top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Şeref Efe- Kitab-ı Zaman'ı Nasıl Okumalı?

[I. ZAMAN]

4 Aralık 2020 Cuma

Zavallı dedeciğim dün vefat etmişti. Hayırla yad etmek gerekirse iyi bir insandı Hacı Mecit dedem. Doksan üç yaşına ermişti ki onun yaşadığı zor şartlar içinde bu neredeyse bir mucizedir. Tirebolu’nun sarp bir dağ köyünde yaşayan bir insan; katır teper, yardan düşer, balta keser derken ihtiyarlamaya fırsat bulamadan dünyadan göçer gider. Tirebolu dediğin yerin çarşısı bile öyle yamaçtır ki yolu buraya düşen Evliya Çelebi, “Kahve fincanımı koyacak düz bir yer bulamadım,” diye sızlanmıştır. Köylerini, dağlarını varın siz hesap edin!

Dedemin cenazesine gidememiştim. Başka meşguliyetlerim vardı elbette ama zaten dedemle çok yakın sayılmazdık. Şu sıralar ortalığı kasıp kavuran, memlekette günde iki yüz elli civarında ölüme yol açan virüs salgını varken cenazeye katılmak da pek akıl karı değil; böyle de bir bahanem var.

Anacığım bugün, cenaze dönüşü bana uğradı ve biraz sitem ettikten sonra eski fakat temiz bir peştamala sarılı bir paket koydu masaya. İğneleyici bir ifadeyle, “Al, bunu deden sana bırakmış,” dedi. “Bana mı?” diye sordum şaşkınlıkla. Hiç beklemiyordum. Annemin acelesi vardı. Bohçanın üzerine vurdu eliyle, “Emanetini teslim ettim, hadi bana müsaade,” deyip evine gitti.

Dedem bana ne bırakabilirdi ki? Zengin bir insan sayılmazdı. Bir miktar fındık bahçesi, tarlası filan vardı elbette, bunların geliriyle kimseye muhtaç olmadan geçiniyordu ama çocukları dururken mirasını bana bırakacak değildi herhalde. Merakla açtım bohçayı. Katlanmış vaziyette eski bir palto (tanıdık değildi ama herhalde dedemin olmalıydı), üzerinde de eski, deri kaplı, küçük bir kitap… Kitabın etrafı bir kendir ipiyle dört bir yanından sıkıca sarılıp bağlanmıştı. Paltonun ceplerini karıştırdığımda eski yazıyla kaleme alınmış bir nottan başka bir şey bulamadım. Zorlukla okudum.

“Şeref, evladım, Kitab-ı Zamanı sana emanet ediyorum. Görüşmek üzere.”

Demek ki bu eski kitabın ismi buydu: Kitab-ı Zaman. Hiç duymadığım, görmediğim bir kitap. Ön ve arka kapağında bir yazı bulunmuyordu, sadece eski mushaflar gibi kırmızı süslemeler vardı. Kitabı çevreleyen ipi aceleyle çözdüm ve dedemin o pek aşina olduğum karakedi esansının kokusu sinmiş deri ciltli kapağı yavaşça açtım.


[II. ZAMAN]

3 Aralık 2020 Perşembe

Nasıl geldim ben bu banyoya? Tuhaf! Demin kitabın kapağını açıyordum… Hemen banyodan çıkıp salona koştum. Eşim Selma salonda telefonuyla meşguldü.

“Ne zaman geldin sen?” diye sordum şaşkınlıkla. Biraz önce alışverişe çıkmamış mıydı? Ne ara geri dönmüş, üzerini değiştirmiş, koltuğa oturmuş, bir de çayını yudumluyor!

Kafasını bakmakta olduğu telefonun ekranından kaldırmadan “Ne gelmesi? Sen iyice şaşaladın,” dedi. Son zamanlarda bu tartışmayı çok yapıyorduk. Sen şunu dedin; hayır, onu demedim, bunu dedim, Hayır, sen şöyle yaptıydın da ben böyle demiştim… İçinden asla çıkamadığımız bir girdaptı bu yakın geçmişin irdelenmesi. Şimdi bunun için vaktim yoktu, o eski kitabı merak ediyordum. Fakat orada koyduğum yerde, masanın üzerinde kitap yoktu. Bohça da görünmüyordu ortalarda.

“Dedemin eskilerini attın mı hemen?” diye çıkıştım eşime. “Ben banyodan çıkana kadar da mı sabredemedin? Nerde?”

Selma telefondan başını kaldırıp şaşkın şaşkın baktı bana. Çok fena bir şey söyleyecekti ki telefonum çaldı. Dayım arıyordu. Açtım. Ağlıyordu.

“Babamı kaybettik Şeref,” dedi. Aynı dünkü gibi söylemişti. Ürperdim. Ensemden soğuk bir su damlası sırtım boyunca indi. Temkinli ve tereddütlü bir şekilde başsağlığı dilerken telefonun ekranına göz attım: 3 Aralık 2020 Perşembe. Olamaz, dünün tarihi bu! Bir boşluğa düşüyor gibiydim. Telefonda ezbere karşılıklar vermeye devam ederken eşimin yanına koşup telefonuna baktım, o da aynı tarihi gösteriyordu. Selma arkamdan “Delirdi bu iyice,” diye homurdanırken masaüstü bilgisayarın klavyesine dokunup uyandırdım. Ekranda kocaman yazıyordu tarih. Dünün tarihi, tam bu vakitler.

Telefonu kapatıp Selma’nın yanına kanepeye çöktüm. “Dedem vefat etmiş!”

“Başın sağ olsun!” dedi hafifçe.

“Sağ ol,” dedim ama aklım karışmıştı. Dedemin vefatını dün yaşadığım için şimdi tekrar ona üzülmek, aynı hisleri yaşamak mümkün değildi. Ben başka bir şeyi düşünüyordum; nasıl olup da düne tekrar geldiğimi anlamaya çalışıyordum. Hemen aklıma gelen bunun bir oyun olduğu idi. Tabii ki evdekiler bana bir oyun oynamaktaydı, başka türlü olamaz!

Fakat çabucak anladım bu çıkarımın doğru olamayacağını. Dayım böyle bir günde bu bayağı şakaya kalkışamazdı. Babasının ölümünün üzerinden daha bir gün bile geçmeden yapmazdı bunu, imkânı yok.

Eşime pek renk vermeden öncelikle bugünün tarihinden emin olmaya çalıştım. Telefonuma bakıp mesajlarımı kontrol ettim. Dünden bu yana aldığım Whatsapp mesajları yoktu. Twitter da öyle. Facebook da. Hemen canlı yayın yapan bir televizyon kanalı açtım. 3 Aralık Perşembe Saat 14:21. Döviz şöyle, kurlar böyle, borsa artıda, faiz ekside… Vay be! Dedemin kitabı beni bir gün öncesine getirmiş olmalı!

Selma’ya dönüp derin bir nefes aldım ve en bas sesimle fısıldadım. “Selma zengin olduk!”

“Hadi be! Dedenden sana bir şey kalmaz, boşuna bekleme,” dedi. Sonra aşağılayan bir yüz ifadesiyle ekledi. “Hem çok ayıp bu yaptığın. Deden seni severdi. Daha adamın cesedi soğumadan senin şu düşündüğüne bak!”

“Öyle değil,” dedim. Sonra sakince beni dinlemesini isteyip Kitab-ı Zaman’ı ve yaşadığım bir günlük zaman yolculuğunu anlattım. Tahmin ettiğim gibi inanmadı bana. Ters ters bakıp, “Saçmalıyorsun,” dedi, “sen uydura uydura yazdığın bu hikayelere iyice inanmaya başladın. Artık gerçek hayata dönsen iyi olur.” İnanmamakta haklıydı; o, önümüzdeki günü henüz yaşamamıştı ki.

