top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Gizem Sucu- Yaralı Ruhlar Servisi

“Sırrını söylemez her ruha ruhum…” 24-A servisinden R.G.Ö. (Bakırköy Akıl Hastanesi Vakfı)

“Psikiyatri Servisi Kapalı Kadın. Buyurun!” gelen telefonları böyle açıyordu hilal biçimindeki masanın arkasındaki çekik gözlü hemşire. Patlıcan moru koltuğuna evinin koltuğuna oturur gibi yerleşmiş, yumuşacık bir ses tonuyla ve sabırla gelen tüm soruları yanıtlıyordu. Kliniğin neredeyse tüm personeli gibi o da sinirleri alınmış, gülümseyen bir yüzle etrafına huzur saçıyordu.

Anneannemin bipolar ataklarından biri için yine hastanedeydik. Annem git gel perişan oldu, kardeşim evde annemi sayıklıyordu, dayımdan zaten hayır yoktu. “Anne” dedim, “Finallerim bitti, ben kalırım anneannemle.” Çocukluğundan beri anneannemin manik depresif hallerinin eziyetini çeken annem, bu yükün paylaşılmasına hiç itiraz etmedi. Hafta sonu refakatçisi olarak ilk kez bir psikiyatri servisine giriş yapacaktım.

İlk izlenimim gayet olumluydu. Odamız, içinde ördeklerin yüzdüğü bir göle bakıyordu. Rengârenk çiçeklerin ve çamların kokusu, yarı açık demir parmaklı pencereden sızarak odayı dolduruyordu. Annem, ben buraya gelmeden önce, çoğu koşul cümlelerinden oluşan bir dizi sıralı cümle kurdu, böylesi annemin karşılaşılabilecek olası her durumu hesaba katan, temkinli karakterine de uygundu. Bir sandalyede uyuyacakmışım, çok yorulursam akşam ilaç saatinden sonra anneannemin yanına da kıvrılabilirmişim. Gerçi ben kitap okurmuşum ama istersem televizyon odasına geçip rahat koltuklardan birinde de dinlenebilirmişim. Bir şey olursa yine haberleşirmişiz. Hepsine “Peki” dedim.

Anneannem ilacın etkisiyle uykuya daldı. Yeşile boyalı odanın dolabına eşyalarımızı yerleştirmeye koyuldum. Dolabın iç kısmında karalanmış yazılar dikkatimi çekti. “Biz hep uzaktan sevdik.” “O şimdi asker.” Ne yalan söyleyeyim, gözlerim içinde Tosun mosun geçen bir karalama aradı dolabın derinliklerinde, her yerde varken burada neden olmasın diye düşündüm. Eğilip bakmama rağmen göremeyince buranın terbiyesinin henüz bozulmadığına kanaat getirdim. Derken, kapı sesi dikkatimi dağıttı. Odaya giren kıvırcık saçlı, kemik gözlüklü, sarışın bir kızla göz göze geldik. “Merhaba,” dedim, “Sanırım aynı odayı paylaşıyoruz.” Normal görünüyordu. Bense hep deli deli bakan hastalarla bir macera yaşarım sanıyordum. Adı Berna’ymış. Konuşmayı uzatmadı. Eşofmanlarıyla yatağa yattı, battaniyeye gömülüp görünmez oldu.

