top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Gül- Cüzdan

Önünden üç tane otobüs geçmişti. Geçenlerin hiçbirisi evinin olduğu istikamete gitmiyordu. Sinirlense sinirlenemez, kızsa kime kızacak… O son beş dakika iş arkadaşı lafa tutmasa her zamanki otobüsüne binecekti işte. Arkadaşının muhabbetine her zaman bayılırdı. Ne zaman bir şeyler anlatsa çoğu kişi soluksuz dinlerdi. Sadece bu sefer zamanlaması kötüydü. Kim bilirdi ki böyle olacağını. Cep telefonundan otobüslerin nerede olduğunu gösteren uygulamayı açtı. Bir otobüs geliyor görünüyordu ama son yirmi beş dakikadır aynı yerde olduğuna emindi. Muhtemelen kaçırdığı otobüs olabilirdi. Beklemenin anlamsız olduğuna karar verdi. Gelen ilk otobüse binecekti, nereye giderse gitsin. Kafasında hiç bilmediği semt isimlerini canlandırmaya çalışırken önünde bir metrelik lastiğiyle, insanı bezdiren bir motor sesiyle kocaman bir körüklü otobüs durdu. Şoförle bir anlığına göz göze geldi. Otobüsün camındaki yazıları okudu. “Tamam!” dedi içinden. “Bu olur.” Otobüs evinden çok fazla uzaklaştırmıyordu. Kendi mahallesine çok da uzak sayılmayacak bir durakta inebilirdi. Sonrasında dolmuş ya da taksiye atlarım, olmadı yürürüm diye içinden geçirdi.

İçerisi hıncahınç dolu değildi. Gençlerden bir çocuk kalkar gibi oldu. Saygılı ve samimi bir sesle, “Buyur amca,” dedi.

“Sağ ol,” dedi şaşkınlıkla. Bu kadar yaşlandım mı ya, diye düşünmeden edemedi ama kendisine gösterilen bu beklemediği saygı oldukça hoşuna da gitmişti. Koltuğa oturunca etrafını şöyle bir süzmeye başladı. Sanki bu şehirde ilk defa toplu taşımaya biniyormuş gibi tuhaf hissetmişti kendini. En son ne zaman hiç bilmediği bir hatta yolculuk yaptığını düşündü. Nedense cevabını bulmak istemedi. Kapının önünde duran ve yanlarında küçük bir çocuğu olan çift dikkatini çekmişti. Adam ve kadın inanılmaz zayıftı. Çocuk da anne babasına benzer şekilde çelimsizdi. Nedensiz garip bir acıma duygusu uyandı içinde.

Araç gürültülü bir şekilde yoluna devam ederken bazı duraklara uğruyor, yeni müşteriler alıyor ama daha fazlasını bırakıyordu. Bazı duraklara ise hiç yanaşmadan sadece biraz yavaşlayarak yoluna devam ediyordu. Şoför, benim dışımda bu hattaki tüm yolcuları tanıyor olmalı diye düşündü. Belki herkes birbirini tanıyordu da tek yabancı kendisiydi. Etrafına bakındı. Biraz önce dikkatini çeken o çelimsiz çocuklu aile de yoktu. Bir sonraki durakta inmeye karar verdi. İsteksizce yerinden kalktı. Kapıya doğru ilerledi. Kendine yer veren gençle sözleşmiş gibi kapının önünde tekrar karşılaşmasına şaştı. Tebessüm etti. Kapı açıldı. Tam inecekleri sırada basamakta bir cüzdan gördüler. Gençle göz göze geldi. Genç eğildi, aldı. Otobüsten inip durağa doğru yürüdüler. Genç:

“Abi, açıp bakalım kim düşürmüş.”

Cevabını beklemeden sanki en doğrusu buymuş gibi hızlıca cüzdanı açtı. Önünde bir çocuk resmi vardı. Bu resmin az önce inen adamın çocuğu olduğuna emindi. Bir iki saniye kadar oğlanla göz göze geldiler. Yaşı çocuktan büyük olduğu için bu durumda direkt olarak emir-komuta yetkisi ondaydı. Bakışlarından, duruşundan kısacası vermiş olduğu bütün sözsüz mesajlarından bu anlaşılıyordu. Bu sessizliği uzatmak canını sıkacaktı:

“Karakola götürelim.”

