top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Nihat Kopuz- Yetmiş Beş Milyon ve Şiir...

Ya da Ölümcül Kahkaha

Kumsalda güneşleniyorum. Deniz hemen önümde sonsuz boşlukta uzanıyor. Elimde gazete var ama ben dalgaları sayıyor, çıkardıkları sesleri dinliyorum. Ötemde iki kadın uzun, biçimli bacaklarını uzatmış enerjik halleriyle konuşup duruyor. Onların önünde bir çocuk kuma eğilmiş, kamyonun kasasını plaj kumuyla dolduruyor. Çeyrek saattir aynı işi yapıyor. Önce kamyon kasasını dolduruyor, sonra boşaltıp tekrar doldurmaya başlıyor. Böyle sakin sakin kendi halinde iş görürken birden kum dolu küreği havaya fırlatıyor. Kum tanecikleri kadınların üzerine acımasızca hücum ediyor.

“Anselmo,” diyor kadınlardan biri İngilizce, “lütfen, daha dikkatli olur musun?”

Anselmo’nun umurunda değil kadının bu uyarısı. Kendi işine dönüp neşeyle devam ediyor. Şimdi denize biraz daha yaklaşıp ıslak kumlarla oynamaya başlıyor. Daha ağır bu kumlar. Onun da daha hoşuna gitmiş olmalı. Bir çeyrek saat de orada oyalanıyor. Sonra koşarak annesinin yanına dönüyor Anselmo. Kamyonunu denize yakın iş alanında bırakmış. Elini kadına değdirerek, “Bu kumlar çok ağır, kamyonumu yanınıza kadar taşıyamıyorum,” diyor. Kadın, Anselmo’yu duymuyor bile. Öteki kadına anlatmaya devam ediyor. Anselmo da onlardan umudunu keserek kamyonunun yanına dönüyor. Elimdeki gazeteyi kenara bırakıp çocuğun yanına gidiyorum.

“Benim yardımcı olmamı ister misin?”

Çocuk şüpheyle beni süzüyor. Hayır anlamında kafasını iki yana sallıyor. Üzgün bir yüz ifadesi takınmış.

“Neden?” diyorum, ona ilgi göstererek.

“Siz öğretmenler sıkıcı oluyorsunuz.”

“Ben öğretmen değilim ki!”

“Siz büyükler hep öğretmen değil misiniz?”

“Hayır, bunu nereden çıkardın?”

“Annem öğretmen.”

“Hangisi annen?”

Az önceki kadını işaret ediyor. Kadın da dönüp bize bakıyor. Kalkıp yanımıza doğru yürüyor. Benim konuşmama fırsat vermeden ekliyor Anselmo.

“Okulu hiç sevmiyorum, oraya gitmeyi hiç istemiyorum.”

“Ama okula gitmezsen okumayı öğrenemezsin,” diyorum ona.

“Bu saçma!” diyor. Öfkeyle kumu kasadan boşaltmaya başlıyor. Kadın yanı başımızda. Sesleniyor. “Özür dilerim, sizi rahatsız etti sanırım?”

“Hayır, aksine ben Anselmo’yu rahatsız etmiş bile olabilirim.”

“Huysuzdur.”

“Çok sevimli.”

Kadın gülmekle yetiniyor. Çocuğa dönüp, “Hadi,” diyor, “kasayı tekrar doldur da taşıyalım beraberce.”

Çocuk, boşalttığı kumları tekrar kasaya doldurmaya başlıyor. Kadın da gözlerini çocuğa dikmiş, öylece bekliyor.

“Amerikalı mısınız?”

“Evet,” diyor, “uzun, yorucu bir yolculuktu. Siz peki?”

“Türkiye.”

“Öyle mi?” diyor kadın, “o halde ilk defa bir Türk’le konuşmuş oluyorum.”

“Kardeşiniz mi?” diyorum, öteki kadını işaret ederek.

“Evet,” diyor, “sanırım anlaması güç olmuyor?”

