top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Kahraman- Patricia Highsmith

İşi alacağından o kadar emindi ki, Westchester'e bavuluyla gelmişti. Christiansenlerin salonunda otururken üzerinde mavi, sade paltosu, başında şapkasıyla yirmi bir yaşından bile genç gösteriyordu.

“Daha önce mürebbiye olarak çalıştınız mı?” Bay Christiansen sordu. Kanepede karısının yanına oturuyordu. “Demek istediğim herhangi bir referansınız var mı?”

“Son yedi aydır Bay Dwight Howell'in New York'taki evinde hizmetçiydim.” Lucille aniden, koca gri gözleriyle adama baktı. “İsterseniz onlardan referans alabilirim… Fakat bu sabah ilanınızı gördüğümde vakit kaybetmek istemedim. Zira her zaman çocukların olduğu bir yer istemişimdir”

Bayan Christiansen kızın heyecanına gülümsedi ve, “Telefonla danışabiliriz tabii ki... Ne dersin Ronald? Çocukları gerçekten seven birini istediğini söylerdin hep,” dedi.

Ve 15 dakika sonra Lucille Smith, büyük evin arkasındaki hizmetli evindeki odasında, yeni beyaz üniformasını giyerken aynada kendine, “Yeniden başlıyorsun Lucille. Daha önce olan her şeyi unutacaksın,” diye mırıldanıyordu.

Sanki kendi sözlerini inkâr ediyormuş gibi gözleri yine çok geniş açılmıştı. Böyle kocaman açtığında annesininkine benziyorlardı ve annesi de unutması gereken şeylerin bir parçasıydı.

Hatırlanacak birkaç şey vardı zaten. Birkaç aptalca alışkanlık, kül tablasında kâğıt yakmak, bazen zamanı unutmak-ki birçok insanın yaptığı küçük şeylerdi- ama bunları yapmaması gerektiğini unutmaması lazımdı. Pratikle hatırlayabilirdi çünkü o da diğer insanlar gibiydi. (Psikiyatrist öyle dememiş miydi?)

Hizmetliler eviyle büyük evin arasında uzanan bahçeye ve çimlere baktı. Uzunluğu eninden bir hayli fazla olan bahçe, ortasındaki çeşmeyle çok güzeldi! Ağaçlar son derece uzun ve sık olduğu için, hiçbir şey goremiyordu Lucille. Ve ağaçların ötesinde başka bir ev olup olmadığını itiraf etmek veya inanmak istemiyordu. New York’taki Howell evi yüksek ve oymalı idi. Düğün pastaları arasında eski bir düğün pastasına benziyordu adeta...

Christiansen evi dost canlısı ve hayat doluydu! Tanrı'ya şükürler olsun ki çocuklar vardı! Ama onlarla henüz tanışmamıştı.

Aceleyle aşağı indi ve büyük eve yürüdü. Christiansenler ona ne kadar ödeyecekti? Hatırlayamadı ve umursamadı. Sırf böyle bir yerde yaşamak için bedavaya çalışabilirdi.

Bayan Christiansen onu üst kata, renkli kalemler ve resimli kitaplar arasında oynayan çocukların olduğu odaya götürdü.

“Nicky, Heloise, bu yeni bakıcınız,” dedi anneleri. “Adı Lucille”

Küçük oğlan ayağa kalktı ve “Nasılsınız,” dedi.

Lucille’i daha küçük olan ikinci çocuğuyla tanıştırırken, “Ve Heloise,” dedi Bayan Christiansen.

Heloise baktı ve “Nasılsınız,” dedi.

“Nicky dokuz ve Heloise altı yaşında”

Lucille gözlerini çocuklardan alamıyordu. Mükemmel evin mükemmel çocukları. Güvenen, sevecen, meraklı gözlerle ona baktılar.

Bayan Christiansen’in küçük kızın saçlarını sevgiyle, nazikçe düzeltmesi Lucille’i büyülemişti. “Öğle yemeği zamanları geldi,” dedi kadın. “Yemeğini burada yiyeceksin Lucille. Lisabeth birkaç dakikaya getirir.” Kapıda durakladı, “Hiçbir şey için gergin değilsin, değil mi Lucille?”