Herkes uyurken gezineyim dedim. Duvarda renkli renkli tablolar asılıydı. Birinde armutlar elmaların önünde, diğerinde bir salkım üzüm bütün meyveleri gölgelemiş. Hiç de sevmem üzümü. Koridorda, hastanelerin alışılageldik kesif, bunaltıcı ilaç kokusunun aksine huzur veren lavanta kokusu buram buram hissediliyordu. Annemin sözünü ettiği televizyon odasında hasta mı, hasta yakını mı olduğunu kestiremediğim birileriyle karşılaştık. Gülümseyerek selamlaştık çoğuyla. Hemşireler ayırt ediliyordu. Biri bana seslendi. “Havva Hanım’ın yeni refakatçisi değil mi?” Ya burada herkes birbirini tanıyor ya da annem benden söz etti diye düşündüm. “Evet,” dedim. Nezaketle yemek saatlerini, ara öğünleri, ilaç saatlerini, tuvalet-banyo-TV odası-mutfak gibi ortak alanları anlattı. Sıra dışı bir şey olursa ya da yardım istersem çekinmeden ona ve diğer görevli arkadaşlara danışabilirmişim. Sıra dışı mı? Her şey o kadar olağan ki. Olağan dışı tek şey onların sinir bozan sakinlikleri. “Tabii ki danışırım,” dedim teşekkür ederek.

Kantine inip bir kahve almak için servis kapısına yöneldim. Kapı kilitliydi. Ben orada kilitli kapıya boş boş bakarken oradan geçen hemşire acil durumlarda ve yalnızca doktor izniyle çıkabileceğim konusunda beni uyardı, yardım edebileceği bir şey varsa ona da hazır olduğunu belirtti. Psikiyatri servisinde değil de yardım sevenler derneğindeydim sanki… Mutfaktan çay alıp TV odasına geçtim. Kırklı yaşlarda, kısa saçlı, esmer bir kadın beni görünce heyecanla, “Gülnur’un kızısın sen, annenin gençliği oturuyor karşımda,” dedi. Başımla onayladım onu. “Annenle çok dertleştik biz. Benim kızım, onun annesi buradaydı. Siz arada geliyorsunuz, biz gediklisi olduk hastanenin.” Dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “Geçmiş olsun,” diyerek merakla sordum, “Neden buradasınız?” Kadın hafif bir iç geçirdi. “Pek geçmiyor da hafifliyor işte. Duygu durum bozukluğu, majör depresyon teşhisiyle girdik, sekiz aydır buradayız.” Kısa bir sessizlik oldu. “Herkes çok normal görünüyor,” dedim. Acı acı gülümsedi. “Normal… Neye göre, kime göre?”

Kızı tiyatro oyuncusuymuş. Küçüklüğünden beri hassaslığı onu yorarmış. Bir gün, kara vicdanlı sevgilisinin onu terk edip ondan daha da kara vicdanlı en yakın arkadaşıyla nişanlandığını öğrenmiş. Evden kaçmış, üç gün haber alamamışlar. Sonunda deniz kenarında bir bankta bulmuşlar. Çırılçıplakmış, kesik bir cam parçasıyla bedeninin her yerini çizmiş, kanatmış. Ne yaptılarsa iyileşememiş. Bu kaçma girişimi tekrarlanınca buraya getirmişler. O gün bugündür de çıkamamışlar.

Sessizce dinliyordum. Üzüldüğümü görüp, “Bak,” dedi, “Şurada oturup bulmaca çözen adamı görüyor musun? O da alkol bağımlısı. Dün gece camı çerçeveyi indirmiş. Bugünse sakin sakin sudoku çözüyor.” Bu akşam kimle olduğumu hatırlayınca, “Peki Berna” dedim, “Onun nesi var?” Gözleri uzaklara daldı. “Gencecik bir kız Berna. Şimdi cıvıl cıvıl, hayat dolu olmalıyken intihara kalkışmış birkaç kez. Aziz var, Kapalı Erkek Servisinde.” Bana başıyla işaret ederek erkeklerin koridorunu gösterdi. “Aziz, Berna’ya aşık. Berna da ona. Diyeceğim o ki, gece odanıza gelirse korkma, zararsızdır. Sevgilisi aklına düştüyse zaman, saat, yasak dinlemez Aziz.”

“Nurten ablaaa!” diye bir erkek sesi konuşmamızı böldü. “Doğan, nerelerdesin oğlum sen?” Doğan bir çırpıda yanıtladı soruyu. “Şiir yazıyordum abla. Tarık Doktor, Tatlı Çarşamba’da bu sefer de kendi yazdığın şiiri oku dedi.”

