Çok zayıftı. Kolları aşağı düşmüştü, hiç yaşamamış gibiydi. Rengi koyuya kaçmış, silueti iyice hasta görüntüsü almıştı. Yerle, gökle bağlantısı kesilmişti. Sanki hiç var olmamıştı. Gölgesi hiç önüne düşmemiş gibi, dibinde hiç ot bitmemiş gibi… Cinayetti bu. Dostuma bunu kim yapmıştı? Onu bu hayattan kim çekip almıştı? Bunu kimin yaptığını bulmak için çok az görgü tanığı vardı: Kiraz ağacı, biraz ot ve kuşlar…
Coşkusu gövdesinin her yerinden belli olurdu önceden, hele bir de bahar ise... Neşesini, hüznünü renklerinden anlardınız. O parkın en güzel yerine kurulmuş koca bir armut ağacıydı. Her mevsim karşısındaki kiraz ağacının altına oturup onu izlerdim. İlkbaharda tatlı bir yeşil olan yaprakları sonbaharda şahane bir kızıla bırakırdı kendini. Resmen mevsimlere teslimiyet gibiydi bu renk geçişleri. Karşısında oturup onu izlerken bir de türkü tuttururdum dilime.
“Armut ağacı, armut ağacı başında tacı…”
Yalnızlık böyle bir şeydi işte. Ya tutkuyla eve bağlanıp bir odada eski anıları yâd ederdin ya bir kahvehanede zift gibi çayları gün gibi yudumlaya yudumlaya bitirirdin. Ben de tesadüfen bir yol seçmiştim kendime.
Yürüyüşe çıktığım bir sabahtı. Parkın önünden geçerken gözüme bir armut ağacı ilişti. Meyveleri üstünde yokken onu fark etmemiştim bile. Çocuksu bir hevesle bir tane armut koparıp karşısındaki banka oturdum, yemeğe başladım. Patenli gençler, ağlayan çocuklar, gülüşen kadınlar, aceleci adamlar geçiyordu önümden. Armut bitmişti ama ben orada oturup kalmıştım. Sonra o hengâmenin bana iyi geldiğini anladım. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Eşimi kaybettikten çok uzun süre sonra andan keyif alabildiğim ilk seferdi bu. Ben de her gün usul usul yürüyerek bu banka oturmaya geldim. Tepemde bir kiraz ağacı karşımda bu armut ağacı gelen geçenle oyalandım. Armut ağacı ile dertleşmeye başladım. Gide gele arkadaş olduk. Onunla arkadaş olmamız yetmezmiş gibi bazen bankta oturanlarla da sohbet eder, denk gelince selam eder olduk. Bildiğin sosyalleşme mecrası oldu benim için armut manzaralı bank. Hayatıma umut oldu.
Karşısına oturup her derdimi mırıl mırıl anlatmaya başladım. Karşılık olarak bazen yapraklarını hışırdattı, sonbaharsa olgun bir meyvesini yere bıraktı, bazen de sanki gövdesindeki sert kabuklarla göz kırptı.
Birkaç zaman sonra benim armut ağacıma bir şey olmaya başladı. Tadı kaçtı. Üstündeki kuşlar arttıkça ve ben onların güzel ötüşleriyle neşelendikçe, armudumun keyfi uçtu gitti. O gösterişli ağaç gözümün önünde eriyip kaldı. Boş işler ustasıydım ya hemen peşine düştüm onu bu hale getiren şeyin. Benim armudun dibine kesin birileri kimyasal bir madde döküyordu, o yüzden erimişti benim güzel ağacım. Kiraz ağacını tembihledim. “Gelene geçene bak kız, burada boş duracağına bizim armuda kim ne yapıyor öğren,” dedim ama hiç yanıt alamadım tabii ki.
“Onca yıldır gelip gidiyorum, Kiraz Hanım, hatır için sahip çık Allah aşkına bu cinayet meselesine…”
Oralı olmadı. Sıklıkla baskınlar yapıp, bir köşeden gizlice armut ağacını izler oldum. Ama çabalarım sonuç vermiyordu. Benim armudu zehirleyen katili denk getiremiyordum.
Bir akşamüstü umutsuzca, yalnızlığımı da her zamanki gibi koluma taktım, bankıma yollandım. Bu defa bir hanımefendi oturuyordu bankımda. Bankın diğer ucuna da ben oturdum. Kendi kendime konuşmaya alıştığımdan sesli düşünmüş olacağım ki dönüp bana, “Anlayamadım Beyefendi, bana mı bir şey dediniz?” diye sordu.