“Oh, elbette hanımefendi”

“Güzel, olmamalısın tabii” Başka bir şey söylemek ister gibiydi, ama sadece gülümsedi ve çıktı.

Lucille kadının ardından bakarken başka şeyin ne olabileceğini merak etti.

Nicky, "Catherine'den çok daha güzelsin," dedi. “Catherine daha önceki bakıcımızdı. İskoçya'ya geri döndü. Catherine'den hoşlanmazdık”

“Evet,” dedi Heloise, “Catherine'den hoşlanmazdık”

Nicky kız kardeşine baktı. “Söylemek istediğim, böyle konuşmamalısın!”

Lucille güldü. Sonra Nicky ve Heloise de güldü.

Bir hizmetçi elinde öğle yemeğiyle girdi ve odanın ortasındaki masaya koydu. “Hanımefendi ben Lisabeth Jenkins,” dedi utangaç.

“Ben Lucille Smith”

“Bir şeye ihtiyacınız olursa sadece seslenin,” dedi hizmetçi.

Üç omlet ve biraz domates çorbası vardı. Gümüş bir cezvede Lucille'in kahvesi, iki büyük bardakta da çocukların sütü vardı.

Çocuklarla olmak harikaydı. Howelllerin evinde sürekli sakarlıkları olmuştu ama burada bir kaşık ya da tabak düşürse bile bunun önemi olmazdı. Çocuklar sadece gülerdi.

Lucille kahvesinin bir kısmını içti, ama fincan kayınca kahvenin bir kısmını bezin üzerine döktü.

“Domuzcuk!” Heloise güldü.

“Heloise,” dedi Nicky ve banyodan kâğıt havlu almaya gitti.

Birlikte temizlediler.

“Babam bize her zaman kahvesinden biraz verir,” dedi Nicky yerine otururken.

Lucille, çocukların bunu annelerine anlatıp anlatmayacaklarını merak ediyordu. Nicky'nin şantaj yapıp rüşvet istediğini hissetti. “Öyle mi,” diye sordu.

“Sütümüze birazcık kahve döker,” diye ilave etti Nicky.

Lucille, her iki bardağa da biraz döktü. “Böyle mi?”

Çocuklar zevklendiler. “Evet!”

“Catherine bize kahve vermezdi, değil mi, Heloise,” dedi Nicky.

“Vermezdi!” Heloise lezzetli sütten büyük bir yudum aldı.

Lucille'in içi mutlulukla doldu. Çocuklar ondan hoşlanmıştı, buna hiç şüphe yoktu. Üç yıl boyunca farklı evlerde hizmetçi olarak çalıştığını, şehir parklarına gittiğini ve sadece oturup çocukların oynamasını izlediğini hatırladı. Ama genellikle ahlaksız ve kötü bir dil kullanmışlardı. Bir keresinde bir annenin kendi çocuğuna vurduğunu görmüştü. Lucille nasıl acı ve korku içinde kaçtığını hatırladı.

“Niçin bu kadar büyük gözlerin var,” diye sordu Heloise.

Lucille sanki itiraf eder gibi, “Annemin de büyük gözleri vardı,” dedi temkinli.

Annesi üç hafta evvel ölmüştü ama çok daha uzun zaman geçmiş gibiydi. Çünkü annesinin iyileşmesini beklerken başında geçirdiği son üç yılda tüm umutlarını nasıl yitirdiğini unutmuştu. Fakat neyin tedavisi? Hastalık ayrı bir şey, annesini öldüren ayrı bir şeydi. Annesinin aklı başında olmasını ummak aptalcaydı. Bunu doktorlar bile söylemişti. Ona kendisi hakkında bazı farklı şeyler de söylemişlerdi. İyi ve cesaret verici şeyler; babası kadar aklının başında olduğunu.

“Yemeğini bitirmedin,” dedi Nicky.

“Çok aç değildim,” dedi Lucille.

“Şimdi kum bahçesine gidebiliriz,” diye önerdi oğlan, “şatomuzu görmeni istiyorum.”

Kum bahçesi evin arkasındaydı. Lucille kum bahçesinin ahşap kenarına oturdu ve çocukları kumdan kale inşasını izledi.

“Ben genç kraliçeyim ve kalede bir mahkumum!” Heloise bağırdı.

“Evet ve ben onu kurtaracağım Lucille,” diye bağırdı Nicky.