Selma’yı ikna etmeyi boş verip hemen aklıma ilk gelen şeye odaklandım: Bu kitabı kullanarak dünyadaki hayalimi gerçekleştirmeliydim. Gözlerimi kapatıp, “Özgürüm,” diyerek gülümsedim alabildiğine. Yeni bir dünya vardı önümde. Her şeyi yapabilirdim. Düşler gerçek oluyor! İyi de kitap bende değil henüz, yarın gelecek buraya. Ya gelmezse? Kitap yanımda, elimin altında olmadığı için acayip bir eksiklik duygusu hissettim. Hayatıma ansızın sadece beş dakikalığına girmiş olan ve bir satırını bile okuyamadığım kitap, adıyla sanıyla Kitab-ı Zaman şimdi hayatımın odak noktası oluvermişti.

“Ben cenazeye gidiyorum,” deyip fırladım kanepeden. Cenaze namazı ikindiden sonra Maşukiye’deydi. “Yetişemezsin ki,” dedi Selma ama o sırada ben üzerime alelacele bir şeyler geçirmekle meşguldüm. “Yetişemezsem de sonrasında taziyede olurum.” Arkamdan, tuhaf davrandığıma dair bazı sözler mırıldanıyordu. Başka ne yapabilirdim ki?

Gerçekten de cenazeye yetişememiş, ancak evde taziye sırasında okunan duaya iştirak edebilmiştim. Salgın tedbirleri nedeniyle beş-altı kişiden fazlasını geri çeviriyorlardı. Fazladan bir kontenjan işgal ettiğimi düşündüysem de bir an önce kitabımı garantiye almaktan başka bir şeyi önemsemiyordum. Bir kenara ilişip ellerimi açtım. Dua bitince dayıma, teyzeme ve anneme başsağlığı diledim.

“Sen gelmezsin sanıyordum,” dedi annem. Biraz işkillenmiş gibiydi.

“Dedemi severdim. Pek belli etmesem de aramızda bir bağ vardı,” dedim.

“Görünmez bir bağmış,” diye iğneledi beni annem. Babasını sevdiğini sanmıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse pek sevilecek biri değildi dedem, katı, sert bir toprak adamıydı. Hacı Mecit denilince her zaman asık suratlı, yargılayıcı, kısıtlayıcı, korkutucu bir şahsiyet gelirdi akla. Birazcık köse, ince sakalı, yay kaşları ve sivri hatlı esmer yüzü bu karakteri tamamlardı. Çocukluğumuzda bile bize sevgi göstermemiş, yakınlık kurmaya çalışmamıştı. Biz etrafında oynarken onun bize şöyle bir baktığını, sonra da kafasını çevirip uzaklara daldığını hatırlarım. Onunla konuşsak, bir şey sorsak sanki sırtında bir eşek yükü odun taşıyorken yolundan çevirmiş, ayaküstü dikmişiz gibi bir tavır alırdı. Ölünceye kadar o yük sırtından hiç inmemişti. Annem aslında babasının gençliğinde çok iyi bir insan olduğunu, kendi çocuklarına çok iyi davrandığını fakat yaşlandıkça değiştiğini söylerdi. Ben bunu annemin bir yanılsaması olarak görürdüm. Dedem hep bildiğimiz, alıştığımız soğuk adamdı. Onda hiçbir değişiklik olmazdı. Bir olay hariç tabii. Dedem on yıl kadar önce bir sabah kalkmış, şakır şakır İspanyolca konuşmuş. Hayatının çoğunu Tirebolu’nun bir dağ köyünde, son yirmi senesini de Maşukiye’de geçiren, neredeyse evinden hiç ayrılmamış olan dedemin bir turistle sular seller gibi İspanyolca konuşup gülüştüğünü gören dayım, gördüklerine inanamamış. “Çocukluğumuzdaki neşeli, eğlenceli adam geri gelmişti ama başka bir dil konuşuyordu,” diye anlatmıştı. Fakat dedem o olaydan sonra bir daha İspanyolca konuşmamış, bu konuyu açan olursa fena bir şekilde azarlamıştı. Kendisinin kerameti olarak aktarılan bu olayı inkâr ediyor, örtbas etmeye çalışıyordu. Dayım da “Gerçek veliler kerameti izhar etmekten utanır,” diye babasının bu davranışını kendince mazur göstermeye çalışırdı. Ben, dayımdan başka şahidi olmayan bu kerametin, babasına itibar kazandırmak, haşin karakterini hoş göstermek için dayım tarafından uydurulduğundan emindim. Dayım yumuşak kalpli, nahif bir insandı. Bizim dedemize uzak durmamızı, dedemin bunca çocuğu ve torunu olmasına rağmen ıssız, yalnız bir yaşam sürmesini kabullenemiyordu. Anneme göre dedemin yapısı böyleydi. Onu değiştirmeye çalışmak beyhude olurdu.

O gün ve o gece merhumun eşyalarına kimse dokunmadı. Tabii ya, bu işi yarın sabah yapacaklar ve palto ile kitabın bulunduğu bohça o zaman ortaya çıkacak. Şimdi ben burada olduğuma göre emaneti annemle göndermeleri gerekmiyordu artık. Kitabımı kendi ellerimle teslim alacaktım.

Gece uyku girmedi gözüme. Kitap iyice takıntı haline gelmişti kafamda. Sağa sola dönüp durdum. Tek kişilik küçük oda bunaltıcıydı, pencereyi açtım bir ara, soğuk oldu, kapadım. Artık kaçta uyuduğumu hatırlamıyorum.

4 Aralık 2020 Cuma

Yaşlılar gibi sabah yedide daha güneş doğmadan uyanmıştım. Dışarı çıkıp sabah çiyi ile ıslanmış bahçede dolaştım biraz. Sonra verandada oturup telefonumdan yüksek sesle bir Kur’an tilaveti açtım. Bir an önce kalksınlar istiyordum. Fakat evdekiler ancak iki saat sonra kalkıp kahvaltı hazırlamaya girişmişti. Tamam, kahvaltıdan sonra sıra kitaba gelecek.

Kahvaltıyı yaptık ve ardından bir sürü ıvır zıvır konulardan konuştuk. Saat 11 olmuştu. Şimdi annemin kalkıp gitmesi gerekiyordu, önceden yaşadığım bugüne göre, ama o hiç de gitmeye hazırlanıyor gibi görünmüyordu.

“Anne, istersen beraber dönelim Ankara’ya,” dedim. “Sen git istiyorsan, ben bir gün daha kalacağım burada,” diye cevap verdi. “Peki, sen bilirsin,” dedim şaşkınlıkla. Dünkü planda Ankara’ya yanıma gelmişti! Demek ki bu planda, bu gelecekte bazı şeyler değişiyor. Bu sıkıntılı bir durum.

Yola çıkmaya hazırdım ama benim beklediğim hazine hâlâ ortaya çıkmamıştı. Sonunda dayanamadım, dayıma sordum. “Dayı, dedem bana bir emanet bırakmamış mıydı?”

Şöyle bir düşündü, sonra alnına vurdu. “Tabii ya, nasıl unuttum! Sana bir bohça bırakmıştı.” Eşine seslendi. “Kız Emine, şu sandıktaki bohçayı getirsene hele!”

