top of page

Öykü- Nesrin Erek- Akrep

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 5 gün önce
  • 3 dakikada okunur

“Kızılcıklar da olmuştur, ceplerimizi dolduralım,” diyor Yavuz, “annem de sever hem.”

Aklı fikri yemekte, obur şey ne olacak. “Cepte kızılcık taşınır mı hiç, ezilir, biraz daha yakacak toplayalım, sonra bakarız.” Yüzünü ekşitiyor ama bir şey demiyor. Yürüdüğümüz yer çalılarla kaplı, en zoru da şu böğürtlenlerin arasından geçmek. Elimdeki sopayla dalları kenara çekmeye çalışıyorum, dalın biri kurtulup ona çarpıyor. Hemen yanağına götürüyor elini, “Çok acıdı,” diye söyleniyor. Dikenlerin çizdiği yeri ovuşturuyor, süzülen kan çenesinden damlıyor. Sırtımdaki yükün ipini gevşetip odunları yere bırakıyorum. Gözüne gelmedi neyse diye avutuyorum onu, kanı gömleğimin koluyla siliyorum. “Çeşmede yıkarım boş ver,” deyip sola dönüyor, yamaca yöneliyor. “Bu yüklerle oraya çıkamayız,” diyorum, beni dinlemiyor. İyice aksileşti bu. Gözlerini kısarak oradaki ağaçlara bakıyor, “Belki birkaç kuru dal buluruz meşelerin altında, yoksa ovayı seyrederiz,” diyor. Babam aklıma geliyor, o da çok severdi ovayı seyretmeyi. Yamaçta otururken bize masallar anlatırdı. Bazen devler olurdu anlattıklarında, bazen de konuşan hayvanlar. Şaşkınlığımızı gördükçe sevinir, domuzların, kuşların, kurbağaların bile taklidini yapardı. Bütün yorgunluğumuz geçerdi gülerken. Şimdi öyle mi ya? Bekir baba hiç benzemiyor ona. “Hadi gelsene,” diye bağırıyor Yavuz, yükümü sırtlanıp peşine takılıyorum.

Çeşmeye vardığında odunları yalağın önüne bırakıyor, “Oraya kadar bunlarla çıkacak değildim herhalde,” diyor. Ne oluyor buna? Odunları aynı yere koyuyorum. “Neyin var senin?” Üzgün gibi bakıyor, çeşmeye eğilip yüzünü yıkıyor, avcuna dolan suyu içiyor. Başını kaldırdığında, “Hiç,” diyor. İçim yanmış, ben de su içiyorum. Etraftaki yaban naneleri ne güzel kokuyor. Yalağın yanındaki taşa oturuyor, eline aldığı kozalakla taşın kenarındaki yosunları eziyor, çıkan keskin koku nanelerinkini bastırıyor. Duman’ın çok değiştiğini, hırçınlaştığını, ne zamandır onunla hiç oynamadığını söylüyor. Bu muymuş derdi. Gülüyorum, “Büyüdü de ondan, oyun mu oynarmış koca köpek.” Hemen arkamdan bir hışırtı geliyor, ikimiz de oraya bakıyoruz. Kızıl renkli bir sincap var ağaçta, pençelerine kıstırdığı yuvarlak şeyi evirip çeviriyor. Meşe palamudu herhalde, dişleriyle onu kırmaya çalışıyor. En sonunda kırılıyor kabuk, yere düşüyor. Büsbütün mü yedi ne, pençelerindeki şey birden yok oluyor. “Acıktım,” diyor Yavuz, sincaba bakarken. Benim de karnım gurulduyor. Annemin yanımıza verdiği poşeti açıyorum, birkaç karınca girmiş içine, onları elimle uzaklaştırıyorum. Haşlanmış patatesin birini Yavuz’a uzatıyorum. Merakla poşete bakıyor, boştaki eliyle yufkaları kaldırıyor. Biraz da zeytin koymuş annem. Yüzü değişiyor. Patatesleri soymaya başlıyoruz. Keşke iki dilim peynir de olsaydı, canı istemesin diye bir şey demiyorum. Sessizliği içimi sıkıştırıyor. Patatesi deminki sincap gibi iki elimle tutarak ağzıma yaklaştırıyorum, ben koca patatesi ağzımda çevirdikçe gülüyor, o güldükçe daha hızlı çeviriyorum. Patates parçalanıp düşüyor, yerdeki çamura bulanıyor. Gülmesi yüzünde donuyor. Omzunu tutuyorum, “Olsun, üzülme, zeytinle doyarım ben,” diyorum. Patatesini bölüyor, yarısını bana veriyor, ben alınca yeniden gülümsüyor. Güldüğünde anneme çok benzediğini söylüyorum.  Yine durgunlaşıyor, annemin artık gülmediğini söylüyor. Gözlerini aşağıda uzanan ovaya dikiyor. “Babam hiç azarlamazdı bizi.” Doğru, bize kıyamazdı o.

