top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Elizabeth Baines- Öpüşme

Bir çift, metro istasyonunun girişinde duruyor, yakınlarında bir adam da elindeki patlatıcıyı parmaklarının arasında sıkıyor.

Öpüşmek için birbirlerine yaslanıyorlar, kalabalık etraflarından akıyor, bir film karesi gibi durdurabileceğin bir an, genç kadın yüzünü yukarı kaldırıyor, parlak gümüş ceketli, sarı saçlı, at kuyruklu, genç adam eğiliyor, rastalı saçları kırmızı bir bantla boyun hizasında toplanmış.

Akıp giden anların içinde bir an, daha önceki bütün anların devamında gelerek dudakların buluşacağı ana yönelmiş: Çift, küf kokan rüzgârın içinden geçerek metrodan çıkıyor, Bedlam’ın* silueti, yaşlı Londra’nın çürük nefesi, Karındeşen Jack** hâlâ tünellerde, raylar arasında koşturan kara renkli sıçanlarla yer değiştiriyor, birbirlerine yaslanıyorlar, genç adam arkada, genç kadın geriye çekiliyor, dokunmaktan sarhoş taze aşıklar: O sırada, pırıl pırıl parlayan o günde, sırt çantasında bomba taşıyan genç adam metro istasyonuna doğru, yolun karşısına geçiyor, tedirgin, bakmaması gerektiği halde omuzunun üzerinden bakıyor, ona öyle yapmaması söylenmiş, hafifçe gölgelenmiş üst dudağının üzerinde terinin ışıltısı. Bundan önceki anlara gelince, genç çift tıkır tıkır giden trende oturmuştu. Genç kadın yeşil spor ayakkabılarını ayak bileklerinden çaprazlamıştı, genç adamın pörtlek kaba etleri dar kotunun içinde sımsıkı, o anda, yukarıda, caddede, sırt çantalı delikanlı otobüsten inmek için hazır vaziyette duruyordu, biri itti, bu yüzden metal direğe çarptı. Ödü patladı ama hiçbir şey olmadı, o da bu saniyeler içinde tekrar nefes aldı, fakat kaldırıma adımını atarken fünyeye bir şey oldu diye korktu, görevini tamamlayamayacak diye panikledi.

Önceki hikâyeyse şu: Genç çiftin tanıştıkları gece, Londra’nın güneyinde bir bahçede, ışıklar ağaçlara sıra sıra asılmıştı, reggae bangır bangır, açık pencerelerden dışarı yayılıyordu, genç adamın kıvrak bedeni siluete dönmüştü, kadınınki ise koyu çalılıkların önünde soluk. Üst sınıftan diye görebileceğiniz bir kız, kızgın olmaya gerçekten, tamamen hakkı olduğuna hükmedebileceğiniz bir adam, ilk birkaç saniye içinde, tanıştırıldıkları anda, birbirlerini tam olarak şöyle görmüşlerdi: erkek gardını almış, kadınsa potansiyel olarak korkmuş ve utanmış; daha sonra erkek kadına bir içki uzattığında, ikisi de birbirlerindeki, kadın erkeğin gözlerinin yumuşak parıltısında, erkek, kadının çenesini meydan okurcasına kaldırışında, hayatta kalanın cesaretini tanımıştı.

O sırada, Londra boyunca, dar bahçelerin ve teras çatılarının, az ya da çok katlı toplu konutların, geniş, suyu alçalan nehrin ve akan Euston trafiğinin uzağında, sırt çantalı genç adam üst kattaki bir dairenin ziline bastı. Başka üç kişi üzerine batarya ve kablolar saçılmış bir masaya doğru eğilmişlerdi, sonra bir gece kulübü patlaması, yerde, patır patır düşen imansızların iğrenç sesleri.

Geçmişte daha da geriye gittikçe bütün hikâyeler birbirine bağlanarak bu an ile birleşiyor.

