top of page

Öykü- Burhan Barak- Uyandığımız Rüyalar

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 1 dakika önce
  • 6 dakikada okunur

Dükkânların vitrinlerine bakınarak ana caddeyi iki taraflı boylu boyunca turladı. Birkaçına da girip çıktı ama o kadar lükslerdi ki işçi olarak bile olsa buraların adamı olmadığını, olamayacağını, doğuştan gelebilecek o asalet yetisini kolay kolay kazanamayacağını, insan kaynaklarında insanlığın farklı boyutuna evrilebilmeyi başaran hanım abla ve bey abiler, eğip bükme gereği duymadan, suratından çok kılığına bakınarak, bazıları buton burunlu olduğunu unutup kıvırmaya çalışarak takır takır söylediler. Açık sözlü olmayı severdin Saim Efendi, al sana açık sözlülük, diye içten içe kendine kızdı oracıkta. Ağızlarını eğip bükerek kurmaya çalıştıkları birkaç cümleden sonra anladı ki açıklık felsefeleri arasında ulu dağlar ile köyündeki boz bayır kadar fark vardı. Şimdi suçun topunu onlara atıp mağduru da oynamak istediğine aldanmayın. Evden çıkmadan önce yadsınamaz olduğu kadar zoraki de sayılan birden fazla hatayı kuşanıp koyulmuştu yola. Fatura kabarmasın diye ütülemeden giyip çıktığı gömlek-pantolon, altı yıldır sırtına taktığı, omuzlarında yer yer kelleşmelerin baş gösterdiği ceketle zihnindeki umutsuzluk birleşince takım ruhunu yekten kaybetmişlerdi. Neyse ki evde muntazaman boya bulunduruyor, iş aramaya çıkacağı günün akşamında kunduralarını bir güzel boyuyor, derisinde oluşmaya başlayan çatlakları kapatayım diye de bolca cila sürüyordu. Topuklarında içten dışa, bir penguen gibi yürümesinden kaynaklı erimeler vardı ama işi alıp alamamasında onların kusuru olamazdı. İnsan kaynakları ablalar ve abiler, Saim olumsuz yanıtı alıp odaya veda ederken muhtemelen arkasından da onu şöyle bir süzüyorlardı. Önden çok da hoşlarına gitmeyen bir arabanın arka tamponundaki göçükleri fark edince arabayı almaktan vaz geçmenin haklı gururunu yaşayan yeni evli çiftler gibi, “İyi bir karar vermişiz hayatım,” diyerek gönül rahatlığıyla bir Americano daha söyleyip Instagram Story’lerini kaydırmaya devam ediyorlardı.

Ana caddeyi sağlı sollu turlayıp umduğunu bulamayınca ara sokaklara girip çıkmayı denedi. Buralarda caddedekilerden daha gösterişsiz dükkânlarla o dükkânlara depo görevi üstlenen atölyeler olurdu. Maaşın daha düşük, iş yoğunluğunun daha fazla, ağızdan çıkan sözlerin daha küfürlü ama daha hayattan olduğu bu dükkânlarda işini görürdü. Ne de olsa caddeye nazaran görüntüsü de ruhu da kendini buralara yaraşır hissediyordu. Her sokağın caddeye açılan yolunun sağından giriyor, solundan çıkıyor, başka bir sokağına ulaşmak için yeniden caddeyi kullanıyordu. İki dikim atölyesine, üç depoya, bir çay ocağına girip camlarındaki A4’lerde yazılı “Acil İşçi Arıyoruz”lara güvenerek görüşmeler yapabildi ama elinde çay tepsisi, dükkân dükkân, masa masa dolaşan çaycı insan kaynakları abimiz bile kendi işinde deneyimli elemana ihtiyaç duyuyordu. “Taşırım, elim ince işlere yatkındır,” filanlarla yalandan ikna etmeye çalıştığı sırada öfkelenip, “Benim işim başımdan aşkın kardeşim, senin de yaşın bu işi yapacak zamanları aşmış, var git yoluna,” diyerek dükkâna girdiğinde içmesi için masaya bıraktığı bardağı, Saim henüz bir yudum almışken, önünden çekip el çabukluğu ile kazanın üzerinde demlenen çaydanlığın içine boşalttı. Bardağı musluğun altında bir tur çalkalayıp suyu süzülsün diye temiz selesinin içine ağzı üstü bıraktı. “Anlaşılan senin elinden kabuklu ceviz bile yenmez dayı,” deyip dükkândan çıktı. Sesli söylemek isterdi bunu ama yakınlarda iş bulup iki çay söylediği dükkânın onunki olma ihtimali gözünün önüne geldi. Saim’i yeniden gördüğünde, “Kabuklu kozu yeme ama bu balgamlı çayı iç,” diyerek ona getireceği çayın içine tüküreceğini hayal edip sesini kıstı. Hem yaşı yaşına denk ya da yaşı yaşından büyük bir çırağı haklı olarak kimse istemezdi. Çırak dediğinin eti senin, kemiği vârislerinin olmalıydı ki bir sakarlık yaptığında sövüp sayabilsin ustası, yetmedi tokadı aşk edip beynine pıhtı attırabilsindi.

