top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Tülay Oğuzveren- Aynanın Dökülen Sırları

Ne zamandan beri var olduğumu hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, dünya denen şu yerde, insan denen varlıklar içerisinde ve ev denen dört duvar, bir çatı altında çok zaman geçirdiğim. Yorgunum. Dünya tek midir, nasıl bir şeydir bilmem de ev ve insan çeşit çeşittir onu çok iyi bilirim. İkisinin de hem güzeli hem çirkini vardır. İkisinin de mis ve pis kokanı. Hele insanların iyisi, kötüsü, süslüsü, pasaklısı, yalancısı, vicdansızı, öfkelisi, sevdalısı… Böyle ayırt ettiğime bakmayın, insanlar öyle çok benzerler ki birbirlerine. Doğarlar, ağlarlar, gülerler, yerler, içerler, severler, söverler, unuturlar, unutulurlar, hastalanırlar, yaş alırlar, yaşlanırlar, çökerler, hiç ummadıkları bir anda dönmemecesine göçüp giderler. Ölümsüz olduğunu sanıp o şekilde yaşayanını çok gördüm de yok olup gitmeyenini hiç görmedim. Ben her birinin ne olduğunu şıp diye gözlerinden anlarım, ruhlarını okurum. Yanılıp da bana bakmaya görsünler. Ki bana bakmadan ne ev sakinleri ne de misafirleri durabilir. Geçemezler öylece önümden, geçip gidemezler. Bilmeseler de ben onların en büyük sırdaşıyım.

Sakinlik, dinlenmek, geçmişi yâd etmek benim de hakkım. Ama her duvarında küfür çınlayan bu evde ne mümkün. Bazen o eski güzel zamanları hatırlamak, geçmişte biraz gezinti yapmak istesem de, sayelerinde unutmak istediğim o kahır dolu ilk yıllarım gelir aklıma. Pırıl pırıl olduğum, çok yüzler görüp henüz eskimediğim, eskitilmediğim, insanoğlunun hallerine ağıt yakmadığım zamanlar. Yağız bir delikanlının eseriyim ben. Çerçevemin her bir detayını sevgiyle yontmuştu. Her bir kıvrımında gönlündeki kızın gece karası dalgalı saçlarını düşünüp, bir türkü eşliğinde onları okşarcasına zımparalamıştı. Bana her baktığında, “Çok şanslısın, rüyalarımda görmek için yalvardığım, yakında ailem olacak kızı sen artık her gün göreceksin. Sana bakıp kırmızılık sürecek, saçlarını tarayacak, işten gelişimi beklerken birlikte karar vereceksiniz hangi entariyi giyeceğine,” demişti. O heyecanlı, ben ondan daha da heyecanlıydım. Beni koyduğu bir tahta divanın altında bende onunla gün sayıyordum. Ama o gün gelmek bilmiyordu. Görmesem de duyuyordum. Delikanlı her konuyu açtığında, “Onlarla biz aynı insanlar değiliz, peygamberlerimiz bile farklı, o kız bu eve gelin gelemez,” deniyordu. Birlikte çok sabrettik. Bir gün beni divanın altından alıp karşıma geçtiğinde, tamam demiştim işte muradına erdi, o gün geldi. Oysa o, bir not kâğıdına, “Gece saçlım yoksa ben de yokum demiştim, bu ayna tek can yoldaşım Hüseyin’ e düğün hediyemdir,” yazıp yapıştırmıştı önüme. Sonra da bana acımadan, kendine ise hiç acımadan bir urganda sallandırmıştı bedenini. O görüntüsü ne yapsam da hafızamdan silinmedi. Hediye edilen o evde, onun hayallerinin tam tersine, evin hanımının her gün bana baktığında yüzündeki morlukları gördükçe benden nefret ettiğini, adımı uğursuz aynaya çıkardığını o hiç bilmedi.

