top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Selvi Danacı- Akmak

“Sevgi Soysal’ın evi değil mi bu?”

“Evet, Yürümek romanını burada yazmış.”

“Keşke daha fazla olsa.”

“Neden?”

“Bir anlamı, değeri olan şeylerden. Bu şehirde yeterince yokmuş gibi geliyor.”

Gerçekten de yoktu. Değerli olan şeyler ya bir güzellik salonuna dönüştürülmüştü ya da üzeri asfaltla kapatılmış, şimdi güzellik salonu olan yerin bulunduğu köşedeki rögar kapağının altından akıyordu. Şehir sakinleri dile getirilmeyen ama herkesin altına imza attığı bir sessizlik sözleşmesine biat ediyor, şehri güzel kılan her şeyin üzeri bir ayıp gibi örtülürken sesini çıkaramıyordu. Sözleşme gereği gökdelen yığınına dönüştürülen yeşil alanlardan, üzeri kapatılan ve kanalizasyon hatlarına bağlanan derelerden, yıkılıp yerine otopark yapılan tarihi yapılardan bahsetmek yasaktı. Bu yasağı çiğneyen olduğunda kaldırımlar, binalar ve otoparklar durumu yetkililere bildiriyordu. Yetkililer de gereği neyse yapıyor, sözleşmeye aykırı davranan suçluları para cezası veya kamu hizmetiyle cezalandırıyordu. Tüm şehir kendisine dayatılan sessizliği ve bu sessizliğin beraberinde getirdiği tek renkliliği uysal bir şekilde sineye çekmişti.

Fakat ılık bir ilkbahar sabahı, açıklaması güç, oldukça tuhaf bir şey oldu ve tüm bu sessizlik son buldu. Oldukça sıradan bu çarşamba sabahında şehrin kaderini değiştiren bu olağanüstü olay tam da şehir merkezinde kalan tek parkta, parkın ortasında yetkililerin ve kaldırımların dikkatini çekmeden sızıntı şeklinde akan su yolunda gerçekleşti. Yaşlı adam ve kadın sabah yürüyüşlerini tamamlamak üzereydi. Sevgi Soysal’ın evinden başlayan yürüyüş parkta, su yolunun az ötesindeki bankta bitmişti. İkisinin de aklında kadının az önce söyledikleri vardı, ama bunun üzerine daha fazla konuşmaya çekinmiş, sessizce yürümeye devam etmişlerdi. Banka oturduklarında sabah serinliğiyle usul usul sallanan kavak ve kestanelerin hışırdayan yapraklarından, yeni günü selamlayan kuşlardan ve belli belirsiz akan suyun fısıltıyı andıran sesinden başka hiçbir şey duymuyorlardı. Şehirdeki sayılı yeşil alandan biriydi burası. Çok geçmeden de bir otoparka dönüştürülecekti. Kuşlar kendilerine yeni bir yuva arayacak, kestane ağaçları masif ahşap olarak birilerinin evini süsleyecek, akan su ise şehrin kanalizasyonuna bağlanacaktı. O sırada adam ve kadın zihinlerini kurcalayan, ama bir türlü söze dökemedikleri bu konuyu bir kenara bırakıp kuşları, kavağı ve suyu dinlemenin kendileri için daha iyi olacağına karar kıldılar. Fakat bir süre sonra beklenmedik bir şey oldu. Tam olarak ne olup bittiğini anlamayan kadın oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanmaya başladı.

“Suyun basıncını mı artırdılar?”

“Mümkün değil. Ciddiye aldıkları bir su kaynağı değil ki bu. Yoksa bırak basıncını artırıp azaltmayı, şimdiye kadar çoktan üzerini asfaltla kapatırlardı.”

İstemsizce güldü adam. Sonra kaldırımlar duyar diye korkup sustu. Ama ses onun da dikkatini çekmişti. Dikkate alınmayacak gibi değildi. Kulaklarını da çenesi gibi kapatamazdı ya. Gerçekten de suyun sesi geldikleri andan beri daha gür çıkmaya başlamıştı. Kimsenin onları izlemediğinden emin olduktan sonra merakla sesin kaynağına yaklaştılar. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan oldukları yerde kalakaldılar. Su dizginlenemez bir hızla akmaya başlamıştı. Sanki adamın az önce söylediklerini kaldırımlar değil de su duymuştu. Saniyeler içinde o kadar hızlandı ki, korkup bir adım geri çekilmek zorunda kaldılar. Fakat bu korkunun sebebi suyun akış hızından çok, aktığı yöndü.

