü süsle doldu. William, aslında canlıymış gibi görünen bir taş bebek gibi elden ele dolaşıyordu. Vera kendini rahat hissediyordu. William’ın bir tek kendisi yerine oradaki herkesin aile hayallerini süslemesine izin veriyordu. Misafirler William’a oyuncaklar, tüylü hayvanlar getirmişlerdi. Derek, tahta bir lego almıştı. İkinci kutuyu uzattığında Vera William’ın şımaracağını söyleyerek isyan etti ama Derek hediyeyi Vera’ya aldığını söyledi. Vera, bir dakika boyunca bakakaldı. William’a gelen hediyeleri kendisi almış sayıyordu. Kendini William’dan bağımsız bir varlık olarak görmeyi bırakalı ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu. Derek’in ona verdiği kutuyu açtı, içindeki cam boncuklu kolyeyi çıkarıp boynuna taktı. Derek onu öptü.

“Seni seviyorum,” dedi.

“Romu seviyorsun,” dedi Vera.

“Seni ve romu seviyorum,” dedi Derek. Vera’yı tekrar öptü. Vera daha sonra, anne babasını aramak için arka odaya geçti.

Yerel saate göre daha erkendi ama annesinin uykuda olduğu saatlerdi.

“Beni neden uyandırdın?” diye sordu annesi. “Her şey yolunda mı? “Neden o kadar gürültü var?”

“Seni seviyorum,” dedi Vera.

“Sarhoş musun sen?” dedi annesi. “Ne yapıyorsun orada?”

“Mutluyum,” dedi Vera. “Bir süre arayamayacağım. Haber vereyim dedim.”

William’ın Vera’yla kalmasıyla geçmiş tamamen geçmişte kalmıştı. Evini terk eden Vera, artık var olmayacak bir Vera’ydı. Kendini artık şimdiye adamıştı. Derek ile uyanmayı, yanında sağlam bir şeyin varlığını hissetmeyi seviyordu. Derek’in ona bakışına, William’a davranışına, sürprizler yapmasına bayılıyordu. Hayatının şimdiki düzenini seviyordu; aile yaşamının sıradan gidişinin, insanı başka bir uca doğru sürükleyen bir telaş duygusuyla hep dengelenişini, sevdiği bir şeye sahip olduğu duygusunu, her şeyin kıymetini her geçen gün daha fazla bilmeyi. Çünkü her an her şeyin ters gidebileceğini biliyordu.

&

Nitekim bir gün her şey ters gitti. Jacob adında bir kurye, yağmurlu bir günde, Manhattan’da, bir su birikintisinden kaçayım derken yoldan çıkıp kayarak bir kamyona çarptı. Jacob, şaşırtıcı derecede mavi gözleri olan on sekiz yaşında bir çocuktu. Ortodontik olarak mükemmel bir gülüşe sahipti. Part time barmenlik de yapıyordu. Bir gün aktör olma hayali gerçekleşememişti. Kazadan bir gün önce, bir çeki almak üzere Vera’nın ofisine gelmiş, William’a da bir lolipop vermişti. Birkaç hafta öncesinde de bir hafta sonu partisine katılmış, alevli tekilalar içmiş, bileğinin iç tarafında hilal dövmesi olan saçlarına pembe gölgeler attırmış bir kızı öpmüştü. Çok hüzünlü bir anma töreni oldu, düzinelerce arkadaşıyla meslektaşları kuryeler hazır bulundu. Bazıları dayanışma halinde siyah motosiklet kaskları takmışlardı. Vera siyah bir elbise aldı, William’ı tören boyunca göğsünün üstünde sımsıkı tuttu. Tören sırasında ağlamayan tek kişi William oldu.

Jacob’un annesi Connecticut’ta bir doktordu. Bir hukuk bürosuyla anlaştı. Şikayetiyle motosikletlerin güvenliğini teminat altına almak için gerekli düzenlemeleri yapmakta zayıf kalan şehir yönetimi ceza yedi. Brooklyn Dağıtım’a da teslimatları mantık dışı bir sürede gerçekleştirmekten kaçınmadığı ve çalışanlarının güvenlik protokollerini ihlal eden sayısız durumu gözden kaçırdığı için ceza kesildi. Bunların hepsi doğruydu-elemanların imzaladığı yürürlüğe sokulması imkânsız sorumluluktan feragat metinlerine rağmen-dava edilebilirdi. Jacob’un ölümünün kötü sonuçları yüzünden, Adam ile Derek ilk birkaç hafta fazla iş yapamadılar. Ayın iyi zamanlarında bile iletişime kapalı, hep sarhoştular. Vera geceleri onların dairesinde kalmaya son verdi.