“Nurdan! Nurdaaan! Ay kime sesleniyom ben? İyice vurdumduymaz oldu bu kız. Dayak arsızı oldu dayak! Dövsem de fayda etmiyor ki artık. Babasının kızı ne olacak! Geniş doğmuş geniş! Armut piş ağzıma düş! Kız Nurdan kalk artık, kahvaltı hazır hanımefendi hazretleri. En sonunda bu işten de atacaklar seni. Hadi kalk, kardeşini de kaldır. Huuu!”

“Ben kalktım bile annem, yüzümü yıkayıp saçımı bile taradım. Bak nasıl olmuş?”

“Ah benim güzel oğlum, Gül yüzlü, güneş gözlü oğlum, maşallah suphanallah yine pek yakışıklıymış bu sabah. Okula gitmeden bir ada çayı tütsüleyeyim, bir okuyup üfleyeyim bebek yüzünü de ellerin nazarına gelmeyesin maazallah.”

İşte başladılar yine, gel de o eski zamanları özleme. Ben hariç her şey değişti. Ah o eski günler, kabarık rengârenk elbiseler, ellerde dantel eldivenler, şapkalarda tüller, cep saatli yelekler, kolalı gömlekler, dillerde beyefendi, hanımefendiler, bakmaya, dinlemeye doyamazdım onları. Zaman, bana basit görünen şeylerin aslında ne kadar kıymetli olduğunu her geçen gün daha fazla hatırlatır oldu. Mesela, o zamanlar kimseleri yatak kıyafetleri ile görmezdim. Şimdilerde evde herkes pijama denen o şeylerle geziyor. Gelen komşu bile onlarla geliyor bir kahve içimine. Herkesin hep acelesi var. Ya aceleden ya da ellerindeki o ekrandan fırsat bulup da bakmıyorlar doğru düzgün yüzüme. Hakkını yiyemem gerçi, bir tek evin oğlu bana bakmayı seviyor. Her fırsatta karşıma geçip üstüne başına, kaşına kirpiğine, dudağına, dişlerine kadar inceliyor. Annesinin dediği, babasının sevdiği kadar var. Güzel çocuk vesselam, içi de dışı gibi güzel, samimi, saf kalpli. On numara beş yıldız çocuktur ya, bir tek geceleri yatağını ıslatma huyu olmasa. Babasından korkup her kaçtığında bir de dayak yemese dünyanın en mutlu çocuğu valla.

“Sıdıka çay yok mu bize lan! Kahvaltı etmicem, midem kötü. Nurdan’la yolla bir demli çay buraya.”

“Zıkkım içesice. Sanki hangi sabah baba gibi oturmuş ki sofraya bugün yemeyecekmiş paşazadeleri. Kıçımın paşası. Pis ayyaş ne olacak. Tamam, tamam getiriyoz şimdi! Aman sen kalkma yerinden, keyfine bak!”

“Al oğlum şunu götür babana da zıkkımlansın. O kör olasıca ablanı da kaldır iki lokma yesin, hırgür çıkmadan bir an evvel çıkalım şu evden.”

“Lan Sıdıka! Oğlanla mı yolladın çayı yine? Karı kılıklı yaptın hepten he. Titrek elli, bardağın yarısını tabağına akıtmış yine. Hele hele surata bak! Allah sanki o fazlalığı yanlışlıkla koyuvermiş oraya. Hahaha ne erkek ama! O sürtük kızın kalkmadı mı hala? Beşik mi salladı? Kendini mi elledi sabaha kadar ha? Sen ver, bunlara yüz ver, bak ne çiçekler açacaklar başına!”

“Sabır, ya sabır! Yarabbi sen bana sabırların en büyüğünü ver. Hadi oğlum sen bakma babana, titreme de öyle ama ya, bilmiyon mu huyunu? Git ablana, anam terlik, süpürge artık eline ne geçirdiyse gelecekmiş yanına de, sonra da al çantanı çık, sen bari geç kalma dersine.”

