top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mark Twain- Jim Baker’ın Mavi Alakarga Hikâyesi

Hayvanlar birbirleriyle konuşurlar tabii ki. Bu husus kuşku götürmez. Ancak onların konuşmalarını anlayabilen çok az insan olduğunu düşünüyorum. Biri hariç bunu yapabilen başka kimseyi tanımadım. Bunu da kendisi söylediği için biliyordum. Bu orta yaşlı, temiz kalpli madenci, Kaliforniya’nın tenha bir köşesinde dağların, ağaçların ortasında türlü yaratık ve kuşlarla yaşarken onların seslerini, hareketlerini dikkatlice incelemiş, uzun gözlemlerden sonra hayvanların anlatmak istediklerini anlayabildiğine emin olmuştu. Adı Jim Baker’dı. Jim Baker’a göre bazı hayvanların dilsel bilgileri oldukça sınırlıdır ve kullandıkları basit kelimelerle neredeyse hiçbir kıyas ya da detaylı bir tasvir yapamazlar. Buna karşılık, zengin kelime dağarcığı ve dil hakimiyeti olan bazı hayvanlarınsa akıcı ve süslü bir iletişimleri vardır. Sonuç olarak bu ikinci gruptakiler uzun uzun konuşurlar ve bunu yapmayı severler. Çünkü yeteneklerinin farkındadırlar ve böyle “hava atmak” hoşlarına gider. Baker uzun ve dikkatli gözlemlerin neticesinde mavi alakargaların bu kuşlar ve yaratıklar arasında en iyi konuşanlar olduğuna karar vermişti.

Anlatmaya başladı: Mavi alakarga diğer bütün canlılardan farklıdır. Daha zengin ruh haline, diğer tüm canlılardan daha çeşitli duygulara sahiptir ve aklınızda bulunsun, bir alakarga hissettiği her şeyi dile getirebilir. Bu dil, bildiğiniz sıradan dillerden de değildir ha, daha çok, tıkırtılar çıkararak oluşturduğu başlı başına kitabi bir konuşmadır – aynı zamanda metaforlarla dolu– tüyler ürpertici değil mi! Ve dile hâkimiyete gelirsek, bir sözcüğe takılan bir mavi alakargaya asla rastlamazsınız. Böyle bir şeyi kimse görmemiştir. Kelimeler ağzından seri halde, öylece dökülür! Ve bir başka şey, güzel bir şey daha keşfettim, dil bilgisi hakimiyeti bir mavi alakarga kadar iyi olan ne bir kuş ne bir inek ne de başka bir canlı vardır. Kedilerin dil bilgisinin de iyi olduğunu söyleyebilirsiniz. Evet, kediler konuşmasını bilir, hele de bir kediyi heyecanlandırın da görün, geceleri çatıda iki kedinin dövüşürken çıkarttıkları sesleri duyduğunuzda nutkunuz tutulur. Cahil insanlar, kedilerin kavga ederken çıkardıkları gürültünün insanları çileden çıkardığını zannederler ama işin aslı farklıdır; kullandıkları berbat dilbilgisidir bu rahatsızlığın sebebi. Ama ben bugüne kadar bir mavi alakarganın kötü bir dil bilgisi kullandığını hiç duymadım ama nadiren de olsa böyle bir şey olduğunda, tıpkı bir insan gibi utanır, hemen çenelerini kapatıp orayı terk ederler. Alakarga için nihayetinde sadece bir kuştur diyebilirsiniz. Doğru, öyledir de, bir bakıma… Çünkü üzeri tüylerle kaplıdır ve bir kiliseye de bağlı değildir, kim bilir, ama diğer taraftan o da, senin benim kadar insandır. Niye olduğunu size söyleyeceğim. Alakargalar yetenek, içgüdü, duygu ve kendi menfaatlerinden mürekkeptirler. Ayrıca, ancak bir milletvekilinin sahip olabileceği kadar ilkeleri vardır. Bir alakarga yalan söyler, bir alakarga çalar, bir alakarga aldatır, bir alakarga ihanet eder ve her beş alakargadan dördü de, sözünde durmaz. Bir görevin kutsallığını hiçbir mavi alakarganın başına kakamazsınız. Şimdi tüm bunların ötesinde başka bir şey daha var: Bir alakarga, madenci beyefendilerin alayından daha iyi küfreder. Kedilerin küfredebildiklerini düşünüyorsunuz. Belki, bir kedi küfredebilir, ancak, bir mavi alakargaya onun gizli yeteneklerini açığa çıkaracak bir konu verin hele…N’oldu kedinize? Bana maval okumayın, bu konuda çok bilgiliyimdir. Ve bir şey daha var, şu önemsiz azarlama konusu – iyi, temiz, apaçık bir azarlama – mavi alakarga insani ya da ruhani herhangi bir şeyi mükemmel bir şekilde paylayabilir. Evet efendim, insan neyse mavi alakarga da odur. Bir alakarga ağlayabilir, bir alakarga utanç hissedebilir, bir alakarga olayları gerekçelendirebilir, planlayabilir ve tartışabilir, bir alakarga dedikodu ve skandalı sever, bir alakarga mizah duygusuna sahiptir, bir alakarga ne zaman tam bir pislik olacağını, tam olarak sizin gibi, belki de daha iyi bilir. Eğer alakargalar insan değillerse dükkânı kapatıp gidelim, o kadar. Şimdi size alakargalarla alakalı sonuna kadar doğru bir hakikatten bahsedeceğim.