Vera, çatı katındaki kendi dairesinde, bazı geceleri ayakta geçirdi. William’a lolipop vermek için eğildiği zamanki Jacob’un yüzünün halini düşünüyordu. Jacob’un annesinin, yasaların süzgecinden geçmiş kederini düşünüyordu. Bir gece, William’ı geri dönüşsüz bir şekilde kaybettiğini düşündü. Bunu tahayyül ettiği kısacık anda bile keskin, yabancı bir duyguyla doldu. Yattığı yerde hıçkıra hıçkıra, öyle bir ağladı ki, William da uyanıp ağlamaya başladı. Yerinden kalkıp William’ın yanına gidecek gücü bulamadı kendinde.

Ofiste, aylardır ilk kez, William’ı kim kaybetmiş olabilir, bulmak için arayan var mı diye araştırmaya başladı. Kayıp çocuk ilanlarının olduğu sayfaları istemeye istemeye gözden geçirdi. Orada William’ı görmek istemiyordu, görmeyi de beklemiyordu. Fotoğraf üstüne fotoğrafla doluydu sayfalar. Annesinin kucağında bir dişi düşmüş sarışın bir oğlan. Boncuk örgülü saçlı, çikolata renkli bir kız çocuğu gülümseyerek oyuncak ayısını göğsüne bastırmış. Yedi yaşlarındaki bir tanesi, pembe bisikletliyle poz vermiş. Bazılarını Vera, haberlerden biliyordu, ölü olarak bulunmuşlardı. Diğerleri için olmayacak senaryolar oluşturdu kafasında; kendi gibi insanlar o çocukları kurtarmış da onlar için yepyeni hayatlar kurmuş gibi senaryolar.

Baktığı üçüncü sayfada, çocukları kayıp anne babalarının ilanlarının olduğu bir bültenle karşılaştı. Başlığın altında, OĞLUM WİLLİAM- EKİMDEN BERİ KAYIP diye yazıyordu.

Vera en nihayet, görmekten korktuğu fotoğrafı bulmuştu: William, fotoğrafta, Vera’yla ilk karşılaştıkları zamanlardaki gibi görünüyordu. Gözleri, başkasınınkilerle karıştırılamazdı. William’la Ağustos’tan beri beraber olduklarını hatırladı. O halde, bu çocuk başkası olmalıydı. Ama yine de midesine kramplar gire gire okumaya devam etti. Sayfanın üstünde bir doğum tarihi vardı. Nisanda üç yaşında olacaktı. Fotoğrafı siteye koyan adam, William’ın babası olduğunu söylüyordu. İkinci bir fotoğraf daha vardı; bu fotoğrafta William, annesi ve babasıyla birlikteydi. Uzun zaman önce gördüğü, aynı, incecik sarışın kadın. Açıklayamıyordu ama, William’ı arayan neden annesi değildi? William’ın, babasının yaşadığı yerden, yani Chicago’dan alınıp nasıl Jersey’e giden bir otobüse konduğunu açıklamıyordu. İkinci fotoğrafta William daha bebekti. Hem kadın hem de erkek geniş geniş gülümsüyorlardı, gözleri parlıyordu. William’ın babası olduğunu iddia eden adam, ilanın sonuna, polis ihbar hattı telefonlarıyla kendi cep telefonunu da yazmıştı.

Vera adamın numarasını tuşladı.

“İyi günler,” dedi. “William Charles ile görüşebilir miyim?”

“Benim!” dedi sert bir ses diğer uçtan.

“Ben gazeteciyim,” dedi Vera. “Oğlunuzla ilgili paylaşımınıza rastladım da. Bu konuyla ilgili sizinle görüşebilir miyim?”

“New York’ta mısınız?” diye sordu ses. “Numaranız oraya kayıtlı görünüyor.”