İşte yine bana bakarak geçiyor önümden. O kısacık zamanda bile nasıl süzüyor kendini. Hiç görmediğim bir bakış bu, hani erkeğimsi, çapkın bir bakış değil de nasıl desem hah Nurdan gibi, yani şey işte, işveli, cilveli. Efe denmiş adına ama pek efe gibi olmayacak bu cılız çocuk belli. Ablasını bir an evvel kaldırsa da cam, kapı, bardak, çanak kırılmadan gidiverseler evden. Hayır, bir gün o oturan boğa elindeki kadehi bana da fırlatacak diye çok korkuyorum valla. Bulunduğum en kötü evlerden biri olsa da parçalanmaktan iyidir. Kötüyü düşünmezsem bu anımın kıymetini bilemem değil mi? Daha iyilerini, daha iyi günlerimi düşünüp moralimi dibe vurmayalı çok oldu. Hem üzüntüden çat diye çatlayabilirim, olur ya olmaz mı hiç. Buna olgunluk diyorlarmış, dile kolay kaç yıl devirdim şu âlemde. Bu olgunluk denen şey en çok da bana yakışır yani.

“Kız Sıdıka gelirken bir ufak rakı al, çok kazanırsan büyüğünden al. Akşama dayanmaz biter bu meret zaten az kalmış.”

“Pis mendebur. Köpek öldüren şaraplardan içse incileri dökülecek haspanın. Geberemedi gitti onca içkiye, tütüne karşı. Sen gör bari Allah’ım bizim başımızı yiyecek ya eninde sonunda, öyle rahat edecek bu adam. Tamam tamam alırım, sen verdiğim parayı çar çur etme, o elektrik faturasını öde, alacaklar bugün yarın saati yoksa.”

Çok şükür uzun zaman sonra hiç kimse yok evde. Sessizliğin keyfini çıkarıyorum. Hani şu eski zamanlardaki evlerde dinlediğim müziklerden de olsa ne iyi olurdu. Neydi adları? Köprüden geçti gelin, benzemez kimse sana, anlamazdın? Onlar çaldıkça huzurla dolardı içim.

Dün bir bugün iki, bu kadar sakinlik, keyif bu evde çok bile bana. Al işte yine bu gece bir haller oldu bunlara. Havada uçuşan küfürlerden herkes nasibine düşeni aldı. Bir itiş, bir kakış, her şey birbirine girdi, hepsi bir yumak olup dolandı, sonra aniden hokus pokus ile çözüldü sanki. Gecenin sonunda telaşla babalarını çok sesli bir arabaya koyup götürdüler. Belli etmeseler de, hepsinin gözündeki o ışıltıyı gördüm. Gizli, sinsi bir sevinç vardı her birinin göz bebeğinde.

Bizimkiler yine hastanede galiba, yine kaldık baş başa Efe oğlanla. Sabah ağlıyordu, bu sefer ben gelmeyeceğim o adamın yanına diye. Kızsa da, içse de, sövse de babandır, öyle deli deli konuşma, seni çağırıyor dediler ama yok, Nuh dedi peygamber demedi, kaldı evde. Ondan bahsettiğimi duydu mu ne? Sessiz sedasız otururken cam kenarında, geldi işte yine karşıma. O da ne ayağında ablasının giymeye kıyamadığı, komşu kızın verdiği o sivri topuklu ruganı sıyrılmış ayakkabılar. Başında annesinin siyah yazması, onun gibi çene altına iki kulak şeklinde de bağlamamış başka bir şekil bu. Şapka gibi takıp uzun kısmını saç gibi sallandırmış omzundan. Ablasının herkesten gizli, göz kapaklarına, yanaklarına, dudaklarına sürdüğü o eski kırmızılığı da boca etti ağzına. Şahtı şahbaz oldu. Şaşkınım. Nasıl da yeni halini beğenerek bakıyor, salınarak, süzülerek geziyor tam karşımda. Yok artık! O da ne? Ablasının memeliklerini taktı şimdi de, tıktı içine çoraplarını. Aman ya rabbim bunca yıllık aynayım, ben böyle bir şey ne duydum ne de gördüm. Ay vallahi bayılabilsem düşüvereceğim salonun tam ortasına. Şimdi de beni öptü iyi mi? Öyle filmlerdeki gibi yalap şalap hem de. Sahi, ne oldu bu oğlana geceden sabaha? Biri gelmeden üstünü başını değişse de, bir an evvel üzerimde ki şu yük kalksa. Kimse görmese, bilmese, ben çoktan razıyım onun bu halini unutmaya.