“Evet, bir hayli benziyorsunuz.”

“O daha güzel.”

“Tartışılır.”

Gülüyor ama cevap vermiyor.

Anselmo, “Kamyon işi tamam, gidebiliriz,” diyor. Kadın bana dönüp hoşça kal işareti yapıyor. Kamyonu ikisi birden ittirerek yerlerine dönüyorlar. Kadının kamyonu sürüklerken çektiği numara görülmeye değerdi. Bunu düşünüp şezlonguma dönüyorum.

Corriere della Sera gazetesini tekrar elime alıyorum. Bu sefer okuma niyetindeyim. Milano’da basılan bir gazete Sera. İtalo Calvino’yu konu alan bir köşe yazısı barındırdığından dün Milano’da almıştım gazeteyi. Peşimde plaja dek sürükledim. Az önce yaşananları kafamdan kovup yazıya odaklanıyorum. Görünmez Kentler’den bahsediyor.

Calvino, Görünmez Kentler’de, biz dünyadan sıkılan akıllı okurlara ikinci bir yaşamın kapısını açar,” diyor köşe yazarı. Yazarın bu iddialı cümlesini düşünürken Anselmo burnumun dibinde bitiyor.

“İnandım sana,” diyor, “sen öğretmen falan değilsin.”

“Öyle mi? Bak buna çok sevindim.”

“İstersen arkadaş olabilirim senle.”

“İsterim.”

“O elindeki ne?”

“Gazeteyi mi soruyorsun?”

“Hayır, gazeteyi biliyorum. Niye öyle tuhaf?”

“Tuhaf olan ne?”

“Sen hiç anlamıyorsun! Kelimeler niye öyle?”

“İtalyanca da ondan.”

“Oteldeki tuhaf adamlar gibi mi?”

“Evet, İtalyan o adamlar da.”

“Sen de İtalyan mısın?”

“Ben Türk’üm. Türkiye’denim.”

“Hiç duymadım. Nerede orası? Amerika’da mı?”

“Hayır değil.”

“Burada mı?”

“Burada da değil.”

“Nerede o zaman?”

“İstanbul’da.”

“Onu duydum.”

“İstanbul’u mu duydun?”

“Evet, duydum. Kamyonu doldurmaya şu ıslak kumlara gidelim mi?”

“Gidelim.”

Kamyonu kumla doldurup kadınların uzandığı şezlonga kadar taşıyoruz. İki kadını da nazikçe selamlayıp çocukla ile ilgilenmeye devam ediyorum bir süre. Kamyondaki ıslak kumu şimdi boşaltıyoruz. Anselmo’nun teyzesi sesleniyor.

“Anselmo sizi bir hayli yoruyor olmalı, alın şunu.”

Bir şişe soğuk birayı bana uzatıyor. Kapağını çevirip birkaç yudum alıyorum.

“Hiç de yorucu bir çocuk değil, üstelik eğlenceli de.”

“Bir de bana sorun,” diyor annesi, “sadece dört saat uyuyor inanabiliyor musunuz?”

“Alışık olmalısınız böyle durumlara, Anselmo öğretmen olduğunuzu söyledi.”

“Öyle mi dedi? Ah uydurukçu çocuk. Büyüklerin hepsini öğretmen zannediyor.”

Ben bir cevap hazırlarken diğer kadın ayağa kalkıyor. Otele geçmesi gerektiğini söylüyor. Aralarında bir süre konuşmaya dalıyorlar. Odada buluşmayı kararlaştırıyorlar sonunda. Anselmo koluma asılıyor, beni tekrar ıslak kumların yanına götürmeye çalışıyor. Annesi çocuğa dönüp onu uyarıyor, o da biraz öfkeyle de olsa kamyonuyla birlikte ıslak kumlara doğru yol alıyor. Birden baş başa kalmamız tuhafıma gidiyor. Düşüncelerden sıyrılıp kadına odaklanıyorum.

“Sevdiniz mi İtalya’yı?”