Tatlı Çarşamba’yı anneannemden biliyordum. Anneannem Tatlı Çarşamba için patlıcan böreği yaptığını, herkesin bayıldığını anlatmıştı. Hastaların, taburcu olduktan sonra sosyal yaşama uyumunu kolaylaştırmak için yapılan bir yeme-içme, eğlenme etkinliğiydi. Anneannem meşhur türküsünü de söylemiş bir kez burada, Tarık Doktor alkışlamış. “Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor. Şanı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor…”

Doğan, “Okuyayım mı?” dedi heyecanla. Yanıtı beklemeden okumaya başladı. “Konstantinopolis’e yazdım, Bizans eskisi bu şehir, ben dahil, kimleri kimleri eskitti Nurten abla? Çok kereler kılık değiştirdiyse de nice hayatı öğütmek için hala ayakta.” Doğan’ın İstanbul Felsefe Bölümünde okurken bu sorgulamalar eşliğinde kayışı kopardığını öğrenmiştim Nurten Abla’dan. Demek ki Konstantinopolis insanı sadece eskitmiyor, deli de ediyordu. Psikiyatri servisi, öğrendiğim yaşam öyküleriyle artık bana kendini açıyordu.

Anneannemin yanına gittim, yemek saati gelmişti. Biz odada yiyecektik. Berna’ysa ortalarda yoktu. Aziz’le yemektedir diye düşündüm. İlaçlarla uyuşmuş anneannemin ağzına yemekleri tıktım. İtiraz edecek durumda değildi. Ardından hemşire ilaçları getirdi. “Hoş geldin Havva teyzem, bir aydır görüşemedik. Torunun da ne tatlıymış,” dedi. Anneannemin ruh hali birden değişti. “Yarın Tuba Doktor gelmesin odaya,” dedi. “Tarık Doktorla konuşmak istiyorum ben. Sevmiyorum ben Tuba’yı. Bir de saçlarını topluyor, yakışsa bari.” Geçmiş olsun, anneannemin sakinliği buraya kadarmış, manik döneme süratle geçiş yaptı işte. Hemşire gülümsemekle yetindi. Hangi doktorun geleceğine onların karar veremediğini dile getirdi. Anneannem ne kadarını duydu, anladı kim bilir?

Gece, servise koyu bir sessizlik çöktü. Anneannem ve eşofmanlarıyla battaniye altına gömülen Berna, derin uykuya dalarken ben de sandalyede kitaba daldım. Bilmem kaç saat sonra içim geçmişken kapı açıldı. Uzun boylu, hâkî uzun parkalı, kirli sakallı bir delikanlı girdi odaya. Bu, Aziz olmalıydı. Zamansız ve beklenmedik bu ziyaret –aslında Nurten abla uyarmıştı ama- beni şaşırttı, tedirgin etti, biraz da korkuttu. Berna uyanmıştı ya da aslında derin uykuda değildi. Berna’nın donuk yüz ifadesi yumuşadı. Yatakta doğruldu, delikanlının elini tuttu. Uzun uzun birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. O esnada anneannem uyandı. “Anarşik… Yine mi sen,” diye bas bas bağırmaya başladı. “Git, rahat bırak bizi.” Onca telaş içinde Aziz’in tüylü kapüşonlu parkası, uzun boyu, kirli sakallarıyla gerçekten Deniz’e benzediğini düşündüm. Esmer, boylu poslu, anarşik Aziz… Gayri ihtiyari Deniz gibi onun da, bu bozuk düzenle derdi olduğunu düşündüm. Anneannemin “Anarşik… Git buradan, defol…” diyen feryadıyla odaya bir sürü kişi doldu. Gecenin üçünde tüm servis ayağa kalkmıştı. Daha ne oldu demeden hemşireler, hasta bakıcılar, güvenlik görevlileri Aziz’i yaka paça götürdüler. Berna da bir iğneyle sakinleştirildi. Sevgilisini görmekten başka bir şey yapmamıştı oysa Aziz. Karga tulumba odadan çıkarılmayı hak etmemişti. Ortalık sakinleştiğinde gözü yaşlı Berna, zaferini ilan etmiş anneannem, şaşkın bir üzüntü içindeki ben odada kalakaldık.