Alakarga dilini doğru bir şekilde anlamaya ilk başladığımda burada küçük bir olay oldu. Yedi yıl önce bu bölgede benim dışımdaki son insan da çekip gitti. Evi hala durur – o günden beri tahta çatısıyla boş bir kütük ev – sadece büyük bir oda, daha fazlası yok, tavan yok, çatı kirişiyle zemin arasında hiçbir şey kalmamış. Bir pazar sabahı kulübemin önünde kedimle mavi tepelere bakıp ağaçlarda yapayalnız hışırdayan yaprakları dinleyerek, on üç yıldır haber alamadığım, orada, uzakta, Birleşik Devletlerdeki evimi düşünerek güneşleniyorduk. Bir mavi alakarga ağzında bir meşe palamuduyla, “Merhaba, sanırım bir şey buldum,” diye ortaya çıkıverdi. Konuşunca ağzındaki meşe palamudu düştü ve çatıdan yuvarlandı tabii ki, ama umursamadı, zira aklı henüz keşfettiği şeydeydi. Bu şey, çatıdaki bir budak deliğiydi. Başını bir tarafa doğru eğdi, gözünün birini kapattı, diğerini kodesten dışarı bakan bir sıçan gibi deliğe dayadı, sonra parlak gözleriyle yukarı baktı, kanatlarını bir ya da iki kere çırptı – anlarsınız ya, bu bir şükran ifadesidir – ve şöyle dedi: “Bu bir kovuğa benziyor, bir kovuk gibi konumlanmış, eğer bu bir kovuk değilse ben ne olayım be!” Sonra başını öne eğdi ve bir kez daha baktı, acayip eğleniyordu, yukarı doğru inanılmaz bir neşeyle baktı ve hem kanatlarını hem kuyruğunu çırparak, “Yok be, bu hiç de büyük bir delik değil bence! Gerçekten de şanslı günümdeyim! Gayet mükemmel gayet zarif bir kovuk,” dedi. Yere konup düşürdüğü meşe palamudunu aldı, getirip kovuğa bıraktı, yüzünde gülümsemeyle başını bir öne bir arkaya gururla sallarken donakaldı. Dinlemeye başladı, yüzündeki gülümseme usturanın buğulanması gibi yavaş yavaş silinip yerini tuhaf bir şaşkınlığa bıraktı. Sonra, “Düştüğünü niye duymadım ki yahu!” dedi. Gözlerini tekrar deliğe eğip uzun uzun baktı, başını salladı, havalandı, deliğin öbür tarafına kondu, o taraftan bakıp yine başını salladı. Bir süre inceledikten sonra doğrudan detaylara girdi – deliğin etrafında döndü durdu, her açıdan kovuğun içine baktı. Faydası yokmuş gibi çatının tepesinde düşünceli bir tavırla kafasının arkasını sağ ayağıyla bir dakika boyunca kaşıdı ve nihayet şöyle dedi: “Eee, bu beni aşar, orası kesin. Oldukça uzun bir kovuk olmalı amma velakin burada oyalanacak vaktim yok. İşimin başına dönmem lazım, -çalışma arzusu iyi bir şeydir– her türlü deneyelim bakalım.” Sonra uçup gitti, başka bir meşe palamuduyla döndü, tekrar içeri doğru attı ve ne olduğunu görmek için süratle deliğe bakmayı denedi ama çok geç kalmıştı. Bir dakika kadar deliğe baktı, sonra havalandı, iç çekip, “Lanet olsun, bu işten bir halt anlamadım, mümkün değil ama bunu tekrar deneyeceğim.” dedi. Başka bir meşe palamudu aldı, ne olacağını görebilmek için elinden geleni yaptı ama beceremedi. “Eee, ne bu şimdi, daha önce hiç böylesine rastlamamıştım, hiçbir fikrim yok aga, herhalde yeni bir kovuk türü bu.” Sonra delirme başladı. Biraz durdu, ardından çatının tepesinde büyülenmiş gibi bir aşağı bir yukarı yürüyüp başını sallayarak kendi kendine mırıldanmaya başladı, nihayet çileden çıkıp kendine lanet okumaya başladı. Bir kuşun böylesine küçük bir şeyi bu kadar ciddiye aldığını hiç görmemiştim. Kendini toparladığında deliğe doğru yürüyüp yarım dakika boyunca içine tekrar baktı ve şöyle dedi: “Anlaşıldı, sen uzun, muazzam bir kovuksun ama seni doldurmaya başladım ve yüz yıl da sürse, eğer seni doldurmazsam ben de ne olayım!” Yine gitti uçarak.