Rüzgâr estikçe sallanan başaklar, sarı bir deniz gibi dalgalanıyor. Babamın anlattığı korsan masalını hatırlıyorum. “Ovadaki dalgaları görüyor musun,” diye soruyorum. Başını sallıyor. “Bir korsan vardı hani, babam anlatmıştı, gemilerde tutsak edilen kadınları kurtarıyordu.” Evet diye atılıyor, “Anlatsana abi, hadi n’olur.” İşaret parmağımı sarı denize doğrultuyorum, “İşte gemisi orada,” diye bağırıyorum. “Ejderha başlı uzun bir burnu var geminin, bütün yelkenlerini açmış gidiyor. Hızlandıkça daha güçlü çarpıyor dalgalar, güverteye köpükler doluyor. Elinde uzun bir kılıçla duruyor iyi korsan, gözleri ufukta kötü adamların gemilerini arıyor. Uzaklarda simsiyah bir gemi beliriyor. Dümeni o yöne kırdırıyor korsan, yaklaşıyor siyah gemiye, kadınların çığlıkları duyuluyor. Korsanın adamları halatlardan kayarak geminin güvertesine atlıyorlar, çarpışan kılıçların sesi dalgaların sesine karışıyor.” Ayağa fırlıyor Yavuz, kolları yukarıda zıplıyor. “Bütün kadınlar kurtarılıyor, yüzlerinde çiçekler açıyor. Korsanın gemisi bahar gelmiş ova gibi kokuyor. Siyah gemi atılan toplarla paramparça oluyor, o battıkça duruluyor deniz, bütün hırçınlığı kayboluyor.” Boynuma sarılıyor, “Duman’ın hırçınlığı da geçsin, annem de gülsün yine,” diyor. O an göğsüme bir dev oturuyor, nefesim kesiliyor. Yere bırakıyorum kendimi, “Bekir baba kötü biri değil aslında.’’ Yanıma oturup elini dizime koyuyor. “Sen kasabaya çalışmaya gittiğinde olanları bilmiyorsun. Koyunumuzu kurt kaptı diye kürekle dövdü o Duman’ı, anneme de vurdu hem,’’ diyor. Annemin suskunluğu, Duman’ın Bekir’i gördüğünde kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırarak uzaklaşması, bir köşeye oturup babamın son nefesini verişi gibi burnundan tıslaması bundanmış demek. Elimi sırtına yaslayıp, “Kalk hadi, derenin oradaki kayalıklara gideceğiz,” diyorum. Ürkmüş gibi bakıyor. “Deli misin, akrep kaynıyordur orası, babamı öldürdü onlar.” Kolundan çekiştiriyorum, “Bir tanesi eksilse bir şey olmaz değil mi? Geçenlerde aşağı köyün imamının yatağına girmiş biri, sokuvermiş adamı, o da ölmüş. Annemi düşün, Duman’ı, Bekir’in son tavuğumuzu midesine indirişini, bize kalan kemikleri düşün.”


Nesrin Erek

 
 
 

Yorumlar


bottom of page