Highgate Hill’de, bahçesinde süs çalıları olan muhteşem bir ev, hukukçu anne babayla, evin ışıl ışıl, geniş mutfağında ailecek bir akşam yemeği, kızın erkek ve kız kardeşleri ağız dalaşına girmiş, anneleri makarnayı servis ederken onları tatlı tatlı azarlıyor, sonra tencereyle dönerken kocasının omzuna değiyor, baba başını kaldırıp annesine bakarak gülümsüyor, sanki başkasında gözü yokmuş gibi, sanki, bir gece önce, diğerleri uyurken, gölge gibi kızının odasına sızmamış gibi, olanlardan sonra kızının yüzüne tıslamamış gibi, sadece seninle benim aramda, öyle demesine gerek yoktu yalnız, kız annesine nasıl söyleyebilirdi ki, hayatta kimsenin aklına bile gelmeyecek bir şeyi birine nasıl söyleyebilirdi? Babasına öyle bir şey olmamış gibi rol yaparak baktı. Belki de olmamıştı. Belki de rüya görmüştü. Belki de kötü olan kendisiydi, aklı pislikle dokuydu. Belki de deliydi. Hayır, rüya görmüyordu; o şey tekrar olduğunda bununla yüzleşmek zorunda kaldı. Ancak evet, belki de deliydi. Belki bir sorun vardı onda, olanlar bu yüzden olmaya devam ediyordu. Okulda diğer kızlardan uzak durdu, öğle yemeği saatinde, onlar yolun aşağısındaki kafede takılmaya, dedikodu yapmaya ve oğlanlarla eğleşmeye gittiklerinde, kolları bacakları tutulmuş, ağırlaşmış bir halde kütüphanede oturdu. Kıskanarak, hayır kıskanarak değil, kıskanmayacak kadar uzaklaşmıştı onlardan, bir demir parmaklığın arkasında tutsak kalmıştı; acizliğinin, olanları kendine açıklayamayışının, hatta bunu kendisi için bile yapamayışının.

Ama annesi zaten sezmemiş miydi? Yıllar sonra bunu merak edecekti. Kızı mı suçlamıştı yoksa? Kardeşlerine hiçbir zaman uygulamadığı katı kurallarını kıza saklamıştı, annesinin sert, eleştirel tutumu aptal ve alt üst olmuş hissettirmişti kıza. Ancak bunu kendine itiraf etmekten hoşlanmazdı. Sevilmediğini düşünmek istemezdi. On beş yaşındayken, bir gün, annesiyle yan yana, onun yatağının üzerinde oturuyorlardı. Annesi bir toplantıya gitmek üzere hazırlanıyordu. Aynaya bakarak kendi saçlarını okşadı. Sonra bileziklerini eline alıp sordu. Hangisi? Fikri sorulduğu için kızın koltukları kabarmıştı, annesinin elbisesinin renklerine uyacağını düşünerek özene bezene iki bilezik seçti, biri koyu mavi, biri turkuaz. Annesi de seçimden memnundu, bilezikleri bileğine geçirdi. Birbirlerine yakın oldukları o anda, kız çok mutluydu. İşte o anda her şeyi annesine söyleme isteğine kapıldı, bu isteği aklında tarttı, bilezikleri eliyle tartar gibi. Annesi rimel sürmek için aynaya doğru eğildi, kız, onun boynunun arkasında küçük bir kırışığın ortaya çıkmasını izledi, annesinin incinebileceği duygusuyla doldu, böyle bir ifşanın yaratacağı yıkımı düşündü. İşte o anda annesi, aynada gözleri birbirleriyle buluşurken, sertçe, oldukça kızgın bir şekilde söylendi. O ruj sana hiç yakışmıyor.

Sonra gelsin anoreksiya yılları. Artık daha fazla aynada gördüğün o kişi olmayı istemediğin zamanlar. Kendini yerin dibine sokman, annenden kaçman, üniversiteyi bırakman, kafanda gerçeklere ve olanlarla ilgili karmakarışık düşüncelere yer olmaması, anlamlandırmak zordu, hepsinde eksik bir şey vardı. Nihayet, karanlık bir gece, sonunda bir kutu bira ve bir şişe hapla kaçma girişimi.

Ardından uzun bir iyileşme süreci, Londra’nın güneyinde, bahçedeki partide, o gece hâlâ çabalamaya devam ediyordu, ama öyleydi işte, çabalıyordu, ya da daha doğrusu, o karanlık çalıların önünde hareketsiz duruyordu ki rastalı genç adam ona doğru döndü. O da kendi geçmişinin yükünü taşıyordu.