“Nurdan! Kız! Oh sonunda babanız layığını buldu, istediğiniz oldu. Bu gidişle beni de koyarsınız siz toprağa ya neyse. Valla ben gidersem de nice olur haliniz bak demedi deme, sok bunları o kıt aklına. Onca sene onun bunun pisliğini temizledim, boynunuz bükük kalmasın diye babanıza katlandım da hala yaranamadım size. Erkek kardeşin desen başka hallerde, ay geçen demez mi “kız olsaydım keşke Ece olsaydı adım. Efe de nedir yahu?” Şeytan dedi al terliği eline, ağzına yüzüne yapıştır. Nurdan! Hiç, dinliyor mu beni bak. Oje kokuttun evi yine! Kime ne anlatıyom ben. Ah acıyan bana acısın bana! Dert yanacağım kimsem bile yok.”

Dışarıda ne olup, bitti onu bilemiyorum. Ben içeride olan bitene hâkim olabilirim sadece. Önce anneleri geldi eve, Nurdan’ın elindeki ojeyi sinirle duvara fırlatırken, köpürmüş ağzından çıkan kesik nefesli seste zar zor Efe dediğini anladım. Zaten sonra yığıldı kaldı yere. Nurdan’ ı ilk defa bu kadar telaşlı gördüm. Annesinin burnuna soğan koklattı, bileklerine kolonyalar döküp ovaladı, bir sürahi suyu başından aşağı boca etti de bir türlü uyandıramadı. Her kadir kıymet bilmeyenin çaresizliği ve pişmanlığında oldu gibi, “Anne ölme anne! Söz dinlicem seni ne olur susma anlat anne!” derken hıçkırıkları boğazını dövdü. Neden sonra o sesli araba geldi yine, annesini de alıp götürdü, benim hiç bilmediğim o yere.

Hayallerime kavuştum işte, artık evde hırgür, kargaşa, küfür yok. Düne kadar duvardaki saatin sesinden başka seste yoktu, o da sustu. Çok yalnızım çok. Ama ben böyle de olsun istememiştim ki. Nurdan bazı gecelerde gelmese hepten unutulduğumu sanıp karalar bağlayacağım. Bir de masum yüzlü, buğu bakışlı Efe’mden haberim olsa, o da uğrasa arada. Bana bir gülse, o gamzelerinin çukurunda yorgunluğum, kimsesizliğim erise, bitse… Diye sayıkladığım gecelerden birinde usulca sokak kapısı açıldı. Hiç görmediğim güzeller güzeli peri kızı gibi biri girdi içeri. Hani insan olsam rüyadayım sanacağım. Bana doğru yürürken biraz ürperdim ama yaklaştığında gözlerinden tanıdım onu. Annesinin kesik nefesinde söyleyemediği kişi gelmişti işte. Önce öptü beni, bu seferki filmlerdeki gibi değildi. Sonra soyulmuş oymalarımı, sırları düşmüş aynamı okşadı usulca, gözyaşları tozpembe yanaklarına yollar çizdi, çöktü kaldı öylece. Derin bir nefes alıp ayağa kalktı, bir hırsız gibi gezdi evin odalarını. Babasının oturduğu koltuğu, o varmışçasına tüm gücüyle yumruklayıp, saatlerce ağladı, sanki o sustu da köpekler uludu. Anası gibi oraya yığılıverecek diye korkuyla beklerken bir gayret kalktı yerden. Babasının fotoğrafının karşısına geçti bu sefer. Okkalı bir tükürük atıp, ondan hiç duymadığım küfürleri sıraladı üst üste. “Kız gibiymişim, çok güzelmişim, daha da güzel olacakmışım, en çok beni seviyormuş, babalar böyle severmiş, dayaktan iyiymiş, şanslıymışım. O bana değen parmakların, beni okşayan ellerin yattığın yerde ters dönsün inşallah. Eğer tanrı varsa işe yarasın da şimdiye kadar yapmadığı şeyi yapsın, beni duysun! Eğer cehennem denen yer gerçekse ve kötüler cezalandırılacaksa, ben oraya gelene kadar, kıyamet kopana kadar tüm bedenin yansın, kavrulsun. Bana yaşattıklarının aynısını orada yaşa, zebanilere de sen domal, onların karısı ol, beni sevdiğin gibi onlar da seni çok sever inşallah,” deyip, yüzüme bile bakmadan hızla çıkıp gitti evden.