Bohça geldi. Evet, aynı peştamal bohça. Sabırsızlığımı gizlemeye çalışıyordum. Dayım peştamalı açtı. “Ne varmış burda? Palto! Allah Allaaah! Sana niye bırakmış ki bu paltoyu? Bir de kitap mı bu, ne?” Atıldım, “O benim kitabım!” deyip elinden aldım hemen. Dayım şaşırmış, bakakalmıştı. Hemen kitabı paltonun üzerine koyup bohçanın dört köşesini toparladım, çabucak uçlarını bağladım ve omuzuma salladım.

“Hadi bana eyvallah,” deyip hızla çıktım.

Arabayı her zamankinden hızlı kullanıyordum. Gümüşova’ya geldiğimde iyice hızlanmıştım. Buralarda her nedense arabanın çekişi güçleniyor, hızı artıyor. Bohça hemen yan koltuktaydı. Kitap elimde olduğu sürece bana hiçbir şey olmazdı, öyle hissediyordum. Trafik cezalarını silerdim, istediğim kadar para kazanırdım, evet, çok para… fakat nasıl para kazanmalıydım? En iyisi borsaydı, borsada çok temiz para kazanabilirdim. Dövize mi, altına mı yoksa hisse senedine mi yatırım yapmalıydım? Belki tahvil daha iyi olurdu hem de hiç dikkat çekmezdi. Tahvilde manipülasyon şüphesi olmaz, evet tahvil… Çok fena bir korna sesiyle kendime geldim, eyvah, ama geç kalmıştım, otoyolun solundaki çelik korkuluklara çarpan araba sağa savruldu, arka tarafın orta şeritteki kamyona girdiğini dikiz aynasından ağır çekim bir film gibi izliyordum, korkunç bir gürültü ile dünya ters döndü, birkaç takla attıktan sonra ters vaziyette duran aracın içinde baş aşağı vaziyette yarı baygın sallanıyordum. Kamyon da devrilmişti ve sanki başka araçlar da kaza yapıyormuş gibi süregiden gürültüler geliyordu kulağıma. Felaket, panik, kargaşa! Panik duygusu biraz kendime gelmemi sağladı.

Bütün bu karmaşada bohçaya sıkı sıkı sarılmıştım. “Hayır, olmadı!” diye mırıldandım. Elimi bohçanın açıklığından içeri soktum. Yoklayarak kitabı buldum. Kenarından zorlayarak kıvırıp açmaya çalıştım.


[III. ZAMAN]

3 Aralık 2020 Perşembe

Masada bilgisayarın karşısında yazmakta olduğum hikâyeye bakmaktayım. Selma salonda tramplende zıplayıp duruyordu. Yine düne gelmiş olmalıydım. Tarihi kontrol ediyorum, evet, 3 Aralık Perşembe. Bu harika. Kitap işe yaramıştı. O kötü kazadan kurtulmuştum.

Bu defa temkinli olmalıyım. Selma’ya anlatmaya gerek yok. Dünkü söylediklerimi hatırlamayacak zaten. En iyisi hiç bilmemesi. Kesinlikle.

Fakat kitap yok. Bu çok kötü. Dedem hâlâ yaşıyor olmalı. Hemen aradım. Dayım çıktı telefona.

“Deden epey rahatsız,” dedi.

“Konuşamaz mı,” diye sordum.

“Yok,” dedi, “konuşacak durumda değil.”

“Telefonu kulağına ver, bir cümle söyleyeyim,” dedim.

“Tamam, ama fazla yorma, bir cümle,” dedi. Sonra uzaktan bir, “Tamam, hadi konuş,” sesi geldi.

“Dede, notunu aldım, görüşeceğiz,” deyip telefonu kapattım.

Kendimi kontrol altına almalıyım. Geçen seferki gibi acele edersem işleri elime yüzüme bulaştıracağımdan korkuyorum. O kaza çok korkuttu beni. Aklıma geldikçe elim ayağım boşalıyor. Yani o kitap yanımda olmasaydı şimdi hayatım sona ermiş olabilirdi. Gerçi o kitap yanımda olmasaydı bu kadar tedbirsiz davranmayacaktım muhtemelen, belki de hiç kaza yapmayacaktım, zaten o kitap yüzünden gitmedim mi normalde gitmeyeceğim cenazeye ve o gece yine o kitap yüzünden uykusuz kalmadım mı? Bütün bu spekülasyonlarla hiçbir yere varamasam da kaygım ciddi, korkum gerçek. Kitapsız kalmış olmak şimdi benim en büyük endişe kaynağım oldu. Oysa düne kadar (gerçek dünü kastediyorum yoksa dünkü yarını değil, tamam da bu zamanları nasıl ayırt edeceğim artık, bir sistem bulmalıyım bu işe) hiçbir dayanağım olmayan, her an geri dönmemecesine cartayı çekme ihtimalim olan bu hayatta nasıl da kaygısız, endişesiz yaşıyordum!

Birkaç saate (aslında tam olarak ikiyi çeyrek geçe) dedem vefat edecek, haberi dayımdan alacağım, üzülmüş olacağım, başsağlığı dileyeceğim ve bu defa normal davranıp cenazeye gitmeyeceğim. Ne kadar arzulasam da kitaba kavuşmayı sabırla bekleyeceğim. İşlerin karışmasını istemiyorum.

İşler yine karıştı. Dedemin vefat ettiğine dair telefon bu defa annemden geldi. Saat 15.14’te. Cenazeyi yarın öğle namazından sonra kaldıracaklarmış. Fakat bu şimdi bambaşka bir gelecek olmuştu. Kafam karışmıştı iyice. “Ben yürüyüşe çıkıyorum Selma,” deyip hafif yağmurlu, gri Ankara havasına attım kendimi. Kafamı toparlamam lazım. Ne olup bittiğini anlamalı, bu işin sistemini çözmeliyim. Her şeyin mantıklı bir izahı olmak zorunda. Tamam, düne gitmek de mantıklı değil ama bu her nasılsa gerçekten oluyor, yine de onun dışındaki her şeyde bir tutarlılık olmalı.

O kitabı ele geçireceğim, başka türlüsü olamaz. Ondan sonra takvimi düzgün takip edebilmek için her zamanı farklı adlandırmam gerek. Yaşadığım farklı periyotları şu koca çınarın dalları gibi ayırt etmeliyim. İlk günüm birinci zaman olsun; kitabın bohçayla geldiği gün ve onun öncesi ta doğumuma hatta dünyanın yaratılışına kadar birinci zaman. İkinci zaman düne geri gittiğimde başlamıştı, cenazeye gittim, sonra yola çıktım, kaza yaptım ve bitti. Bir gün kadar sürdü. Şimdi üçüncü zamandayım. Hadi bakalım.

