“Çiya bilind in te nabînim
Gul sor bûne naqetînim
Weyla min rebenê, ser çiyayê dêran re ti deran nahebînim”[1]
Keldânî Ağıdı
Arnouville, Fransa’nın kuzeyi 2015.
Sonunda kararını vermiş. Gitmeye hazır ama pazar sabahı arayıp bizi öğle yemeğine çağırıyor.
“Akşamdan buzdolabının fişini çekip içini temizledim.Ben yokken uğraşamazsın. Bozulmadan şu etleri kızartmam gerek. Tabaklarınızla çatallarınızı getirmeyi unutmayın. Her şeyi bodruma kaldırdım,” diyor.
Telefonu kapattıktan sonra ahizenin başında bir dakika daha duruyor, sokağı izliyorum. Pazar ayini bitmeden çıkan birkaç kişi gülüşerek yürüyor. Andre’nin arkamda durduğunu fark etmiyorum. Omzuma dokunuyor. Rüya görürken uyandırıldığımda olduğu gibi irkiliyorum. Şimdi sokağa bakarken az önce hissettiklerimin, annemin, geçmişimin de bir rüya olup olmadığını düşünüyorum. Andre tekrar omzuma dokunuyor. Dönüp gülümsüyorum.
“Bu gülümsemeyi tanıyorum ben. Hazırlanmamız gerek,” diyor.
Piknik için kullandığımız plastik tabakları, çatalla kaşıkları sepete yerleştiriyorum. Amelie’yle Lion oyun oynayacaklarını sanıyorlar. Biri itfaiyesini diğeri tabletini sepete koymaya çalışıyor, yakalıyorum. Çatık kaşlarımın sebebi bu sanıyorlar ama kızmıyorum. Sevdikleri oyuncakları yanlarına almalarına izin verdiğim için birbirine bakıp seviniyorlar. Annemin evi bir sokak aşağıda. Çocuklar önümüzde yürürken sepetin ağırlığını paylaşıyorlar.
“Bu bir ayrılık değil,” diyor Andre kulağıma.
“Yüz yıl önce olanları biliyorsun,” diyorum. Yaklaşıyoruz. Her zamanki yerinde, giriş katın penceresinden, sokağı izliyor. Kimseyi veya hiçbir şeyi beklediğinden değil. Bizi görünce dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşiyor. Çocuklar pinyatanın hevesli oyuncuları gibi içeri dalıyorlar. Annem çenesiyle kapının sövesini gösteriyor bana. Sağ elimi tavus motifine sürüp dudaklarıma götürüyorum. Havalandırılmamış, hatıra dolu havasını soluyorum odanın.
Masada kızarmış tavuk, biraz salata, haşlanmış mısır. Şimuni, berjerine tekrar oturuyor. Sokağın sakinliğine vermiş kendini. Masadakiler sabırsız, lades kemiği için kıkırdaşıyor. Andre’yle göz göze geliyoruz. “Ben idare ederim,” diyor bakışlarıyla. Annemin karşısına oturuyorum. Kenarları iğne oyalı laçikini gözlerine kadar indirmiş. Kirpik diplerinde, göz pınarlarında biriken hasrete bakıyorum. İçinde depreşen eski sıkıntılar, kuluçkaya yatmış korkular da var. Gitme anne, senin geçmişin de geleceğin de artık biziz, diyemiyorum. Elindeki siyah beyaz fotoğrafı alıyorum. “Dade,” diyor. Annesiyle tek çocukluk hatırası. Siyah, incecik bir örtü var başında kadının. Küçük Şimuni’nin kurdeleli saçları iki yanında toplanmış. Çocuksu bir şımarıklıkla annesinin kucağına yayılmış. Susuyoruz.
Odaya bakıyorum. Her şey yerli yerinde. Sadece koltukların üstüne çarşaf sermiş. Duvardaki fotoğrafların üstünü kapamış. Bir tekbabamın fotoğrafı gülümsüyor. Kendi Kato Dağı’nda olsa da gülüşü bizimle, diyor. Bu beni korkutuyor çünkü biliyorum ki insanla toprağı arasında görünmez bağlar var. Bu bağlar ölüm çağırdığında geriliyor. O da gitmek istiyor, anlıyorum. Kök salıp yeşeremedi bu topraklarda. Gözleri sokağın köşesinde. Bu sokakta her pencere üzerine dikilmiş bir gözdü yıllarca. Şimdi gördüğü Rue Jean Jaures’in değişip duran görüntüleri değil. Beytüşşebab’ın eteklerine gelen bahar, Habur çayının gülümseyen suları, el değmemiş Faraşin yaylasında uçurtma uçuran çocukluğu. Dimağına dağlanan suretler. Uzun zamandır toprağından çalınmış bir şakayık gibi köklerinin bulunduğu bahçeyi arıyor. Başta kızgındı ben küçükken. Havaya, suya, Tanrı’ya bile. Artık sadece kırgın. Mücadeleye dahil olmayanlar olanlardan çok daha incinirmiş. Görüyorum.
Elini bana uzatıyor. Bir damlanın içine incecik işlenmiş unutma beni çiçeği, bir çift göz nuru var ayaları aklaşmış avuçlarında. “Bazn beta,”[2] diyor. Atalarının anılarını bana emanet ediyor annem. Tek kelime edemiyorum. Sükûtumu ikrara yoruyor.
Defteri kapatıyorum. Uçağa sessizlik hâkim. İnişe daha iki saatten fazla var. Parmaklarım kulaklarıma gidiyor. Şimuni, telkârilerini son kez taksın diye eve dönüyorum.
[1] Dağlar yüksektir seni göremiyorum, Güller al al olmuş koparamıyorum, Şu zavallı halime bak ki çiyayê dêrandan başka bir yeri sevemiyorum. [2] “Evime gidiyorum.”
Şeyda Başer Eroğlu
Komentarai