Ömrünüz boyunca böyle sıkı çalışan bir kuş görmemişsinizdir. İşine köle gibi sarıldı ve o iki buçuk saat boyunca o meşe palamutlarını o kovuğa bir yığma şekli vardı ki bu, o zamana kadar izlediğim en heyecanlandırıcı en sarsıcı sahnelerden biriydi. Bakmak için bile durmadan, sadece palamut yığdı ve daha fazlasını getirmek için habire gidip geldi. Eh, sonunda öyle tükenmişti ki kanatlarını zar zor çırpıyordu. Her gelişinde buzlu bir sürahinin dışı gibi terleyerek deliğe bir tane daha bırakıyor ve “Şimdi artık sanırım bu sefer seni doldurdum,” diyordu. Sonra eğilip deliğe bakıyor, başını kaldırdığında ise, ister inanın ister inanmayın, sinirinden yüzünün rengi solmuş bir halde oluyordu. “Bir aileye otuz sene yetecek palamut taşıdım ama o palamutlardan bir tanesine dair bir iz görebilirsem eğer, o dakika öleyim de vücudumu talaşla doldurup bir müzede sergilesinler,” dedi. Ancak çatıya tırmanıp sırtını bacaya dayayacak kadar gücü kalmıştı ki, işte o andan sonra düşüncelerini toplayıp zihnini boşaltmaya başladı ve bir saniye içinde anladım ki madencilerin küfürbazlıklarını fazla abartıyormuşuz.

Başka bir alakarga oradan geçiyordu ki bizimkinin ettiği duaları duyup, neler olduğunu öğrenmek için durdu. Dertli alakarga ona başından geçen her şeyi anlattıktan sonra ekledi, “İşte kovuk orda, bana inanmıyorsan git kendin bak.” Bunun üzerine bu vatandaş gitti, baktı, geri geldi ve “Oraya kaç tane attın,” diye sordu. Bizim zavallı, “İki tondan az değildir şerefsizim,” dedi. Öbürü tekrar gidip baktı. Olayı çözmüş gibi görünmüyordu, bunun üzerine bir çığlık attı ve üç alakarga daha geldi. Hepsi birlikte kovuğu incelediler ve alayı teker teker bizim zavallıya olayı tekrar tekrar baştan anlattırdılar, sonra hep birlikte tartıştılar ve ortalama bir insan kalabalığının yaptığı gibi çok sayıda aptalca fikir öne sürdüler. Daha fazla alakarga çağırdılar, sonra daha fazla, daha daha fazla; ta ki çok kısa zamanda tüm bölge masmavi olana kadar. Beş bin tane falan olmalıydı ve elbette, daha önce hiç duymadığınız kadar çene çalma, tartışma, kavga ve küfür vardı. Sürüdeki her alakarga kovuğa gidip gözünü dayıyor, ortadaki gizem hakkında, kendisinden önceki alakargadan daha salakça bir fikir öne sürüyordu. Evi de, en baştan itibaren, hep birlikte incelediler. Evin kapısı yarıya kadar açıktı ve nihayet, yaşlı bir alakarga gidip aralıktan içeri baktı. Elbette yanlışlıkla gizem mertebesine çıkardıkları şey bir anda çözüldü. Her yerde meşe palamudu vardı. İhtiyar kanatlarını çırptı ve seslendi “Hey millet, buraya gelin buraya. Herkes buraya gelsin. Bu mal var ya, bütün evi palamutla doldurmaya çalışmış!” Hepsi mavi bir bulut gibi süzülerek yere indi ve her biri tek tek kapıda beliriyor, içeri bakıyor, bizimkinin yaptığı şeyin tüm saçmalığını anlıyor ve gülmekten nefesi kesilip sırt üstü düşüyordu. Sonra başka bir alakarga gelip onun yerini alıyor ve aynısını yapıyordu. İşte bayım, evin tepesinde, ağaçların üzerinde bir saat boyunca uçuştular ve insanlar gibi kahkahalar attılar. Bana mavi alakargaların mizah duygusu yoktur demenin bir faydası yok, çünkü ben bu konuyu iyi biliyorum. Ha, bir de hafızaları. Üç yıl boyunca her yaz, Birleşik Devletlerin her yerinden, sırf o kovuğa baksınlar diye, bütün alakargaları oraya getirdiler. Hatta diğer kuşları bile.

Nova Scotia’dan Yo Semite’e ziyaret için gelen ve geri dönüş yolunda bu evi ziyaret eden bir baykuş hariç, hepsi olayı anladı. Baykuş bunun hiç de komik bir tarafının olmadığını söyledi. Gerçi o baykuş, zaten Yo Semite’den de çok hoşlanmamıştı.


Mark Twain

Çeviri: Hüseyin Kılıç – Süleyman Samancı

Son Okuma: Metin Nart



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page