Kitabı ele geçirince ne yapacağım? Kapağını açar açmaz kayboluyor elimden. Okumanın bir yolunu bulmalıyım. Başka türlü nasıl kullanacağımı anlamam zor olacak. Bu işte kimseden yardım isteyemem. Kazara biri öğrenirse tehlikeye girerim, belki devlet, istihbarat peşime düşer. Düşünsene adamların yaptığını her gün geri alabiliyorum, gerçi bunu fark etmiyorlar ama bir şekilde öğrenirlerse kesin peşime düşerler. Aslında kitap bende oldukça kimse beni takip edemez, yakalayamaz ama ben de bugüne geldiğimde kitabı kaybediyorum. O zaman bir daha bugüne gelmek yok. Kitabı elimde tutmak için önce elime geçirmem lazım, sonra da bir müddet hiç yanımdan ayırmamalıyım. Yani üçüncü zamanda kitabı kullanmadan, durumu hiç çaktırmadan birkaç gün geçirmeliyim, üç gün mesela, ya da yedi gün, belki on gün ki geri dönüp bir şeyler yapmak için boşluğum olsun. O yedi günde de ölmemem lazım. Bu acayip fırsatı ele geçirmişken ölmek nasıl bir sefillik olur, tövbe bismillah! Evet, plan bu, kesinlikle böyle yapmalıyım. Peki, sonra nasıl işime yarayacak bu kitap? Para kazanmaya bakacağım tabii. Para varsa her şeyi yapabilirsin dünyada. Başka işlerle uğraşmaya gerek yok. Para, para, para. Öyle demiş Napolyon. Bu bücür zamanında Mısır’ı işgal ettiğine göre bizim düşmanımız olmalı, değil mi? Niye adamı düşman görmüyoruz acaba? Mısırlılar bile pek düşman gibi görmüyorlar galiba. Emin değilim. Gerçi Mısırlıların kendilerini nasıl konumlandırdıklarını da ancak Allah bilir. Kim bu Mısırlı denilen adamlar? Müslüman Arap mı, yoksa Kıpti mi, antik Mısır torunları mı, yoksa Osmanlı bakiyesi mi, ne? Ben bu kitapla Osmanlıya bile dönebilirim belki. Gün gün gitsem taa Osmanlı zamanına kadar gidebilir miyim? Yoo, olmaz herhalde, çünkü düne bile gitmek için kitap yok şu an elimde. 2 Aralık’a gidebilmek için kitabı bugün ele geçirmem lazım, hadi yaptım diyelim sonra hemen düneyin koşturup kitabı bulmam ve 1 Aralık’a gitmeye çalışmam gerek. Onun için de her gün Ankara’da uyanıp Maşukiye’ye dedeme koşturacağım, kitabı bulacağım, açıp bir gün öncesine… Zor iş. İnsanın dünya kadar zamanı olması lazım. Gerçi kitabı ele geçirdiğimde zaman benim emrimde oluyor ama o zincir bir yerde kopabilir. Eğer 24 saat içinde kitaba ulaşamayacağım bir yerde uyanırsam daha geriye gidemem. Demek ki Ağustos 2018’de film kopabilir. Cilo Dağları’nda kalırım. Akşam vakti o yüce dağ başında bir mevzideki askerlerin yanında olurum yine. O meçhul iri kıyım askere yine sarılırım sebepsiz. “Bir isteğin var mı?” derim, “Sağ ol,” der o da bana, kim olduğumu, ne olduğumu bilmeden. Ne tuhaf bir zamandı o gün, o akşam! Acaba kitap sadece bir gün geriye değil de istediğim zamana gitmemi sağlayabilir mi? Bunu öğrenmek için kitabı okuyabilmem lazım. Kitapta bunun yöntemleri anlatılıyor olmalı.

O anda aklımda bir şimşek çaktı. Bugün neler olup biteceğini biliyordum, o zaman niçin bu bilgimi kullanmıyorum? Hemen hızlandım, Anıtpark’a yakındım zaten, orada bulduğum ilk banka oturup telefona saldırdım. İkinci zamanda bugün döviz yükselmiş, borsa çok hafif düşmüştü, net olmasa da hatırlıyorum. Anlık verileri kontrol ettim, evet, olması gereken yere doğru gidiyor. O halde biraz dövizde uzun vadeli alım yapalım, borsada kısa vadeli satış yapalım, zincirleme emirle kapanışa doğru pozisyonları kapatırız. Yatırım hesabından gerekli emirleri verdikten sonra eve yollandım.

Akşam kontrol ettiğimde yatırımların tam beklediğim gibi gitmediğini gördüm. Döviz kuru epey yükselmiş, beklediğim küçük avantajı sağlamıştı bana, fakat otomatik satış emri verdiğim içi o beklemediğim büyük farkı kaçırmıştım. Borsa ise beklentimin aksi yönde gitmişti. Sonuçta hâlâ bir miktar kârlıydım ama gel gör ki bu sadece şanstan ibaretmiş gibi görünüyordu. Çünkü olaylar benim daha önce yaşadığım gelecekten farklı tezahür etmekteydi.

Zaten bu farklılığı dedemin vefatında ve bohça meselesinde de yaşamıştım. Şimdi farklı gözlemleri bir araya getirdiğimde şunu çıkarıyordum: Kitaptan geri dönüş yaptığımda bir gün öncesinde tamamen aynı yere, aynı zamana dönüyordum, bunda kuşku yok. Yani 24 saat öncesindeki dünyada hiçbir değişiklik olmuyordu. Fakat oradan ilerlemeye başladığımda bazı şeyler farklılaşıyordu. Ben de farklı davranmıştım her seferinde, bunu unutmayalım. Cenazeye gittim, dedeme telefon ettim, borsada işlem yaptım, bunlar hep farklı davranışlar. Belki de benim farklı davranmam olayları değiştiriyor olabilir, bunu test etmeli.

Gece yine doğru dürüst uyuyamadım. Kitab-ı Zaman takıntısı. Bu kitap yanımda olmadığında artık uyku haram bana. Umarım yarın o kitap kendiliğinden gelir de uğraşmak zorunda kalmam. Bu sıkıntılı 3 Aralık gününü bir daha yaşamak istemiyorum, eksiklik içinde beklemek cehennem azabıymış.

4 Aralık 2020 Cuma

Sabah dayım aradı.

“Şeref, dedenin cenazesine geliyor musun?”

Gelemeyeceğimi söyledim.

“Sana bir bohça bırakmış. Baktım şöyle bir. Eski bir palto.”

Kalbim güm güm atmaya başladı birden.

“Palto mu? Ne paltosu? Sadece bir palto mu?”

“Evet, eski bir palto. Babamın o paltoyu giydiğini hiç görmedim. İstemezsen başkasına verelim.”

“Olmaz!” dedim heyecanla. “Dedemin hatırası, dayı, kimse ellemesin lütfen.”

“Peki, sen bilirsin,” dedi, vedalaşma cümleleri ile görüşmemiz sona erdi.

Saat 9’a geliyordu. Gitmek zorundayım artık. Bekleyemem. Niçin kitaptan bahsetmemişti? Kitap başkasının eline geçtiyse mahvoldum demektir.

“Selma ben cenazeye gidiyorum!”

Selma uyuyordu, duymadı bile. Hemen üzerime bir gömlek ve bir ceket geçirip yola çıktım.

Dedemin evine vardığımda öğle vakti yaklaşmıştı. Evde neredeyse bir düzine insan vardı. Annemle ve dayımla kısaca taziyeleşip hiç vakit kaybetmeden bohçanın olduğu küçük odaya gittim. Sandığı açtım, evet, bohçam oradaydı. Bohçayı çıkarıp çözdüğümde sadece palto çıktı ortaya. Pek özenilmeden katlanmış, konulmuş oraya. Endişe içinde elime alıp kaldırdığımda içinden kitabım düşüverdi. Öyle büyük bir rahatlama ve sevinç duygusunun işgaline uğradım ki gözlerim gayri ihtiyari yaşarmıştı. İpi sağlam, çözülmemiş görünen kitabı ceketimin iç cebine koyarken dayım kapıyı açıverdi. Gözyaşı içindeki suratımı görünce pek bir duygulandı. Ufak tefek, duygusal bir adamdır dayım. Yanıma gelip eliyle omzuma vurdu hafifçe. Başını salladı, beni anladığını gösteriyordu. Sonra gitti.

Paltoyu güzelce katlayıp bohçaya koydum. Kitap cebimde, benden hiç ayrılmayacak artık. O benim hayallerimin kapısı. Yeni bir dünyanın bileti. Biletim cebimde.

Cenazeyi defnettikten sonra anneme Ankara’ya birlikte dönmeyi teklif ettim. Bu defa kabul etti. Bohçamı ve annemi alıp eve döndüm.