“Evet. Küçük bir gazeteyiz. Ama eğer konu kamuoyunun ilgisini çekmişse genel haberlere de alıyoruz bazen. Ayrıca ben kayıp çocuklar hakkında bir haber serisi hazırlıyorum.”

“Chicago polisinin ilgisini zar zor çekebiliyorum zaten. Bırakalım da bari gazeteciler işini yapsın” dedi adam.

“Dinliyorum o halde,” dedi Vera.

“William’ın annesiyle beraber yaşaması gerekiyordu. Annesi, bir süre sonra, telefonda oğlumla konuşmama izin vermez oldu. Jersey’e taşındı, bir adamla beraber olmak için. Sonra, aramamı istemediğini söyledi. Yine de arardım zaman zaman; telefona küçük bir kız çıkardı- benim değil, ama küçüklüğünden beri tanırdı beni-ona ne zaman William’ı sorsam ağlamaya başlardı. Sonra, beraber yaşadıkları adam, kaçıp gitti, eski karımın da sonu geldi. Aşırı dozdan. Zavallı çocuk annesini o halde bulmuş. Kızı büyükannesine verdiler, kadın benden oldum olası hiç hazzetmezdi, oğluma ne olduğunu ne bilebildi ne söyleyebildi. Dediği tek şey, William’ın onlarla olmadığıydı. Ama daha iki yaşındaydı. Ne kadar uzağa gidebilir ki?

“Çok üzüldüm beyefendi,” dedi Vera.

“Ben bir tek oğlumu istiyorum.”

&

Sonraki hafta sisler içinde dolaşan Vera oldu. Derek ile Adam bir panik haline girmişlerdi. Oyalama taktikleri geliştirirken becerebildikleri kadar birlikte hareket ediyorlardı. Ancak Jacob’un annesi mali defterlerin dökümü yapılana kadar uzlaşma teklifini kabul etmedi. Adam ile Derek kapsamlı bir denetimle çok fazla sayıda usulsüzlüklerin ortaya döküleceğinden endişe duyuyorlardı. Pazartesi günü Derek, Vera’dan işten geç çıkmasını rica etti. Günü kapattıklarında, Vera’yı arka odaya götürdü.

“Yavaş yavaş topukluyoruz,” dedi. “Yeni kimlikler; bir süre ortalıkta gözükmemeye yetecek kadar paramız var. Zamanla, ne yapacağımıza bakarız. Yakında her şeyin yasal olacağına inanan biri var, şu anda büyüme çalışmaları içinde.

“Nerede?” dedi Vera. “Ne zaman?”

“Kalifornia’da,” dedi Derek. “İki hafta sonra. Adam oradan birini tanıyor.”

“Ben ne yapacağım?”

“Sen de bizimle gelebilirsin,” dedi Derek. “Zaten bir süre buradan ayrılmak muhtemelen sana çok iyi gelecektir.”

Mutlu olma ihtimali Vera’nın bir adım ötesinde, açık bir kapı gibi duruyordu. Yolun burasına kadar gelmişti, ötesine de geçebilirdi. William’ı bırakmayabilirdi. Derek’i bırakmayabilirdi. William’ın büyüdüğünü hayal etti. Tombulluğu yanaklarına kadar yayılmış. “Çiftlikte büyüdüm ben,” diyecekti. “Ailemin para için şüpheli işler karıştırmış olduğundan epeyce eminim ama birader, aşıkmışlar yahu.” Kaliforniya’yı gözlerinin önüne getirmeye çalıştı ama sonra zihninde onunla ilgili hiçbir imgenin olmadığını, sadece belli belirsiz bir deprem korkusu hissettiğini fark etti.

“Ver evrakları bana,” dedi Vera. “Biraz düşünmeme izin ver.”

Çantasına sığacak kadar eşya aldı, gerisini sattı. William’ın yatağı gittiğinde, yanına aldı, yere bir battaniye serip, sarıldı sımsıkı. Ev sahibine çıkacağını bildirdi. Ertesi gün işten geldiğinde, ev çoktan gözü pek bir kiracıya gösterilmeye başlanmıştı bile. Haftanın sonunda, Derek, Vera’nın masasına bir zarf bıraktı. İçinde, Vera’nın fotoğrafıyla Jessica adını taşıyan Kaliforniya kimlik kartı vardı. William adına düzenlenmiş bir doğum belgesi de vardı. Adı Joshua olarak değiştirilmişti. Ofisteki günleri, kıyılmış kâğıtlarla ölçülebilirdi. Kâğıt parçalama makinelerinin uğultusu bir tehdit ve vaatti. Her şey silinebilirse, kaybolup gidebilirdi de. Her şeyi silebilirsen, yeniden de başlayabilirdin.