“Yok abi, ben bunların evini biliyorum. İstersen iki dakikada vereyim.”

Kafasındaki bütün emir komuta zinciri bir anda yıkılmıştı. Yorgundu. Açtı. Gergindi. Şu an bununla uğraşacak hiç vakti yoktu. Israr edilmeli mi diye düşünüyordu.

“Kardeşim, ben bununla hiç uğraşamam.”

“Abi sen gelme, ben götürür bırakırım. Bunları çıkaramadım ama evim o tarafta. Hep böyle aileler oturuyor zaten. Ben bunları tanımasam bile mutlaka tanıyan birilerini bulurum.”

Cüzdanın içinde kaç para olduğuna bakmamıştı. Gencin bir an el çabukluğuyla baktığını düşündü. Çocuk fakir gibi durmuyordu, zengin gibi de durmuyordu. Şimdi içinde kaç para olduğunu sormak, niyetini açıkça belli edebilirdi.

“Evleri yakın mı bari?”

“Abi gelmek istiyor musun?”

Kader, sanki o zayıf aileyle tekrar karşılaşmalarını istiyordu. Kayıtsızca boyun eğdi.

“Ne tarafta kalıyor?”

Genç adam, bir iki el kol işaretiyle hızlıca anlattı. Mesele anlaşılmıştı. Oraya kadar gidip oradan bir dolmuşla eve geçilebilirdi. Çok da zor değildi.

“Haydi, gidelim verelim madem.”

“Nasıl istersen abi!”

Bu öğleden sonrası işten çıkan yorgun adam ve muhtemelen bir işi olmayan gençle beraber yola koyuldular. Buldukları cüzdan hala gencin elindeydi. Adam, arada sırada genci süzüyor, davranışlarını gözden geçiriyordu.

“Sen buralı mısın?”

“Yok, be abi! Kim buralı olmak ister. Babamlar gelmiş bilmem kaç sene önce.”

Dik bir yokuşun başına geldiler.

“Abi şu yokuşu çıkalım. Bir sağ, bir sol. Sonra işimizi hemen hallederiz.”

Yokuş hiç hesapta olmayan bir detaydı. Evine yakın olan bu muhitlere az geldiği için buraların inişli çıkışlı olduğu tamamen aklından çıkmıştı. Oflaya puflaya yokuşu çıktılar, çıktıkları zaman bölge tamamen değişmişti.

“Tamam, şimdi ne yapacağız?”

“Abi, şuradan girelim.”

Eliyle gündüzün dördünde bile nerdeyse gece çökmüş gibi karanlık olan bir sokağı gösteriyordu. Bundan kimse rahatsız olmamıştı tabii. Yokuşu çıkarken hafiften terlemişlerdi. Sokağın serinliği her ikisine de çok iyi gelmişti. Evlerde kimsenin oturduğuna dair bir iz yoktu.

“Boş mu buralar?”

“Değil abi, tek tük işte.”

“Neden peki?”

“Abi yıllardır yıkılacak deniliyor buralar için. Pek çok aile taşınmak zorunda kaldı. Kalanlar işte gariban olanlar, parası olmayanlar, gidemeyenler.”

“Sizin ev neresi?”

Bu soruyla birlikte çocuğa kendini daha yakın hissediyordu.

“Abi yakın sayılır.”