Şaşırdım. Duyulacağını düşünmemiştim.
“Armut diyordum hanımefendi,” dedim, “bir armudu öldürüyor, nasıl caniler var diyordum, rahatsız etmedim umarım.”
Bana baktı, sonra armuda döndü.
“Ne zamandır bu halde? Kurumaya yüz tutmuş. Seçemiyor da gözlerim, üzerindekiler ökse otu mu?”
“Bilmem. Ökse otu mu adı? Ben o otu ve beyaz meyvelerini pek severim, armut ağacının tacı onlar,” diyerek gülümsedim.
“Emekli ziraat mühendisiyim ben, uzun yıllar Tarım Bakanlığı’nda çalıştım. Birazcık anlarım bitkilerden, ağaçlardan,” diye, hafif bir tebessümle karşılık verdi bana.
“Ah ne şans, ben de günlerdir armudu kim zehirliyor diye katilleri arıyorum parkta. Yaşlı ama sağlıklı bir ağaçtı, ne olduysa bahardan bu yana oldu,” dedim ve istemeden kadını baştan ayağı süzerken buldum kendimi. Ne hoş bir kadındı. Sağ elinin zarif parmaklarıyla ağacın üst dallarını işaret etti.
“Bu neşeyle ötüşen ardıçlar yok mu, ökse otuyla onlar bu cinayetin müsebbibi.”
Söylediği karşısında şaşırmış, hatta şok olmuştum. Şaşkınlığımı yüzümden okuyup başladı anlatmaya. Kuşlar ardıç kuşuymuş, armut ağacının tacı dediğim de ökse otuymuş meğer. Sevgi pıtırcığı sandığım o ot bitirmiş benim armudu. Katili olacakmış neredeyse. Ardıç kuşları da bu ökse otunun meyvelerini yiyerek bağırsaklarında çimlenecek duruma getirir, kondukları diğer ağaçlara pislikleriyle yeni tohumlar ekermiş. Bu ardıçlar, karatavuklarla aynı ailedenmiş.
Kadın anlatıyordu, ben de bunca sene bunları nasıl da bilmeden yaşamışım, diye hem şaşkınlık hem de hayranlıkla dinliyordum onu. Armudum ve katilinden uzaklaşıp yeni arkadaşıma dikkat kesilmiştim. Aralık ayında eğer ona yardım edersem ökseleri temizleyebileceğimizi söyledi. Belki de canlanırmış armudum. Ona göre canlanma ihtimali yüksekmiş. Üstelik tek bir katil değil, katiller varmış iş birliği yapan. Ökse otunun kendi hayatını sürdürmek için ardıçlarla yaptığı gizli bir anlaşmaymış bu cinayet. Ardıçlar sırf âşık oldukları o güzelim ökse otlarının çoğalması ve onları daha çok öpebilmek için ağaçlara kıyıyorlarmış. Ah aşk…
Bir de Amerikan geleneği varmış. Yeni yıl zamanı Amerikalılar bu ökse otunun altında öpüşürlermiş. Ökse otları sevenleri de buluştururmuş meğer.
Neler oluyordu? Bir anda ökse otuna bile anlayış göstermeye başlamıştım. Sadece cinayetlerin değil, aşkların da müsebbibiydi bu armut ağacının tacı sanki.
Benim gibi armudun haline dertlenen yeni arkadaşımla ökse otunu öldürmek için bir sözleşme yaptık. Aralık ayında çiçeksiz, tohumsuz kalan ökseleri kesecektik. Ama ben o kadar beklemek istemiyordum.
“Bence aralık ayını beklememeliyiz, bir an önce işe koyulup bu katilleri zapt etmeliyiz. Hem meyveleri eskisi kadar ballı olmasa da hâlâ güzel, başkalarına kaptırmayalım,” deyiverdim.
Ne olduğunu anlamamıştım. Uzun zamandan sonra bu cinayetin peşine düşerken kalbim ateşe mi düşmüştü? İstemsizce gülümseyip duruyordum. O da tatlı tebessümüyle, olur, anlamında başını salladı. Heyecanla, “İsminizi bahşeder misiniz?” diye sordum.
“Kiraz,” dedi.
Ah kiraz… Kiraz Hanım katilleri bulmuştu.
Ümit Yaban
After Life dizisindeki Tony'yi hatırlattı... Hayatta, herşeyin bitti dediğimiz yerde, yeni bir
başlangıç olabileceğini ne de güzel hissettirmişsiniz. Gönlünüze sağlık.
Çok güzel çok akıcı bi hikaye olmuş ellerine sağlık ümitciğim 👏👏❤️