Kale bittiğinde Nicky, içine altı adet küçük renkli taş koydu. “Bunlar iyi askerler,” dedi. “Onlar da kalede tutsak.” Heloise bahçeden daha küçük taşlar aldı. Hem kalenin ordusu hem de kraliçesi olacaktı Heloise.

Oyun devam ederken Lucille, Heloise'in başına gerçekten tehlikeli bir şey gelmesini dilediğini fark etti ki, böylece büyük cesaretini ve sadakatini kanıtlayabilirdi. Kendine ciddi şekilde zarar verse ya da belki bir kurşun yahut bir bıçakla yaralansa ve elbette Lucille saldırganı etkisiz hale getirecekti. O zaman Christiansenler onu sever ve her daim yanlarında tutarlardı.

“Aaayyy!”

Heloise idi. Kum bahçesinin kenarındaki aynı çakıl taşını almak için boğuşurlarken Nicky, kardeşinin parmaklarından birini kenara sürtmüştü. Lucille kanı görünce telaşlandı. Lisabeth veya Bayan Christiansen'ın görmesinden çok korktu. Kızı çocuk odasının yanındaki tuvalete götürdü ve parmağını dikkatlice yıkadı. Sadece küçük bir sıyrıktı ve Heloise kısa sürede ağlamayı kesti.

“Bak, sadece küçük bir çizik,” dedi Lucille. Bunu çocukları sakinleştirmek için söylemişti ancak Lucille için bu, küçük bir çizik değil, önleyemediği korkunç bir felaketti. Hem de daha ilk öğleden sonra!

Heloise gülümsedi. “Nicky'i cezalandırma. Kasten yapmadı,” dedi, banyodan kaçıp yatağına atladı. Lucille'e, "Öğleden sonra uyumamız gerekiyor," dedi. “Hoşça kal”

Lucille gülümsemeye çalışarak “Hoşça kal,” diye yanıtladı. Nicky'i almaya gitti ve döndüklerinde Bayan Christiansen çocuk odasının kapısındaydı. Lucille'in yüzü bembeyaz oldu. “Kü-küçük bir çizik hanımefendi. Kum bahçesinde oynarken…”

“Heloise'in parmağı mı? Merak etme canım. Her zaman küçük çizikler oluyor. Nicky, tatlım daha nazik olmayı öğrenmelisin. Lucille'i nasıl korkuttuğuna bak!” Güldü ve oğlanın saçlarını karıştırdı.

Çocuklar uyurken Lucille çocukların öykü kitaplarından birine baktı. Hastane doktorunun okumasını teşvik ettiğini ve sinemaya da gitmesini tembihlediğini hatırladı. “Normal insanlarla birlikte ol ve annenin zor zamanlarını unut...”

Ve psikiyatrist, “Baban gibi normal olmaman için hiçbir sebep yok. Şehir dışında bir iş bul, rahatla ve hayatın tadını çıkar. Hatta ailenin yaşadığı evi bile unut. Bir yıl sonra...” demişti.

Annesi öldükten hemen sonra, bundan üç hafta öncesiydi. Doktorun söyledikleri doğruydu. Barış ve sevginin, güzellik ve çocukların olduğu bu evde annesinin yüzünü sonsuza dek unutacaktı. Biraz sevinçle yüzünü öykü kitabının sayfalarına gömdüğünde gözleri yarı kapalıydı. Yavaşça sandalyesinde ileri geri sallanırken, hiçbir şeyin değilse de kendi mutluluğunun farkındaydı.

“Ne yapıyorsun?” Nicky meraklı ve kibarca sordu.

Lucille kitabı yüzünden indirdi. Mutlu ama suçlu bir çocuk gibi gülümsedi. “Okuyorum”

Nicky de güldü. “Çok yakından okuyorsun!”

“Eveet,” dedi Heloise, oturma pozisyonuna geçerken.

Nicky yanına geldi ve kitaba baktı. “Saat üçte kalkarız. Bize okur musun şimdi? Catherine bize her zaman, ta akşam yemeğine kadar okurdu.”