&

Bir karara varmadan önce babayı görmek istiyordu. Derek’e herhangi bir söz vermemek için kaçamak cevaplarla geçiştirdi onu. Derek’i yeterince; William’dan ayrılacak olursa, içindeki boşluğu dolduracak kadar sevmiyordu. Bu nedenle rol yapmamın alemi yok diye düşündü. Derek’in toplanmasına yardım etti. Hediye ettiği kolyeyi boynundan çıkarmadı. Derek’in rastalarını elektrikli tıraş makinesiyle kesip sarı saçlarını siyaha boyadı. Son gecesini Adam ve Derek ile birlikte onların dairesinde geçirdi. Margarita yaptı. Derek’in kollarına kıvrılıp, kendi suçluluk duygusunun onlarınkinden ne kadar büyük olduğunu açıklamaya çalıştığını hayal etti. Gün ağarmadan kalktı, onlara kahvaltı hazırladı, Derek’i öptü. Derek ona birinin adresini vermeyi teklif etti, adam, Vera’ya onları nerede bulabileceğini söyleyecekti ama Vera, vermemen belki daha iyi olacak dedi.

Vera ertesi gün William'la birlikte Chicago’ya giden bir otobüse bindi. William’a, balıkçı yaka bir kazak, bir süveter, kapüşonlu bir ceketi kat kat giydirmiş, başına da Derek’in aldığı şapkayı takmıştı. William alışılmadık bir şekilde mızmızlandı. Israrla sıcakladığını, kaşıntı tuttuğunu söylüyordu. Vera, William’ın üstündekileri birer birer çıkardı. Cleveland’e geldiklerinde molada, Vera, Chicago’daki okuldan arkadaşı Eileen’i aradı. Yıllardır görüşmemişlerdi ama liseye beraber gitmişlerdi. Vera, gece kalacak bir yere ihtiyacı olduğunu söylediğinde, Eileen, gelip otobüs terminalinden almayı teklif etti.

“Aman Allahım, çocuğun da mı var?” dedi onları gördüğünde. “Çok da büyük.”

“Neredeyse üç yaşında,” dedi Vera.

“New York nasıldı?” diye sordu Eileen.”

“Güzel,” dedi Vera. “Yorucu.”

Eileen onları Hyde Park’taki 1+1 dairesine götürdü. Kanepeyi açıp Vera’ya keyfine bakmasını söyledi. Vera, William’a televizyondan bir çizgi film seçti, saçlarını taradı. Başını öpüp, onu sevdiğini söyledi. Kendi çocukluğunu, annesi saçlarını ayırıp örerken, bacakları arasında oturup televizyon seyrettiği zamanları hatırladı. Yıllardır ilk kez evini özlediğini hissetti. Hâlâ kaybedebileceği şeyleri vardı, onları çok özlemişti.

Gece iyi uyuyamadı. Sabah kahve içerlerken Vera, Eileen’den birkaç saat William’a bakmasını rica etti, bir koşu gidip bir işini halledecekti ayak üstü. Sonra, William’ın babasının evine gitmek üzere bir taksiye bindi. Sıra sıra, eski tuğla evlerden biriydi. Biraz yıpranmıştı ama yüz üstü bırakılmamıştı. Çimenler biçilmişti. Panjurlar daha yeni boyanmıştı. Vera, binanın etrafında birkaç kez dolandı, caddenin karşısındaki satılık bir evle ilgileniyormuş gibi yaptı. Evin üzerindeki tabelada, BANKA MALI! diye yazıyordu. Binanın etrafındaki beşinci turunda gözetlediği evin kapısının açıldığını gördü. İnternetteki sitede fotoğrafı olan adam dışarı çıkıyordu. Adam sonra arkasını dönüp merdivenlerdeki yaşlı bir kadının inmesine yardım etti. Her ikisi de William’ı andırıyordu. Demek ki William’ın bir babası vardı. Babaannesi vardı. Hiçbir zaman Vera’nın olmamıştı. Adamla yaşlı kadın durup Vera’ya baktılar. Vera, bir saniyeliğine, Baba William’ın kendisini işaret ettiğini sandı, artık her şeyi itiraf etmeye hazırdı. Ama sonra adamın, arkasında bir yeri, yani haczedilmiş evi, evin bahçesindeki büyümüş otları gösterdiğini anladı.