Tamamen normal davranmak üzerine kendimi koşullandırmıştım. Bir süre hiçbir sıra dışı eylemde bulunmayacağım, dünyanın gidişatına (kendi çevremdeki dünyayı kast ediyorum elbette) müdahale etmeyeceğim ve dikkatle izleyerek bu Kitab-ı Zaman’ın nasıl çalıştığını anlamaya çalışacağım.

Öncelikle kitabı muhafazaya almam gerekiyordu. Kitabı kaybettiğim bir gelecek veya geçmiş olmamalı. Bu yüzden bundan sonra geri gidebileceğim son tarih 4 Aralık 2020, saat 19. Çünkü tam o saatte kitabımı kitaplığın hiç açılmayan sol alt dolabına, eski ajandalar arasına koydum.

5 Aralık 2020 Cumartesi

Annem akşam bizde kalmıştı. Ben tamamen normal davranıyorum ama içimde acayip bir telaş, acelecilik kabarıyor. Sakin görünüp bilgisayarın başında okumak ve yazmakla meşgul oluyorum. Fakat ne okumakta olduğum Yanagihara’nın “A Little Life” kitabına odaklanabiliyorum ne de “Bay Delgado Duygusal Zekâ Desteği Seçiyor” başlıklı hikâyeme. Zaten bu yazı geçmişe gittiğim an kaybolacak. Yazmanın ne manası var? O anda kafama dank etti ki bu zaman kitabı insanı sadece geçmişe götürüyor. Geleceğe götürmüyor. Geleceğe götürseydi kuşkusuz daha mantıklı olurdu. Geçmişe gidince işler karışıyor. Zaten geçmişe gitmek paradoksaldır, olmayacak bir şeydir ki başıma gelmiş olmasaydı asla böyle bir şey olacağına inanmazdım. Ben de kimseyi buna ikna edebileceğimi sanmıyorum, çünkü ikna için kullanabileceğim yegâne kanıtı henüz bulamadım: Sağlam, değişmeyen bir gelecek zaman. Şu cenaze işlerinde yaşadığım değişiklikler, borsanın, dövizin paralel zamanlarda farklılaşması beni şaşırtmıştı. Çıkıp eşime, “Ben yarına kadar yaşadım ama böyle değildi,” dersem bu sadece benim gördüğüm tuhaf bir rüyadan farklı mı olacak?

İyi de bu değişiklikler nereden kaynaklanıyor? Neden sonuç ilişkisi üzerinden düşünürsek buna benim farklı davranışlarım sebep oluyor olmalı. Diğerlerinin değişmesi için bir gerekçe yok aslında. Ben farklı davranınca bu, bir şekilde ilişkide olduğum her olayı etkiliyor, değiştiriyor. Muhtemelen bir kelebek etkisi oluşturuyorum, burada otururken yaptığım bir telefon konuşmasıyla, cüzi bir miktar döviz alım işlemi ile olağanüstü etkiler yaratıyorum; bütün ailemi ve çevremi farklı davranışlara yönlendiriyor, borsayı değiştiriyorum. Demek ki borsadaki her spekülasyon bir manipülasyonla sonuçlanıyor. Ve işte bu bağlantı benim geçmişe dönmekle ilgili avantajımı yok ediyor. Etkililiğim yüzünden etkisiz oluyorum. İşime yarayacak şekilde kullanmaya kalktığımda o bildiğim gelecek değişecekse ben bu teorik bilgiden nasıl faydalanabilirim ki?

Önümde çok zor bir bilmece var, onu çözmeye çalışıyorum. Lazeri icat eden şahıs ne demişti; “Müthiş bir çözüm bulduk, şimdi bunu uygulayacak sorunu arıyoruz.” Ben de mucizevi bir araç buldum, zaman makinesine kavuştum, şimdi bunun ne işe yarayacağını bulamıyorum.

Pekâlâ sakin bir şekilde -evet, sakinim- mantıklı adımlarla ilerleyelim. Şimdi yapmam gereken ne? Öncelikle neyin değişip neyin değişmediğini anlamak. Evet, buna göre kitaptan yararlanma yöntemim açığa çıkacak. Eğer her şey değişiyorsa benim için geçmişin gelecekten bir farkı olmayacaktır. Yani kehanet gerçekleşmez o zaman. İkinci ihtimal sadece benim müdahaleme dayalı bir değişik ortaya çıkması. Benim müdahalem bizzat bir eylemde bulunmak mıdır yoksa gözlemliyor olmam da bir müdahale sayılır mı? Schrödinger'in kedisi meselesi. Bilemiyorum, bunları test ederek öğrenebilirim. Üçüncü ihtimal değişiklik olmamasıydı ama bu ihtimali çoktan çürüttük, eledik.

Yatırım danışmanım Emre’yi aradım.

“Emre Bey merhaba, size tuhaf bir soru soracağım.”

“Hay hay Şeref Bey, buyrun.”

“Piyasaya bir kuruş bile yansımadan sizin aracılığınızla bir işlem yapmam mümkün olabilir mi?”

“Anlamadım Şeref Bey, biz bütün işlemlerimizi piyasada yapıyoruz. Piyasaya yansımaması nasıl mümkün olabilir?”

“Yani sadece sizdeki bir kıymeti alsam yahut satsam diye düşündüm.”

“O tür tezgâh altı işlem yapamıyoruz maalesef. Her türlü işlemi borsa ve takasbank aracılığıyla yapmak zorundayız. Tam olarak ihtiyacınız nedir, anlayabilirsem yardımcı olmaya çalışırım.”

Zaman yolculuğu yaptığını düşünen bir kaçık olduğumu mu söyleyecektim, ne diyecektim? Daha fazla vakit harcamaya gerek yoktu. Öylesine merak ettiğimi söyleyip kapattım. O yol kapalı.

İçinde bulunduğum durum canımı sıkıyordu. Geleceğe Dönüş filminde ne güzeldi oysa; Marty gelecekten bir tane spor tarihi almanağı bulup geçmişe getiriyordu ve tıkır tıkır para kazanıyordu. Ben kendimi bile getiremiyorum, hiçbir şey getiremediğim gibi gelecek de yerinde durmuyor. Yanımda getirebildiğim sadece bir günlük hatıra. Biliyor gibi davrandığım anda bilmediğim bir hal alan, işe yaramaz bir hatıra. Bir düşünce kırıntısı.

Facebook’u karıştırırken can sıkıntısından bir hınzırlık geldi aklıma. Fikir hırsızlığı yapabilirdim! Cemil abi bugün Mesnevi üzerine bir yazı yayımlamış. Şimdi ben bunu iyice çalışıp ondan önce yayınlarsam acayip bir şaka olur, eğlenirim. Beni Twitter’da engellemesinin bedelini ödetmiş olurum ona.

Bu fanteziyi düşünüp kendi kendime kahkahalar attım. Cemil abi yayımlamaya hazır olduğu yazıyı Facebook’ta benim tarafımdan yazılmış görünce ne yapacaktı acaba? Yoksa ona gönderip, “Abi bi bak nasıl olmuş?” diye yorumunu mu alsaydım? Bu daha ilginç olurdu herhalde. Aynı zamanda Twitter’da yayınlardım ki orada göremezdi zaten. Offf, çok eğlenceli olacak.