“Ben mi delirdim yoksa …”

“Hayır delirmedin. Su gökyüzüne doğru akıyor!”

Evet, dört nala koşan bir yılkı atını andıran su, koca parkın ortasında ileri ya da aşağı yönde değil, yukarı doğru akıyordu. Korkmuş her insanın yapacağı gibi gördükleri şey karşısında paniğe kapılıp parktan hızla uzaklaştılar. Ancak eve vardıklarında kaçmanın bir anlamı olmadığını fark ettiler, çünkü çok geçmeden gökyüzünün ortasında koca bir nehir akmaya başlamıştı. Kimsenin dikkatini çekmeyen bu ufak su sızıntısı dakikalar içinde bir nehre dönüşmüştü, bir gökyüzü nehrine. Tüm şehir başını kaldırmış, göğe bakıyordu. Kimsenin neler olup bittiğine dair en ufak bir fikri dahi yoktu. Bulutlar ve bahar güneşi hala yerinde duruyor, kuşlar nehrin etrafında manevralar yaparak gökyüzünde rahatça uçuyor, kimsenin başına tek bir damla bile düşmüyordu. Olduğu yerde yalnızca akıyordu nehir. Bir tek gökyüzüne uzanan binalar gözden kaybolmuştu. Birkaç dakika içinde üzerine konuşulacak ya da sessiz kalacak bir gökdelen kalmamıştı koca şehirde. Nehir hepsini paramparça edip ortadan kaldırmıştı.

Parka girişler yasaklandı önce. Yetkililer nehrin izini sürüp asıl kaynağı bulmaya çalıştı ama bu esrarengiz nehir sanki yoktan var olmuş, parkın ortasına kök salmış gibiydi. Kaynağı kurutmayı denediler sonra. Fakat nehir, yerleştirilen drenaj borularını, örülen beton yığınını her seferinde parçalayıp daha coşkun bir şekilde akmaya devam etti. Başına ödül konmuş azılı bir suçluymuşçasına kaynağı kurutmayı başarana para ödülü vaat edildi. Hiç kimse nehri alt edemedi. Her denemede suyun basıncından kemikleri kırılan ya da boğulan işçiler ve maceraperestler yüzünden yetkililer bir süre sonra nehre karşı verdikleri savaştan vazgeçtiler. Direnmek nafileydi.

İlk günlerde tüm şehre korku salan bu gökyüzü nehrine bir müddet sonra herkes alıştı. Şehir hiç durmadan akan nehrin sesiyle doldu. Ne trafik ne de inşaat gürültüsü kaldı kulaklarda. Çok geçmeden korkunun yerini sevgiyle karışık tuhaf bir kabulleniş aldı. Bunun belki de en büyük sebebi nehrin kendisini durdurmaya çalışanlar dışında kimseye zarar vermiyor olmasıydı. Herhangi bir hava olayını da engellemiyordu. Güneş şehri ısıtmaya, bahar yağmuru ise kaldırımları parlatmaya devam ediyordu. O ise yalnızca akıyordu.

Şehir sakinleri nehrin sayesinde günün her saati, yılın her mevsimi gökyüzünde ayrı bir görsel şölenin keyfini çıkarmaya başladı. Baharda güneşin ılık ve parlak ışınları nehirden geçerken kırılıyor, sonsuz bir gökkuşağı oluşturuyordu. Kışın ise devasa bir bulut gibi gökyüzünü kaplayan nehir tüm şehri peri masallarını andıran bir karlar ülkesine çeviriyordu. Gündüzleri insanlar kafalarını kaldırıp göğe baktıklarında gördükleri bin bir çeşit balık ile rengarenk yosunların donattığı büyülü bir dünya oluyordu. Geceleri ise milyonlarca yıldız nehrin akıntısında dans ediyor, eşi benzeri olmayan bir tablo gibi şehre göz kırpıyordu.

Böylece nehrin şehre bahşettiği tüm bu büyülü anlar sayesinde insanlar korkularından sıyrılıp nehri sevmeyi seçtiler. Böylece dünyanın bütün renklerini içinde toplayan gökyüzü nehri bu tek renkli, sessiz şehrin en değerli, en vazgeçilmez parçası haline geldi.

Ve nehrin sesi şehrin sesi oldu, doğurduğu gökyüzü ise şehrin rengi…


Selvi Danacı

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page