Sabah bir grup ilkokul çocuğu sokaktan maymunluk yaparak geçerken genç adam Bristol toplu konutlarından çıkmıştı, basket sahasında esprili ya da çok da esprili olmayan karalamalar. Durdu, boş evine geri döndü-tek tabanca annesi hastanedeki temizlik işine gitmişti-ya da marketlerde takılıyordu. Annesini okuldan çağırmışlardı, gözleri hem kızgın hem hüzünlü bakıyordu. Azarlamalar durmadan devam etti, o büyüdükçe öfkesi de büyüdü: En sonunda kafayı yiyecek, birine saldıracaktı ki nihayet okuldan uzaklaştırıldı. Trafik ışıklarına doğru yürürken gıcır gıcır polis arabaları onun yanı sıra ilerlerlerdi, rastalı bir yeni yetme; bir keresinde, iki mil boyunca polis onu defalarca durdurdu. Sinirlerini kontrol etmesi gerektiğini öğrenmişti ama öfkeli bir jeste hâkim olamadı. Kollarını kaldırdı, annesi daha sonra polis merkezinde her tarafı yara bere içinde buldu onu.

Sonra uzunca süren bir adalet mücadelesi, sonra dinginlik, sonra benzer sorunları olanlara yardım için bir hayır kurumunda çalışma, sonra ılık bir yaz gecesi Londra’nın güneyinde bir bahçede, yeni bir işçiyle tokalaşma, sonra solgun genç kadın.

Rastalı genç adam, mahkeme salonunda dikilirken, genç kadın kolunda bir serumla hastane odasına girerken, daha sonra sırtında bir çanta taşıyacak olan on iki yaşındaki çocuk, o sırada okul formasını giymiş, derli toplu bir şekilde oturuyordu, sınavlarını geçiyordu, bakkal babasının gururuydu, üniversiteyi, doktor olarak yaşayacağı bir hayatı hedeflemişti. Ancak kış akşamlarında eve doğru yürürken bir şeyler ters gitmeye başladı. Karanlık sokak, alçacık evlerin arasında bir girdaptı, kaba çerçeveli pencerelerden dışarıya sızan kötü ışıklar, sıvanıp kalmış vıcık vıcık çöpler, suçlu ya malın gözü, sessizce sıvışan bir köpek, derin, karanlık bir sokak, evindeki yaşamla arasındaki bir uçurum gibi -endişeli, işinde gücünde, namuslu ebeveynler, geldikleri bu ülkeyi memnun etmeye can atıyorlar -bir de okul hayatı, sonra yüksek bilekli spor ayakkabılarını giymiş çocukların hafta sonları takıldıkları şehir merkezi, umursamıyorlar hiçbir şeyi, her şeyi kendilerine hak görüyorlar. O ise her iki dünyaya da ait değildi. Hiçbir yere ait değildi, anne babası tarafından planlanmış geleceği onun için bir bilinmezlikti, yabancıydı ona. Kendine ait hiçbir gerçek amacı yoktu. Camiden çıkarken birinin omuzuna dokunup onu kenara çektiği güne kadar.

İşte şimdi buradalar. Üç gencin hayatı bu anda birleşiyor, etraflarında sağa sola koşturanların hayatları, kot pantolon giymiş gençler, içlerine dizüstü bilgisayarlarıyla kâğıtlarını koydukları çantalar taşıyan erkeklerle kadınlar, bebek arabasındaki çocuklarıyla anne babalar, ama sırt çantalı genç adam, bir hayatları olan bu bireyleri görmemek üzere eğitildi, o yalnızca şehadetin şanını, cennette alacağı mükâfatı düşünüyor.

Şimdi başparmağıyla pime basacağı an, eğer fünyenin bağlantısı kopmuşsa, insan seli akmaya devam edecek, çift kucaklaşmasını tamamlayacak, sonra ilişkileri artık onları nereye götürüyorsa, oraya doğru yollarına devam edecekler, yahut basar basmaz fünye harekete geçecek, etrafındaki her şey sesten daha hızlı bir şekilde havaya uçacak, sonra bunu takip eden infilak ve şok dalgaları arasında, her şeyi emecek bir hortum meydana gelmiştir, şu doğrusal anlatımlar*** paramparça olacak, her bir parça havada fırıl fırıl dönecek- aynada bir annenin alt üst olmuş yüzü, bir polis memurunun gözlerindeki nefret ve korku, Londra’nın güneyinde bir bahçede parlayan ışıklar, hayali kurulmuş an, ama gerçekleştirilememiş, mükemmel bir son, öpüşme.

*Birçok korku kitabı, film ve diziye ilham vermiş ünlü bir geçmişe sahip psikiyatri hastanesi

**19.yüzyılda Londra’nın fakir semtlerinde faaliyet göstermiş olduğuna inanılan, kimliği belirlenememiş bir seri katile takılan isim.

***Linear narratives: Bir öyküde olayların kronolojik sırayla anlatımı.

Çeviri: Nurgök Özkale

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page