Birden döndü, çocuğun yüzüne baktı. Çocuk her sorusuna “abi” diye cevap veriyordu. Aslında sıkıntılı bir yüz ifadesi vardı ama sıkıntılı yüz ifadesinin altında henüz bitmemiş çocukluğunun masumiyetini de taşıyordu. Belki suça bulaşmıştı, belki iyi olmayan şeyler yapmıştı ama henüz kirlenmemişti. Elindeki cüzdanı bir madalyon gibi taşıyordu. Bayrak yarışında arkadaşına verilecek bir bayrak gibi, sanki bir adım geride kalırsa ömür boyu ona mahcup olacakmış gibi, sanki ölümsüzlük ilacı gibi, sanki dünyanın en önemli eşyasıymış gibi. Adam, neden burada olduğunu düşündü. Ama cevap bulamadı. Karanlık sokaklardan bir sağ bir sol yaptıktan sonra küçük bir kasaba merkezini andıran yere vardılar. Tabelaların bazılarında yabancı dillerde bir şeyler yazılıyordu. Küçük bir kahve, kirli bir kasap, gündüz bile bembeyaz florasan ışıklarını yakmış bir giyimevi. Bir adamın gözlerini bağlayıp buraya getirseniz, gözlerini açtığında ülke dışına çıktığına yemin edebilirdi.

“Ne yapacağız şimdi?”

Genç adam kendinden emindi.

“Abi,” dedi, “şu kahveye sorayım geleyim.”

Koşarcasına gözden kayboldu. Kahve dediği yer; üç masa, altı sandalye ve bu sandalyelerde oturan hiçbir şey konuşmadan yalnızca etrafı seyreden yaşlılardan ibaretti. Çocuğun oraya hareketlenmesiyle adamlar yavaşça kafalarını çevirip baktılar. Çocuk elindeki cüzdanı gösteriyor, harıl harıl bir şeyler anlatıyordu oturanlara. İçerdeki adamlar da kahveden çıkıp gence bir şeyler söylediler. Bu zamansız beklemenin sonunda genç adam elinde cüzdanla birlikte geri geldi.

“Abi, evlerini buldum sayılır.”

Mesele fazla uzamıştı. Alt tarafı bir cüzdan.

“Şunun içinde para var mı?”

“Bakmadım abi.”

“Versene bir.”

Sorgusuz uzattı cüzdanı. Elinde tutup hızlıca açtı. Uzun zamandır bilinmeyen bir şeyi bilmek ister gibi hızlıca açıp bakmak istiyordu.

“Hadi gidelim, bulalım evlerini.”

“Tamam abi.”

“Yakın dimi?”

“Çok yakın abi, hemen şurası.”

Eliyle bir meçhulü işaret etmişti.

Yine ıssız sokaklardan geçmeye başlamışlardı. Karanlık, içinde kimsenin oturmadığı, boş, bomboş evlerin önünden geçiyorlardı. Sanki savaş çıkmış da terkedilmiş gibiydi hepsi. Yaşlı adam, ilk defa girdiği bu ara sokaklardan etkilenmişe benziyordu. Genç olana soruları vardı. Ama soramıyordu.

“Abi bak, bizim eski ev.”

“Öyle mi?”

Ev diye gösterdiği yer tamamen harabeydi. Çatısı çökmüş, pencerelerin camları kırılmış, sanki hastane köşesinde ağzı açık şekilde can çekişen yaşlı biri gibiydi.

“Evet, abi ya, burada uzun yıllar yaşamış bizimkiler. Ben bu kapının önünde sünnet oldum. Mahalle o zamanlar böyle değil tabii. Bir sürü insan vardı abi burada, görecektin. Tam şenlik havası.”

“Şenlik ha?”

“Tabii abi. Burada yaz akşamları evin içinde oturmazdı kimse. Çayını, çorbasını alan dışarı çıkardı. Hasırdı, kilimdi ne bulduk yazardık yere. Otururdu kadınlar. Çerez yer, muhabbet ederlerdi. Babalar da az önce gördüğün kahve vardı ya?”

“Evet.”

“Heh! İşte. Hepsi orda otururdu. Orası öyle değildi abi, bakma şimdi böyle durduğuna.”

“Ne oldu peki burada?”

“Dedim ya abi, yıkılacak dediler. Evin birisi ağır hasarlı mıymış neymiş, deprem meseleleri falan. Ben bu kadardım o zamanlar.”

Eliyle pazılarının orta yerini gösteriyordu.