Lucille okurken çocuklar resimleri görebilsin diye yere oturdu. İki saat boyunca okurken zaman akıp gitmişti. Saat beşte Lisabeth akşam yemeğini getirdi ve yemek bittiğinde Nicky ve Heloise, yatma zamanına kadar okumaya devam etmesini istediler. Lucille memnuniyetle başka bir kitaba başlamıştı ki, Lisabeth çocukların banyo vaktinin geldiğini ve kısa bir süre sonra, iyi geceler demek üzere, Bayan Christiansen'ın geleceğini söyledi.

Çocuklar yataktayken Lucille, Bayan Christiansen'le birlikte aşağı indi.

“Her şey yolunda mı Lucille?”

“Evet, hanımefendi. Şey... Gece gelip çocukları kontrol edebilir miyim?”

“Bu çok hoş bir düşünce Lucille, ama gerçekten buna gerek yok”

Lucille ses etmedi.

“Korkarım uzun akşamlarda sıkılacaksın. Eğer kente, sinemaya gitmek istersen, Alfred, şoför, seni arabayla memnuniyetle götürür”

“Teşekkür ederim, hanımefendi”

“O halde iyi geceler Lucille.”

Lucille arka yoldan bahçeyi geçti. Odasının kapısını açtığında, yeni bir günün sabahına başladığını ve çocuk odasına giriyor olduğunu diledi.

Kendisi hakkında endişelenip ya da annesini düşünüp uyuyamamaktansa, hoş bir yorgunluk hissetmek için (sadece dokuz olmasına rağmen) ışığı söndürdüğünü düşünmek ne kadar iyiydi. Çok değil, daha kısa bir zaman önce bir gün, on beş dakika boyunca ismini anımsayamadığını hatırladı. Korku içinde doktora koşmuştu.

Geçmişte kaldı! Hatta Alfred'ten sigara almasını bile isteyebilirdi, ki aylarca kendini mahrum ettiği bir lükstü.

İkinci gün sanki ilk gün gibiydi -çizik bir el de yoktu- ve böylece üçüncü ve dördüncü gün oldu. Değişen tek şey Lucille'in aileye olan sevgisiydi. Her geçen gün daha da büyüyen bir aşk.

Cumartesi akşamı hizmetliler evinde kendi adına yazılmış bir zarf buldu. İçinde 20 dolar vardı. Onun için hiçbir anlamı yoktu. Bunu kullanabilmek için diğer insanların olduğu dükkanlara gitmesi gerekirdi. Eğer Christiansenlerin evinden hiç ayrılmayacaksa para ne içindi ki? Bir yılda 1040 dolar, iki yılda 2080 dolar olacaktı. Eninde sonunda Christiansenlerınki kadar parası olacaktı ve bu doğru olmazdı.

Bedava çalışmak istemesinin çok garip olduğunu düşünürler miydi? Ya da 10 dolara? Ertesi sabah Bayan Christiansen’le konuşmaya gitti.

“Maaşım hakkında hanımefendi," dedi, “Bu benim için çok fazla.”

Bayan Christiansen şaşırmış görünüyordu. “Sen ne garip bir kızsın Lucille! Gece gündüz çocuklarla olmak istiyorsun. Her zaman bizim için "önemli" bir şey yapmaktan bahsediyorsun. Ve şimdi kalkmış maaşım çok fazla diyorsun!” Güldü. “Sen kesinlikle farklısın Lucille!”

Lucille dikkatle dinliyordu. “Farklı derken hanımefendi?”

“Sadece öylesine söyledim canım. Ve daha az ödemeyi reddediyorum çünkü bu sana haksızlık olur. Aslında, eğer daha fazla istersen...”

“Yoo, hayır, hanımefendi! Ama keşke siz ve çocuklar için yapabileceğim daha fazla şey olsaydı. Daha büyük bir şey...”

“Saçmalık, Lucille,” Bayan Christiansen sözünü kesti. “Bay Christiansen ve ben senden çok memnunuz.”

“Teşekkür ederim, hanımefendi”

Lucille çocukların oyun odasına geri döndü. Bayan Christiansen bir şey anlamamıştı. Annesi hakkında ya da aylarca süren kendi korkularını anlatabilseydi, nasıl bir sigara bile almaya cesaret edemediğini ve bu güzel evde ailesiyle birlikte olmanın onu nasıl iyileştirdiğini...