“İlk defa geliyorum. Evet, çok sevdim. Ya siz?”

“Ben sık sık gelirim. Canım sıkıldıkça gelirim.”

“Canınız sıkıldıkça mı? Özür dilerim tekrar ettim, çünkü ilgimi çekti.”

“Sık sık gelmem mi?”

“Evet, insanlar canı sıkıldıkça istedikleri yere gidemezler değil mi? Elbette bir mirasyedi değillerse.”

Bir kahkaha attım. “Tam da üzerine bastınız,” dedim, “ben bir mirasyedi sayılırım.”

“Ooo,” dedi kadın, “çok şanslıyız demek ki.”

“Bilmem ki,” dedim, “hepsi bir benim için. Öyle ya da böyle süremi doldurmaya çalışıyorum.”

“Anlıyorum. İnsanın canı her zaman sıkılıp durur. Hangi halde olursa olsun. Siz de sıkıldıkça geziyorsunuz.”

“Aslında tam öyle değil. Geziyorum ve yazıyorum.”

“Demek yazarsınız. Var mı basılı kitaplarınız?”

“Hayır, ben kendime yazıp duruyorum. Hepsi bavulumda.”

“Demek bavulunuzda bir hazine saklı.”

“Hazine mi? Bilmem ki bundan emin değilim açıkçası.”

“Bavulunuzu karıştırmak isterdim doğrusu.”

“O halde bir akşam yemeğine ne dersiniz?”

“Neden? Bana şiir mi okumak istiyorsunuz?”

“Neden olmasın? Sekizde lobide buluşalım, ne dersiniz?”

“O halde anlaştık galiba.”

Sonra arkasını dönüp oğlunun iş alanına doğru yürüdü.

Anselmo, ayağına köpükler vururken bir eliyle dolu kamyonunu işaret ediyor, diğer eliyle de bana el sallıyor. Ona el sallayarak ayrıldım kumsaldan.


***

Otelin lobisinde vaktinde buluştuk. Hazır edilmesi için saatler önce istekte bulunduğum restorandaki masaya gitmek için ona yol gösterdim.

“Nerede? Uzak mı?”

“Hayır,” dedim, ışıltı saçan görüntüsüne bakarak. “Hayır, sadece birkaç sokak arkada kalıyor.”

“İtalya’da bir gece yürüyüşü kadar şahane kaç şey olabilir yaşamda değil mi? Üstelik tanıdığım ilk Türk’le.”

Mutlu bir yüzle ona tekrar yol gösterdim. Dışarıda gerçekten de rüya kadar büyüleyici bir tabloyla karşılaştık. Birkaç sokak boyu konuşmadan yan yana yürüdük.

Hafif Akdeniz yemeklerinden birkaç çatal alıp şaraptan da birkaç yudum tadınca daha sevecen görünmeye başladı.

“Yemek size yarıyor,” dedim.

“Hangi konuda?”

“Mesela güzel birkaç parça yemek sizin bütün çehrenizi değiştiriyor.”

“Evet,” dedi, “lezzetli yemekler beni mutlu eder. İşe yarar demek istiyorum. Ama boş verin. Bu akşam sizi dinlemek üzere anlaşmıştık.”

“Ciddi değilsiniz sanırım. Gerçekten şiir okumamı mı istiyorsunuz?”

“Elbette ciddiyim. Edebiyatı severim. Yalnız sizi zorlamak da istemem. Şu ânı uygun bulmuyorsanız başka bir zamanda da olabilir.”

“Demek edebiyatla ilgilisiniz. O halde size zor bir soru sorayım. Hazır mısınız?”

“Sorun, lütfen.”

“O halde sıkı durun. Klasik bir soru aslında. Komik bulmayın lütfen.”

“Hadi sorun ama, merakta bıraktınız.”

“Peki. Issız bir adaya düşseniz ve yanınıza tek bir kitap alma hakkınız olsa bu hangisi olurdu?”

“Kesinlikle tek bir kitap mı?”