“Eee?”

“Eee’si bu abi. O evi yıkmaya geldiler. Belediye mühür koydu, dediler burada kimse artık yaşamayacak.”

“Çıkanlar ne oldu?”

Genç olan bir an dönüp adamın yüzüne baktı. Sanki alay ediliyormuş gibi hissetmişti.

“Ne olacak abi, ya köyüne döndü ya başka bir yere taşındı.”

“Görüşmüyor musunuz?”

“Yok abi. Kimse kimseyle görüşmüyor artık. Tadı kalmadı buraların.”

Karanlık sokakların birisi bitiyor birisi başlıyordu. Evlerin harabeliği ise hep aynıydı. Kırık camlar, üstüne küfürler yazılmış eski kapılar, eşiklerden çıkan yemiş ağaçları ve hep mahzun duran, içinde ne hayatların yaşandığı ne insanların gelip geçtiği o evler, yuvalar. Eskiden buraların cümbüş yeri olduğunu düşünmek gerçekten çok zordu.

“Ev burası abi.”

İçeriye doğru şöyle bir baktı. İlginç bir bahçesi vardı. Dip dibe iki müstakil evin sanki ortak tek bir bahçesi vardı. Birisinin tam önünde duran bahçe, kot farkı sebebiyle diğer evin ikinci katına denk geliyordu. Bahçenin yanından geçen merdivenlerden de buraya atlamak işten bile değildi.

“Zil var mı?”

“Yok, abi ne zili. Sesleneceğiz.”

Genç adam seslendikten sonra etraftaki bazı pencerelerdeki perdeler hafifçe dalgalandı. Hedef kişiler galiba sesi duymamıştı. Genç, tekrar seslendi. Bu sefer yan evden on yaşlarında bir çocuk camdan dışarı kafasını uzattı:

“Onlar evde yok.”

“Ne zaman gelirler?”

Bilmiyorum der gibi bir dudak hareketi yaptı. Hemen arkasından belki annesi olabilecek çocuk gibi bir kafa daha göründü.

“Abi, geçin bahçede bekleyin. Şimdi gelirler.”

Bahçede oturdukları zaman boyunca etrafı iyice bir incelediler. Aslında bir kişi incelemişti. Diğerinin evi zaten burasıydı ya da buna benzer başka bir ev. Ev dedikleri yerde bakımsız bir kapı, rengi solmuş ve yer yer eski boyanın kalıntılarını taşıyan pencere ahşapları, kapının önünde iki sandalye, küçük bir sehpa, çocukların oyuncakları, köşelerde yeni dikildiği belli olan birkaç kök domates, biber fidanı, bahçe kapısının hemen yanında bir tane kırmızı gül, susuzluktan sararmış fesleğenler, ortalarda avare eşelenen iki cılız tavuk. Bir hayatın, bir yuvanın bahçeye olan yansımaları işte bunlardı. Evin içinde ne vardı göremiyorlardı ama bahçeden çok farkı olamayacağını ikisi de çok iyi biliyordu.

“Oğlum, sen çalışıyor musun?”

“Abi şu sıralar çalışmıyorum. İş arıyorum.”

“Meslek?”

“Mobilyacıyım abi.”

“Yaş kaçtı senin?”

“19.”

Yaşlı adam tekrar genci süzmeye başladı. Daha fazla olduğunu düşünmüştü. Diğeri bunun farkındaydı.

“Daha büyük gösteriyorum, değil mi?”

“Yani…”

“Yok, abi alışkınım. Zaten askere gitmediğim için iş bulamıyorum ya.”

“Kardeş, abla?”

“Bir ablam vardı. Yeni evlendi. Hemen arka sokakta oturuyor. Zaten bu adamı gözüm bir yerlerden ısırıyordu. Buralara gelince iyice emin oldum.”