6 Aralık 2020 Pazar

Sabah yine bir yerinde duramama hali içinde uyandım. Dünyayı değiştiren, zamanı geri çeviren bir tılsımım var ve ben eşofmanımı giyip, maskemi takıp kahvaltı için simit ve ekmek almaya gitmek zorundayım. Parkın içinden geçerken maskeli insanları görünce aklıma geliyor: Şu pandemi döneminden önceye döndürsem dünyayı da insanlığı bu sıkıntıdan kurtarsam olmaz mı? Offf, ne zor iş olurdu, düşününce, her gün dedemin evine git, hemen kitaba el koy ve hop bir gün öncesine… Hadi böyle böyle gittim diyelim, pandemiyi nasıl durduracağım? Bir yıl öncesine varmış olsam bile kime derdimi anlatıp tedbir almasını sağlayabilirim? Valla deli diye tımarhaneye kapatırlar adamı. Mümkün değil, anlatamam, bir faydası olmaz. Bir insanlık sorununun farkında olmak o sorunu çözebileceğimizi göstermiyor.

Eve dönüp de kahvaltıdan sonra bilgisayarın başına oturunca Facebook’ta yine karşıma Cemil abinin yazısı çıktı. Elime bir kalem alıp deftere bu yazıyı kopyaladım ki iyice aklımda kalsın. Bir saat kadar uğraştım, yazıyı şöyle böyle kendim yazacak seviyeye geldim. Sonra Kitab-ı Zaman’ı dolaptan çıkardım ve salonda bulunan eşimin gözü önünde kapağını açtım.


[IV. ZAMAN]

5 Aralık 2020 Cumartesi

Bilgisayarın başındayım. Hiç duraksamadan bir Word dosyası açıp Mesnevi üzerine yazımı yazmaya başladım. Bir yandan da alıntılar için dijital kütüphanemde bulunan pdf dosyasında arama yapıyorum. Tıkır tıkır yazdım. Tamamen aynısı olması gerekmiyor, sadece vurgulanan mesajlar olsun, yakın bir konsept yakalansın yeterli.

Bir saat kadar sürdü yazmam. Fena olmadı, hatta biraz kendi üslubumu kattığım için bana orijinalinden, Cemil abinin bu akşam yayınlayacağı yazıdan daha iyi göründü doğrusu.

Düşündüğüm gibi Cemil abiye bir kopyasını gönderdim. “Cemil abi, Mesnevi üzerine haddim olmadan şöyle bir şeyler karaladım, nasıl?” diye bir mesaj eşliğinde. Keyfim yerine gelmişti. Kıkır kıkır gülüyordum.

“Ne yapıyorsun yine?” diye sordu Selma. “Bi şey yok, kendi kendime eğleniyorum,” diye geçiştirdim.

Boş bir gün geçiriyordum, bugünün işini üçüncü zamanda yapmıştım zaten. İş dediğim bir şey yapmadan, hiçbir şeye bulaşmadan sadece düşünmek. Tabii, Cemil abiye bulaştığımı saymazsak doğru yoldaydım.

Değilmişim!

Akşamüzeri kapı çaldı. Açtım, bir komiser, yanında da iki polis. Ellerinde telsizler ötüp duruyor. Komşular kapıları açmış, merakla ve tedirginlikle bizi izliyor. Bir utanç dalgası sardı beni.

“Buyrun?” dedim. Komiser ismimi söyledi.

“Benim, nedir mevzu?”

“Efendim, hakkınızda bir şikâyet var. Bilgisayarlarınıza ve telefonlarınıza el koymak zorundayız.”

Şaşırmıştım.

“Benim kim olduğumu biliyorsunuz, değil mi?” diye sordum. Biliyorlarmış. Fakat ilgili mahkemeden böyle bir karar çıkmış, suçüstü hali gibi bir şey.

“Nedir şikâyet?” diye sordum.

Bir yazarın bilgisayarını heklemişmişim, delil mahiyetinde tüm dijital cihazlara el konacak. Vay vicdansız Cemil abi! Haklı olarak o küçük kırmızı laptopunu heklediğimi düşünmüş olmalı. Tabii sadece mesneviyle ilgili yazısı değil, oradaki tüm çalışmaları tehlikeye girmiş oluyordu. Adamın böyle bir durumda nevrinin dönmesi gayet doğal. Kırk yıllık emeği söz konusu. Bunu tehdit eden her durumu aşırı ciddiye alır. Yüksek mevkilerde yakınları var, ödüllü yazar, hemen sistemi harekete geçirmişler ve işte sonuç: Pis bir durumun ta ortasına düştük iyi mi?

“Peki buyrun içeri,” dedim. Selma da o arada başına bir örtü geçirip gelmişti. Gözlerini devirmiş, benden bir açıklama bekliyor. Polisler neyse de Selma’ya ne cevap vereceğim?

Komiser açıklama yapıyordu. “Efendim, evdeki tüm PC’ler, herkesin telefonu, tabletler de dahil, laptoplar, hepsini toplayacağız. Bu süre içinde yanımızdan ayrılmamanız gerekiyor.”

Bu rezilliğe daha fazla katlanamazdım.

“Komiser Bey aradığınız şey salonda, buyurun,” dedim. Ardım sıra geldi. Dolabı açtım, Kitab-ı Zaman’ı çıkardım.

Gülümsedim.

“İşte burada kayıtlı,” deyip kitabın kapağını açtım.


[V. ZAMAN]

4 Aralık 2020 Cuma

Annemle beraber salonda oturmaktaydık. Polis yok, komiser yok, sıkıntı yok. Şu gereksiz şaka yüzünden bu cuma gününe bir kere daha gelmek zorunda kalmıştım. “Çok patinaj yapıyorum,” diye düşündüm. “Niçin kendimi tutamıyorum, niçin rahat durmuyorum? Ne bu acele? Ne bu telaş, Allah aşkına?” Bu sorularıma cevap bulacak durumda değilim. İçimde giderek artan bir heyecan var. Yani şu kitap elimde ve ben onu hayallerimi gerçekleştirecek şekilde kullanamadan durmak zorundayım.

Para için heyecanlanmıyorum, mesele para değil. Şükür, sıkıntısız geçinecek kadar maaşım, biraz yatırımım filan var. Bu hayat tarzı içinde para gerektiren herhangi bir ihtiyacım yok. Fakat büyük bir hayalim var, normalde hiçbir şekilde cüret edemeyeceğim kadar büyük bir hayal; dünyayı özgürlük çağına taşımak gibi, bunun sadece ütopyasını yazıyordum, kendimce planını yapıp bunu gerçekleştirebilecek insanlara ulaştırmayı düşünüyordum ama şimdi o kitap olağanüstü bir gücün kapısını araladı bana ve ütopik hayalimi gerçekleştirilebilir kıldı. Neredeyse camı açıp bütün Çankaya ahalisine haykıracağım: “Yeni bir dünya!”

Yarında olsaydım belki şu anda bu çılgınlığı yapar sonra bugüne tekrar gelirdim. Öyle gevşemiş zembereğim, öyle kalkmış üzerimdeki kontroller! “Zamanın kilidi açıldı ve ben serseri oldum iyice!” dedim.

“Senin gibi serseriye kurban olurum,” dedi annem öteden. Sesli söylemişim demek. Yanına gittim. Yaşlandığı için kurumuş, esmerleşmiş ve çillenmiş elini aldım, öptüm.

“Anacığım, benden razı mısın?” dedim.

Duygusallaşmıştı. Gözleri doldu.

“Ben razıyım razı olmasına da, sen Allah’ı razı etmeye bak oğlum!” dedi. Yanına iliştim.