Umudum yok. Her günüm birbirinin aynısı. Kızsam da, yadırgasam da çok özledim hepsini. Bir nefese, bir yüze muhtaç geçiyor günlerim... Diyerek kaç zamanı yitirdim bilmiyorum ama bugün çok ilginç bir gün oldu. Çokça homurdanan bir şey yanaştı evin önüne. Bu neydi ki şimdi diye düşünürken, hiç tanımadığım, üç adam girdi eve. Hah dedim tamam, hanidir evin boş olduğunu anladılar, ne varsa kapıp kaçacaklar. Sonra sakin ol dedim kendi kendime, hemen en kötüsünü düşünme. Her ev sahiplidir bilirsin, bunlarda evin yeni sahipleridir belki? Ben böyle düşünüp nasıl insanlar acaba diye merakla süzerken, ticaret adamı olduklarını anlamam geç olmadı. Eskicilermiş, her birimizi inceleyip, fiyat biçmelerinden anladım. Çok korktum ama benden bahsederlerken gurur da duymadım değil hani.

Şişmanca olanı, “Bu evdeki her şey çöp abi, bir şu sandık bir de şu ayna antika değerinde, neyse dükkâna götürelim de hesaplaşırız mal sahipleri ile,” dedi. Kıymet verdiler bana. Hatta evde beni saracak bir şey bulamadılar da, kırılmamam için çok hoplatan ve çok homurdayan o şeyin içine koydukları eşyaların en üstüne sıkıca bağladılar beni. İlk başta gözlerim kamaştı, çok sinirlendim ama o uçsuz bucaksız maviliği görünce her şeyi unuttum, ona vuruldum. Kuşların özgürce kanat çırpınışından anladığım kadarı ile gökyüzü dedikleri şey bu. Hani urganı söküp atabilsem, hani kollarım olsa kucaklayacağım onu, kanatlarım olsa hiç düşünmeden uçacağım ona doğru.

Aşk dedikleri şey buysa evet âşık oldum. Bu sonsuz, tarif edilemez huzurunda tadına vardım ya insanlardan iyice soğudum. Yüzlerini dahi görmek istemiyorum. Ölümlü dünya denen yer ne güzelmiş meğer. Onlar benim gibi bir duvara çakılı değil ki, bir urgana bağlı hiç değil, hürler yani. Şu güzelim gökyüzünün altında, sevgiyle, barışça, özgürce yaşamak varken kime yararı var kinin, nefretin, kötülüğün? Oysa ne kadar basit mutlu olmaları, hayatı sevmeleri, şu gökyüzüne bakmaları bile yeterli. Ne kadar basitmiş meğer, birbirleri ile didişmeden, birbirlerine hükmetmeden, sahiplenmeden, ayırt etmeden insan gibi yaşamaları, yaşatmaları, insan olmaları.


Tülay Oğuzveren

2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page