Ertesi gün dudağımda iki uçukla uyandım. Macera mı istiyordun, al sana en renklisinden dedim kendi kendime. Doktorların vizit saatiymiş. Güler yüzlü, tombul bir doktor odaya girdi. “Günaydın Havva teyzeciğim. Beni özledin demek ki bak yine beraberiz,” dedi. “Hiç özlemedim Tuba,” dedi anneannem. “Tarık Doktor niye gelmedi? Seni sevmiyorum ben. Bir de saçını toplamışsın, manda gibi olmuşsun.” Tuba Doktor hiç alınmış görünmüyordu. Ustalıkla anneannemin ağzından laf almaya, durumu analiz etmeye çalıştı. Berna yine ortalıkta yoktu. Geceden beri aklım ondaydı. Doktor gidince anneannemi bırakıp TV odasına gittim. Nurten ablayı gördüm. Olanları duymuştu tabii. “Korkmadın değil mi kızım diyeceğim ama uçukların her şeyi anlatıyor.” Nurten abla, Aziz’in bu sabah Manisa Akıl Hastanesine götürüldüğünü söyledi. Berna’yı ayrı bir odaya almışlar. Ağlamaktan helak olmuş kızcağız. İntihar geçmişi nedeniyle yatağa bağlamışlar bir de. “Neden,” dedim, “Odaya girdi diye mi? Çok ağır bu abla.” İnanamıyordum duyduklarıma. “Ah kızım!” dedi Nurten abla, “Erkeklerin kadınlar bölümüne girmesi yasak. Ama mesele sadece bu değil tabii. Aziz buradaki doktorların sınıf arkadaşıymış. Çok uğraştılar iyileştirmek için onu. Bir ameliyat esnasında küçük bir çocuğun ölümüne tanıklık edince kaldıramamış Aziz. Okulu bırakmış, madde bağımlısı da olmuş bu arada. Herkesin, özellikle sevdiklerinin onu bırakıp gideceğinden korkar olmuş. Kendince bir sahiplenmeye girişiyor, bunaltıyor, yapışıyor sevdiklerine. Hem kendi hem sevdikleri için zor bir durum tabii. Hakkında hayırlısı olur umarım.” Dün geceyi düşündüm, Aziz ve Berna’yı… Berna hiç de bunaltılmış, sahiplenilmekten rahatsız görünmüyordu. Ama burada Aziz’in Berna’yı bunaltıp bunaltmadığına Berna değil, hemşireler karar veriyordu demek ki… kural kuraldır.

Yirmi beş yıl önceki bu servisle ilgili tüm anılarım hemşirenin, “Gülin hanım, Doktor Bey sizi bekliyor,” sesiyle bölündü. Güler yüzle, “Hoş geldiniz Gülin Hanım, “dedi. Bu güler yüzlü, yapıcı tavır çok tanıdıktı. Soğukkanlılıkla söze girdi. “Tetkikler ve rapor gösteriyor ki kızınız da, anneanneniz gibi bipolar. Zaten genetik olduğunu gösterir pek çok yayın var. Pandemide eve kapanmak sağlıklı insanların bile ruh sağlığını olumsuz etkiledi. Biliyorsunuz ki tıp olduğu yerde durmuyor, her gün umut verici bir gelişme oluyor. Hastalığı kabul etmek, tedaviyi aksatmamak ona yardımcı olmamız için şart. İlaçları düzenli kullanması, iniş çıkışları dengelemek için çok önemli.”

Yeniden…Kırmızı beyaz kapsüller yeniden hayatımıza girecekti ve yaralı bir ruh daha hayata tutunmak için yeniden çabalayacaktı.


Gizem Sucu

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page