“Evet, kesinlikle tek bir eser.”

Bir süre düşündü. Önündeki mezelerden küçük bir parça ağzına attı ve bir yudum şarap aldı.

“Bu çok zor bir soru. Öyle bir an gelse fikrim değişir mi bilmiyorum ama şu an içimden Arsen Lüpen demek geldi.”

“Arsen Lüpen mi? Oldukça ilginç bir seçim. Peki serinin hangi kitabı?”

“Kibar Hırsız”

“Kibar Hırsız,” diye tekrarladım geveler gibi.

“Bakıyorum da oldukça şaşırdınız,” dedi kadın. “Madam Bovary falan dememi mi bekliyordunuz ya da Jane Eyre?”

“Belki beklediğim buydu ama böylesi de hoş. Demek polisiyeye ilgi duyuyorsunuz?”

“Evet, hiç de zannettiğiniz gibi biri değilim.”

“Anlamadım? Hakkınızda ne düşündüğümü zannettiniz?”

“Duygusal ve çocuk sahibi bir dul.”

“Anselmo?”

“Annesi değilim? Arkadaşım olan kadın da onun teyzesi değil.”

Şaşırıp kalmıştım. Anlam veremedim bir süre. Anselmo’nun annesi değildi bu kadın, diğer kadın da teyzesi değildi. Kafamı toparlamaya çalıştım.

“Ben de bir kanun kaçağıyım öyleyse,” dedim şakayla.

“Biliyorum,” dedi kadın.

“Neyi biliyorsunuz?” dedim.

“Bir kanun kaçağı olduğunuzu biliyorum.”

“Şaka yapmıştım.”

“Evet, şaka yapmıştınız ama gerçekte de bir kanun kaçağısınız.”

“Hayır,” dedim, “bir mirasyediyim ben.

“Hayır,” dedi, “herkesin mirasyedi olarak tanıdığı bir kanun kaçağısınız siz. Ben her şeyi biliyorum.”

“Şaka mı yapıyorsunuz?” dedim.

“Hayır, biliyorum.”

“İspatlayın o zaman?”

“İstiyor musunuz bunu?”

“İstiyorum, ispatlayın!”

“Heyecanlanma. Sakince beni dinle.”

“Dinliyorum.”

“Odanda aşağı yukarı elli milyon dolar olmalı. Doğru mu?”

“Birkaç milyon deseydin bulabilirdim. Ne de olsa mirasyediyim.”

“Çok daha fazla. En az elli milyon olarak tahmin ediyorum.”

“Komik oluyorsunuz. Bırakın artık dalga geçmeyi.”

“Dalga geçmiyorum ki! İsterseniz daha inandırıcı olabilirim.”

“Dinliyorum.”

“Otele cumartesi günü üç bavulla geldiniz. İkisi siyah biri kırmızı. Üçü de ağzına kadar para dolu.”

Cevap vermeden sıkıntıyla iç çektim.

“Polis misiniz?”

“Hayır.”

“Peki, ne olacak şimdi?”

“Yemeğimizi yemeye devam edeceğiz.”

“Sonra?”

“Margareta şu an odadan çıkmıştır. Sana on milyon bırakmayı kararlaştırdık. İstersen bu on milyonla mirasyedi hayatına devam edebilirsin. İstersen topluca hapse gidebiliriz. Kararın nedir?”

“Yemeğe devam etmek istiyorum.”

“Sen oldukça akıllı bir adamsın,” dedi.

Kafamı salladım, çatalı önümdeki tabakta duran antrikota Türk usulü hızlıca geçirdim. Ağzıma götürdüğümdeyse hiç iştahım olmadığını fark ettim.

“Merak ettim,” dedi, “ne kadar vardı odada?”

“Yetmiş beş milyon ve şiirler,” dedim.

“Vay canına,” dedi.

Sonra, gözlerimin içine bakarak hiçbir zaman unutamayacağım o şeytansı kahkahasını attı.


Nihat Kopuz

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page