Dedemden bahsettik, eski zamanlardan. Çocukluğunda anneme çok iş yaptırmışlar, hiç şımartmamışlar. “Babamın evinde gün yüzü görmedim,” diyor. Bu yüzden bir an önce evlenip evden ayrılmak istemiş. “Şimdiki kızlar evde prenses gibi yaşıyor, niye gidip de evlensin, elin adamına hizmetçi olsun!” Haksız değil. “Zaman kötü!” dedim. Bende takıntı olmuş bu zaman meselesi. “Zaman maman kötü değil, çocukları doğru yetiştirmiyor şimdikiler,” dedi. “Şimdikileri de siz yetiştirdiniz ama. Suç sizde o zaman!” dedim. Böyle faydasız konuşmalarla geçirdik zamanı.

Üçüncü zamanda cuma günü annemle bu konuşmaları yapmamıştım. Şimdi ikimizi ilgilendiren her şeyin geleceğini değiştirmiş olmalıyım. Fakat artık çok kararlıyım, piyasaya dönük çalışmamı sabırla yürüteceğim ve bir hafta adeta mezardaki bir ölü kadar sakin kalıp sonra geri döneceğim ve sabrımın meyvelerini toplayacağım.

Tam bunları düşünürken planımda ciddi bir sorun bulunduğunu fark ettim: Bir hafta yaşadım, sonra tık tık geri geldim diyelim, meyve topladığım anda gelecek değişecek ve benim ilerideki bir haftalık bilgi stokumun hiç anlamı kalmayacak. Evet, kesinlikle işlemeyecek bir plandı bu. Her zaman tek vuruş şansı var, hatta o da pek garanti değil.

Başka bir strateji kullanmalıyım… Hah, buldum! Piyasadan yararlanmak için benim geleceği bilmem şart değil ki! Her gün sonuna kadar risk alır, yatırım yaparım, akşam bakarım, iyi sonuç vermediyse geri döner o günü tekrarlarım, ta ki istediğim getiriyi sağlayana kadar. O zaman bir sonraki güne geçer onu en iyi pozisyonda kapatmaya bakarım. Harika!

“Harika!” diye bağırmışım bilgisayarın başında. Selma anneme bakıp, “Bunda bir haller var anne, baksana,” dedi. Annem güldü, “Bunların sülalesinde ayarsızlık var, sen şanslısın yine, en iyileri bu,” dedi.

Piyasalar kapanmıştı, şimdi yatırım yapamazdım. Pazartesi sabahını beklemem gerekiyordu.

7 Aralık 2020 Pazartesi

Sabah erken kalkıp fırından simit, poğaça ve su böreği aldım. Kahvaltıyı çabucak bitirip hemen yatırım planımı uygulamaya koyuldum. Bütün nakdimi yatırım hesabına aktardım. Sonra kredi kartı dahil hesaplarımdan çekebileceğim tüm kredileri de buna ilave ettim.

“Selma, döviz mi, altın mı borsa mı?” diye sordum. Selma’nın sezgileri çok güçlüdür.

“Döviz,” dedi. Tüm paramı teminata koyup vadeli işlemlerde en yüksek kaldıraçla dövize yatırdım. Şu da var ki işler kötü giderse acayip batacağım.

İşler o gün iyi gitti. Geri dönüp daha iyisini denemeye gerek yoktu. Bir sonraki güne geçebilirdim. Salı gün yaptığım yatırım ise tam bir felaket olmuştu. O günü üç defa geri sarmak zorunda kaldım.

10 Aralık 2020 Perşembe

Perşembe gününe geldiğime nakdimi üçe katlamıştım. Bu gidişle yılın sonuna kadar on milyon dolarları görebilecektim. On milyon dolar insanın her şeyi yapabileceği eşiktir.

O gün öğle vakti annem aradı. Koronaya yakalanmış. “İyi değilim,” dedi. Ateş ve öksürük varmış. Hastaneye yatmak için sıra bekliyormuş. Yoğun bakımlar dolu, öncelikli olanları yatırıyorlar.

“Sizden başkasıyla temasım olmadı. Dikkat et, sen de virüs kapmış olabilirsin,” dedi annem. Elini öpmüştüm ya, onu kast ediyor herhalde. Benden kapmış olma ihtimali yoktu. Kimseyle temasım olmamıştı. Çok dikkatli davranıyordum.

Çok geçmeden filyasyon takibi yapan sağlık ekipleri geldi, ilaç verip bizi karantinaya aldılar. Onlarla konuşurken şüphelendiğim tek teması hatırladım.

“Fırında çalışan bir Uygur çocuk var, Alp, en son gördüğümde öksürüyordu.” Ekip pek ilgilenmedi bu bilgiyle. Ben de hemen onların yanında fırına telefon ettim. Alp’i sordum.

“Maalesef Alp vefat etti dün,” dedi karşıdaki ses. Buz gibi oldum. “Allah rahmet eylesin, iyi çocuktu,” dedim, kapattım. Sağlıkçılara baktım dik dik, sanki çocuğu onlar öldürmüştü. Fırının ismini söyledim, yerini tarif ettim. Not alıp gittiler. İlgileneceklerini sanmıyorum ya.

İşler iyice karışmıştı. Alp’in ölümüne razı olacak mıyım? Ya annemin hastalığının sonuçlarına katlanacak mıyım? Ya kendi riskimiz? Biz de koronaya yakalanmış olabiliriz pekâlâ. Şu yatırımdan elde ettiğim kazancı korumak için değer mi? Peki geri dönersem daha iyisini yapabilir miyim? Bu soruların cevabını veremiyorum, ağır bir yük altında eziliyorum. Ah bu zalim kitap, olan biten her şeyin sorumluluğunu bana yıktı. Elimde hiçbir şey yok aslında ama en ufak bir kötülükten bile ben mesulüm sanki. Sanki her şeyi değiştirebilirmişim gibi. Belki de doğru şekilde değiştirmediğim için bu kötülükler başımıza geliyor. Böyle tuhaf, böyle saçma hislere kapılıyorum.

Kitab-ı Zaman’ı doğru kullanmadığımdan emindim artık. Bir yerde ciddi bir hata yapıyor olmalıyım. Kitabı açıp okumam ve talimatlara uygun bir şekilde kullanmam gerekiyor. Bunun için de tek çare var: Kitabın asıl sahibine sormalıyım. Yani Mecit Dedeme.

Dedemin vefat ettiği günden öncesine gitmem gerekiyor. Elimdeki beş günlük yatırım karından vazgeçiyorum. Hadi geri gidiyoruz. Dedeme, 2 Aralık tarihine.


[VI. ZAMAN]

11 Aralık 2021 Cuma

Hiç duraksamadan dokuz gün birer birer geri gidecektim. Günlük zaman yolculuğuna sabah 9’da başladım. Fakat daha ilk adımda yatırımdaki paramın azaldığını görünce aklıma müthiş bir fikir geldi: Nasıl olsa silinecek olan bu parayı niçin canımın istediği gibi kullanmıyorum? Şimdi burada 10 Aralık’ta birkaç gün oyalanır, paracıklarımı her gün sonuna kadar kullanırım, hevesimi aldıktan sonra yine giderim 2 Aralık tarihine, ne acelem var ki?

Böyle basit ve önemli bir fikrin aklıma bu kadar geç gelmesinden dolayı kendimi ayıpladım. Epey uğraşıp biriktirdiğim parayı boşu boşuna silecektim neredeyse. Oysa şimdi parayı kullanma konusunda tamamen özgürdüm. Silinecek olan bu günlerde hiçbir kurala, hiçbir ahlaki ilkeye, sözleşmeye, yasaya, cezaya tâbi değildim. Bu geri alınmış günlerden bana kalacak olan sadece bir hatıraydı, o kadar. Sadece benim gördüğüm bir rüya gibi. İki-üç ay önce rastladığım garip bir adam vardı, dedemin adaşı, rüyalarında yaşayan Mecit Bey, onun rüyaları gibi işte. İnsan rüyasında yaptıklarından sorumlu olmadığına göre ne yaparsam yapayım günah işlemiş de sayılmazdım. Bu müthiş bir şeydi; yeryüzünde dilediği gibi suç ve günah işleme özgürlüğü olan tek kişiydim. Tabii ki ölmemek ve kitabı kaybetmemek kaydıyla.