Vera, William’ı, Eileen’in dairesinde, elinde oyuncak ayısı, oturma odasında dolaşırken buldu. Eileen de oturmuş, bir şeyler yazıyordu. Vera öğle yemeğinde peynir kızarttı. Eileen’e, William’la otobüsle Kaliforniya’ya doğru yola çıkacaklarını, o akşam gitmiş olacaklarını söyledi. Öğleden sonra, Eileen derse gitmek üzere evden çıkarken Vera’dan kapıyı dışarıdan kilitlemesini istedi. Vera vedalaşmak için ona sarıldı. Eileen William’ın saçlarını karıştırdı.

“Şanslı bir çocuksun sen,” dedi. “Küçük bir adama göre büyük bir yolculuk yapıyorsun.”

Eileen’i kapıdan çıktığı an, Vera, William’ın sahte doğum belgesini bir çakmakla tutuşturarak ateşe verdi. Aksi taktirde William’la birlikte olmanın cazibesine kapılmaktan korkuyordu. Mektubuna üç kere baştan başladı. İlk seferinde, niyetinin William’ı alıkoymak olmadığını vurguladı, sanki William ona verilmiş gibi hissetmiş, çok fazla da kurcalamamıştı. Ama aynı paragraf içinde, durumun artık öyle olmadığını fark etti. Üstelik bu kendine ait bir savunma da değildi. İkinci denemede, William’ın özelliklerine yoğunlaştı. Onunla ilgili en sevdiği şeyleri, en iyi günlerini anlattı. William’ın ne kadar mutlu olduğunu, hiçbir zarar görmediğini göstermek istiyordu. Ama mektubu tekrar okuduğunda yazdıklarını zalimce buldu, nispet yapar gibi, babasının kaçırdığı, bir daha telafisi olmayan zamanlara vurgu yapmıştı. Üçüncü ve sonuncusunda, William’ı alıkoyduğu süre için gerçek anlamda hesap vermeye çalıştı, babasının, William’ın zarar görmemesi için Vera’nın elinden geleni yaptığından emin olmasını sağlamak istedi. William kötü ellere düşmemişti, telafisi mümkün olmayan travmalar yaşamamıştı, Vera, William’a zarar verebilecek biri değildi, ama elbette, şimdi anlıyordu ki vermişti. William’ı uyuyana dek kollarında tuttu, sonra kaldırıp Eileen’in yatağına yatırdı. Eileen’in eve gelip gelmediğinden emin olmak için ona mesaj gönderdi. William’ın babasına yazdığı notla, sehpanın üzerine oturarak Eileen’e yazdığı notu, William’ın babasının adıyla adresini de ekleyerek, ev anahtarının yanına bıraktı. Üç apartman boyunca yürüdü, sonra bir taksiye el etti.

Otobüs terminaline doğru giderken şehir tuğlalar halinde, bej ve gri bir bulanıklık içinde akıp geçiyordu. Vera şaşkındı, titriyordu. Adam ve Derek tekrar bulunacakları ana kadar bekleyeceklerdi. Ama Vera sonsuza kadar kaybolması gerektiğini anlıyordu. Bırakacaktı ki bu karanlık ülke onu yutup yok etsin. Taksi şoförü Vera’nın fazla içmiş olduğunu düşündü, kusmak istiyorsa kenara çekebileceğini söyleyip durdu. Aynı şeyi üçüncü kez söylediğinde, Vera olur dedi. Ama kapıyı açıp eğildiğinde midesinden hiçbir şey çıkmadı. Sadece soğuğun şoku, karnının kuru, boş şişkinliği vardı.

Danielle Evans

Çeviri: Nurgök Özkale

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page