O gece saat 12.00’ye kadar ışığı açık bir şekilde odasında oturdu. Şimdi sigarasını içiyordu -akşam kendine sadece üç tane için izin vermişti- ama bu bile kahraman olma hayalini gerçekleştirmek için zihnini rahatlatmaya yeterliydi. Ve o üç sigarayı içtiğinde canı başka sigara istemişti, tekrar cezbetmesin diye paketi bir çekmece kaldırmıştı ki, Christiansenlerin verdiği 20 dolarlık banknotu fark etti. Bir kibrit yaktı ve yanan ucunu kül tablasının kenarına dayadı. Yavaşça birbiri ardına kalan kibritleri teker teker yaktı ve küçük, kontrollü minik bir ateş topu yaptı. Tüm kibritler yandığında, 20 dolarlık banknotu parçalara ayırıp ateşe ekledi.

Bayan Christiansen anlamamıştı, ama bunu görseydi anlayabilirdi. Ancak bu yeterli değildi. Sadece vefalı hizmet de yeterli değildi. Para için herkes vefalı olabilirdi. Kendisi farklıydı. Bayan Christiansen söylemişti bunu. Bayan Christiansen’in başka ne dediğini hatırladı Lucille: "Bay Christiansen ve ben senden çok memnunuz." Lucille hatırladığına gülümsedi. Harikulade güçlü ve mutlu hissetti. Mutluluğunda eksik olan tek bir şey vardı. Kendisini bir kriz anında kanıtlamak zorundaydı.

Odada gergin bir şekilde gezindi.

Keşke bir sel olsaydı... Suların evin etrafında sürekli yükseldiğini, çocukların odasını basacak hale gediğini hayal etti. Çocukları kurtarır ve onlarla güvenli bir yere yüzerdi.

Ya da bir deprem olsaydı... Yıkılan duvarların arasına dalıp çocukları dışarı çıkarırdı. Belki ufak bir şey için, mesela Nicky'nin oyuncaklarından biri için geri dönüp ölebilirdi! İşte o zaman Christiansenler, onları ne kadar sevdiğini anlarlardı.

Eğer bir yangın çıksaydı... Yangınlar yaygın şeylerdi. Mesela garajdaki benzinden korkunç bir yangın çıkabilirdi...

Garaja açılan kapıdan aşağı indi. Benzin tankı 1,5 metre yüksekliğinde ve tamamen doluydu. Onca ağırlığına rağmen yuvarlaya yuvarlaya garajdan çıkardı, çimenlerin üzerinden ses çıkmadan bahçenin diğer tarafına götürdü. Pencereler karanlıktı, ama ışık olsaydı bile, bu Lucille’i durduramazdı. Hatta bizzat Bay Christiansen fıskiyenin yanında dursaydı da, çünkü muhtemelen onu göremeyecekti.

Evin bir köşesine kadar benzin döktü, tankı daha da yuvarladı ve biraz daha döktü. Evin uzak köşesine ulaşana kadar böyle devam etti. Sonra bir kibrit yaktı ve geldiği gibi, ıslak yerlere dokunarak geri döndü. Arkasına bakmadan hizmetli evinin kapısının yanında durup izlemeye koyuldu.

İlk başta alevler soluktu, sonra canlandı, sonra da kırmızı hareli bir sarıya döndü. Lucille rahatlamaya başlamıştı. Kendisi içeri dalmadan evvel alevlerin büyümesini, ta kreş penceresine kadar yükselmesini bekleyecekti ki, tehlike en yüksek seviyede olsun.

Dudaklarına bir gülümseme kondu, yüzü ateşin ışığında parlıyordu. Bu durumdayken onu gören herkes kesinlikle genç ve güzel bir kadın olduğunu düşünürdü.

Ateşi beş yerden birden yakmış ve şimdi alevler, bir elin parmakları gibi eve doğru sıcak ve nazik sürünüyordu. Lucille gülümsedi ama bekledi.

Isısı iyice arttığından benzin tankı aniden, büyük bir top gibi gürültüyle patladı ve bir anda tüm bahçeyi tutuşturdu.

Sanki beklediği işaret buymuş gibi, Lucille güvenle ilerledi.


Patricia Highsmith: Daha çok psikolojik gerilim romanlarıyla tanınan, kitapları 20'den fazla filme kaynaklık etmiş Amerikalı polisiye yazarı.


Çeviri: Metin Nart

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page