Her türlü ahlaki kaygıdan uzak bir erkeğin yapacağını yaptım tabii ki. Lüks bir araba, çok iyi bir mekânda akşam yemeği ve en iyi otelde kral dairesi imkanları ile planladığım kaçamak çok zor olmayacaktı. Ama bunu başarabilmek için üç defa geri gitmem gerekmişti. Detayına girmeyeceğim.

İstediklerimi gerçekleştirip tekrar 10 Aralık’a döndüğümde yeni baştan aynı hovardalık sürecine girmek için heyecan duymuyordum. Üstelik benden başkasının hatırlamadığı ve kimseye anlatamayacağım bu kaçamağın zevk verecek bir hatırası da kalmamıştı. Gerçekten bir rüya gibiydi, hatta hiç olmamış gibiydi. Anlamını yitirmişti. Öte yandan yaptıklarımdan dolayı derin bir suçluluk hissinden kurtulamıyordum.

“Tam bir saçmalık oldu bu,” dedim ve duraksamaksızın geri dönüş planıma kaldığım yerden devam etmeye karar verdim. Bu kaçamağı unutmak istiyordum, o yüzden bu dönemi ayrı bir zaman olarak adlandırmayacaktım. Altıncı zamanda yaptığım bir patinajdı sadece. Kaybolup gidecekti.

Yeniden günlük seyahate başladım. 5 Aralık’a geldiğimde kitap elimdeydi. 4 Aralık’tan öncesinde kitap yok. O günden itibaren hemen arabaya atlayıp Ankara’dan Maşukiye’ye gitmem gerekti. Hiç vakit kaybetmeden, hız sınırlarına aldırmadan, ortalama 180’le gidiyordum. İki buçuk saat sonra dedemin evinde oluyordum. Kimseye aldırmadan dipteki küçük odaya giriyor, sandığı açıp içinden bohçayı çıkarıyordum. Kitap orada duruyordu. Kitabın kapağını açıp bir önceki güne dönüyordum.

2 Aralık 2020 Çarşamba

Ankara’dayım. Yine yola çıkıp Maşukiye’ye gitmem gerekiyor, fakat bu defa o kadar acele etmiyorum. Çünkü bugünden daha geri gitmeye niyetim yok.

Şimdi altıncı zamandayım. Önceki zamanların hepsi yok oldu. Oralardaki suçlarım affedildi. Yarın bu yoldan geçerken tüm radarlara yakalanmıştım, şimdi hepsi temiz. Ya günahlarım? Kayıp olan yarınlarda işlediğim günahlarım da silindi mi acaba? Şu anda yaşanmamış sayılan o zamanlardan dolayı günah olmamalı. Hem kimseye, yani şu anda yaşayan hiç kimseye bir zararım dokunmadı. Kimse benden şikâyet edemez. Yine de ben o fiilleri bilinçli olarak işledim, zamanda geri gitmem neyi değiştirir ki? Allah katında zamanın gerisi ilerisi mevzu bahis olmaz. Yaptığının karşılığını görür insan. Günah günahtır. Peki, ya ben bu günahları günah değil zannıyla işlediysem ne olacak? İnsan inandığından sorumlu değil midir? Neyse, bu mesele karışık.

Maşukiye’ye vardığımda dedemin evinde kendisi ile bakıcısından başka kimse yoktu. Dedem yarınki kadar kötülememişti ama yine de hasta, yatağındaydı. Başucuna vardım, elini tuttum.

“Şeref sen mi geldin?” dedi cansız bir sesle.

“Evet, Mecit Baba, benim,” dedim.

Bir sessizlik oldu.

“Mecit Baba!” diye seslendim.

“Hııı,” dedi.

“Mecit Baba, Kitab-ı Zamanı nasıl okumalı?”

Kafasını bana çevirdi, feri sönmüş gözlerini açtı.

“Beni öldürecek misin?” dedi.

Bir tuhaf oldum. Dedem paranoyak mı olmuştu?

“Olur mu hiç öyle dede?” dedim hayretle.

“Kitabı açtın mı sen?” diye sordu hırıltılı bir sesle.

“Evet, açtım, ama okuyamadım. Nasıl okuyacağım?”

“Kim verdi sana kitabı?”

“En başta sen verdin dede. Sonra da ben aldım.”

“Yaa!” dedi belirgin bir hayal kırıklığı ile.

“Nasıl okuyacağım kitabı?”

“Paltoyu giy,” dedi, kafasını öteye çevirdi. Bu hiç aklıma gelmemişti. Bakıcıya seslendim.

“Melike abla!”

“Efendim Şeref Bey.”

“Küçük odadaki sandıkta bir peştamala sarılı bohça var, onu getirsene bi zahmet.”

Biraz sonra bohça geldi. Aynı bohça, aynı karakedi esansı kokusu.

“Ne varmış bu bohçada?” diye sordu Melike abla.

“Dedemin paltosu,” dedim. “Benim giymemi istiyor.”

Melike abla dedeme bakıp başını salladı, bu palto işine akıl erdirememişti, dedem gibi bir ihtiyarın eski paltosunu Şeref Bey ne yapsındı!

Dedem benden yana döndü. Elimi tuttu, sıktı.

“Şimdi giyme,” dedi. Kafamı salladım. Elbette şimdi giymeyeceğim. Kitabımı eve götürmeli, güvene almalıyım önce. Bunun için aradan bir gün geçmeli ki tekrar kitap için koşturmak zorunda kalmayayım. Ne olur ne olmaz.

Yarın ölecek olan dedemin elini öpüp Ankara’ya döndüm.

3 Aralık 2020 Perşembe

Paltoyu giydim. Kitabı açtım. Hiçbir şey olmadı. Düne gitmedim. Kitabın sayfasını görebiliyordum. İlk sayfada şunlar yazıyor:

Kitab-ı Zamanı Nasıl Okumalı?

  1. Paltoyu giyersin

  2. Kitabı açarsın

  3. Okursun

Bu pek gereksiz bir bilgiydi. Zaten paltoyu giymeden okuyamıyorsun ki! Sayfayı çevirdim. İkinci yaprakta şu yazılar vardı:

Kitab-ı Zamanı Nasıl Kullanmalı?

Kitab-ı Zaman neye yarar?

Kitabı açtıkta kendini dünde bulun.

Düne ne götürebilin?

Bildiğini bilin.

Ya gelecek nasıl gelecek?

Gelecek ya, kim bilir nasıl gelecek!

Kim kullana bu kitabı?

İlla sahibi, ta ki öle.

Elin kitabını açarsan?

Görüp bakamayasın ha!

Başka ne var?

Şu da var; bir kere okuduktan keri kitabı bir dahi kullanaman.

Üçüncü yaprakta sadece “Kitab-ı Zamanı Nasıl Kapatmalı?” başlığı vardı. Bundan sonra herhangi bir yazı yoktu. Kitabın geri kalan 100 kadar sayfası tamamen boştu. Kitabı kapattım, açtım, kapattım tekrar açtım. Hiçbir şey olmadı.

Bitmişti. Kitabı kullanamayacaktım artık. Hazinemi yitirmiştim.

Telefon çaldı. Arayan dayımdı. Dedem şimdi vefat etmiş olmalı.

Nasıl umutlanmıştım oysa. Para, özgürlük, ütopya, hayaller… Her şey bitti.


Şeref Efe

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page