Genç adam. Buralıydı. Bu kadardı işte. Hayata burada başlamıştı. Burada yaşıyordu. Bütün ömrü burada geçecekti. Burada evlenecek, burada çocukları olacak, burada onları büyütecek, burada oturacaktı. Belki sonra bu eve taşınacaktı. Burayı yaşanabilecek bir yuva yapacaktı. Belki kapıları yeniler, pencereleri tamir ederdi. Nasıl olsa mobilyacı değil miydi?

“Abi sen ne iş yapıyorsun?”

Yaşlı adam işinden bahsetti biraz. Genç olan tahmin etmiş olacak ki şaşırmamıştı.

“Ne güzel abi!” demekle yetindi sadece. Ne güzel! Ne isterse alabiliyordu, arabası vardı, parası vardı. Ne güzeldi…

Neden sonra bahçe kapısının gıcırtısıyla irkildiler. Ev sahibi bu yabancılara gözlerini keskin bir bıçak gibi dikmiş bekliyordu. İçgüdüsel bir davranışla karısını ve çocuklarını sağ kolunun altına almıştı. Neyse ki genç adam olayı kısaca izah ederek, durumu açıklığa kavuşturdu. Artık herkes rahatlamıştı. Çünkü buraya misafir gelirdi ama yabancı olanlar pek hayra alamet sayılmazdı. Cüzdan aldıktan sonra, ev sahibi muhakkak surette bir şeyler ikram edeceğini söyledi. Elindeki poşetleri hiçbir şey söylemeden eşinin eline tutuşturdu. Kadın, itaatkâr bir tavırla eğilip tül perde gibi içeri süzüldü. İlk başta kendilerine düşmanmış gibi bakan bu adam, artık bu iki yabancıdan bağışlanmak ister gibi mahcup, konuşmaya çalışıyor ama dediklerinden bir şey anlaşılmıyordu. İki misafir, sanki uzun yıllardır tanışıyorlarmış gibi birbirlerine bakıp gülümsediler. Genç adam, ev sahibini rahatlatmakta gecikmedi:

“Dert etme abi! Ben de bu mahalledenim. Sıkıntı yok…”

Ev sahibi derin bir nefes aldı. Muhabbetin yolu açılmıştı. Aslında genç adamı bir yerlerden gözü ısırıyordu fakat emin olamamıştı. Şimdi daha samimi konuşabilirdi. Nihayetinde aynı havayı teneffüs ediyorlardı. Yüzünü tamamen genç adama dönüp ortaya konuşmaya başladı. Son zamanlarda mahalleye gelip giden yabancıların çok yuvalar yıktıklarından yakındı. Hastaneye gidip geldiklerini bazı günler çok geç döndüklerini anlattı. Çok şükür ki iyi komşuları vardı. Fakirhanesine göz kulak oluyorlardı. Allah şahit ya kendilerini de ilk önce öyle yabancılardan sanmıştı. Adam olmak; sahip olduğun, ait olduğun yuvayı korumak demekti. Onun için ihtiyatlı olmak lazımdı… Öyle hararetli konuşuyordu ki komşu kadının elindeki bir tepsi çayı masanın kenarına yavaşça bırakıp gittiğini görmedi bile. Ancak eşinin bir tabak dolusu bisküviyi masaya bırakırken, “Çayları soğutmayın,” hatırlatmasıyla ikrama başladı.

Yaşlı adam çayından bir yudum aldı. Bu mahallede pek çok insanın daha yaşadığını düşündü. Ev sahibinin yüzünü iyice inceledi. Ezberlemek ister gibi baktı ona. Sanki ahbap olmuşlar gibi baktı.

Kapının üstünde sarı bir ışık yandı. Demek akşam olmuştu. Komşu kadın evine geçiyordu. Oğluna seslendi:

“Hasan! Hadi oğlum baban şimdi gelir. Yarın gene oynarsınız…”

Çocuk itiraz etmeden annesinin ardından koştu. Çelimsiz çocuk da oyuncak atından inerek eve yöneldi. Çocuklar için batan günle oyun bitmişti artık. İrice bir kuş, hızlı kanat vuruşlarıyla geçti üstünden. Baktı, ufkun kızıllığında bir yıldız parlıyordu.


İbrahim Gül

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page