Böyle böyle onu reddeden her insan kaynakları ablamız ve abimizin kararına kendince geçerli sebepler bularak ilerliyorken elinde rahlesi, kafasında simit dolu tepsisiyle geçenlerde sahilde tanıştığı Haydar’ı gördü. Avaz avaz bağırıyor, midesi boş olanların aklına karpuz kabuğu değilse de bir şeyler düşürüyor, isteyen olduğunda, rahleyi açıp tepsiyi üzerine yerleştirerek müşteriyi başından savması, otuz saniyesini almıyordu. Saim’i görür görmez yanına seğirtti. Bir anda tüm aceleci tavırları duruldu. “Ooo merhaba Saim abi, hayırdır sen buralarda?” diye kırk yıllık ahbap edasıyla sorup sual eyledi. İyi de geldi aslında, sanki birinin onu, içine düştüğü bu girdaptan kurtarmasını bekliyormuş gibi hissetti. Öyle rahatladı ki Haydar’ı görünce, tokalaşmakla kalmayıp yüzünü yüzüne dayadı samimiyetle. Haydar biraz yadırgar gibi baktı ama hoşuna gittiğinden emindi. “Sorma be Haydar, sabahtan beri camekânında iş ilanı gördüğüm her dükkâna girip çıktım ama neredeyse akşam olacak, elim yine boş döneceğim eve. Karnımın gurultusu da yanıma yoldaş oldu kaç saattir, bir simit ver hele,” dedi. Haydar peçeteyle yakaladığı bir gevreği ona uzatırken “Böyle olmaz Saim abi, şurada çayları harika bir ocak var, sana bir de çay kapıp geleyim,” diyecek oldu. Kolundan yakalayıp, “Aman Haydar dur, ben az evvel o ocağın çayının tadına baktım,” diyerek mâni oldu. Ardını da getirecekti az kalsın ama belli ki Haydar’ın ara sıra uğrayıp bir bardak çayıyla keyif çattığı bir yerdi burası. “Dediğin kadar var, çayları pek güzelmiş,” diye onu tasdikledi. Zavallı Haydar’ın günde bir bardaklık çay keyfine limon sıkacak değildi ya.

Simidi iştahla yiyip bitirince, Haydar, çekine çekine konuşmaya başladı. “Bak Saim abi, eğer arzu ettiğin gibi bir iş bulamazsan tablacılığa ne dersin? Bizim işte daima adama ihtiyaç vardır. Patronlar tablanı, tepsini de verirler sana. Sermaye de gerekmez. Bir gün evvelki simitlerin ana parasını bir gün sonraki simitleri almaya gittiğinde ödediğin sürece hiçbir sıkıntı yaşamazsın. Başlarda elliyle koyulursun işe, kalan olmadığı her gün bir on daha ekletir, devam edersin. Zaten on günden sonra hangi mekânda kaç tane satacağının hesabı ortaya çıkmış olur. Tek sıkıntı, başka tablacının bir yerde bulunduğu saatte oraya varmayacak, onun mekânında simit satmayacaksın abi. Zaten hepimiz böyle yaparız, birimizin sekizde geçtiği sokaktan başka birimiz dokuzda geçeriz. Tepsileri erken boşalan diğerine telefon eder, uğramadığı mahalleri salık verir ki onun da işi görülsün, elinde patlamasın nimetler. Sen de uyumlu bir adama benziyorsun, yoksa herkese anlatmam işin sırlarını.”

Haydar öyle içten, heyecanla anlattı ki onu simit dünyasının insan kaynaklarına müdür yapmalılar, diye düşündü Saim. Telefon numarasını alıp Simitçi Haydar diye kaydetti. Yanına bir de simit emojisi koydu, aptalca gelebilir size ama rehberinde kim varsa yanında mutlaka onu tanımlar bir emoji de dururdu. “Takıntısı olmayanın takıldığı olur,” diyerek de ruhunu teselli ederdi.

“Tamam Haydar, düşünürüm bu teklifini,” diyerek son sokağa yollandı. Haydar’ın simit diye bağırarak dört elif uzatıp beş oktava çıkardığı i’ler, ancak Saim başka sokağa girdiği vakit kesiliverdi.

Bir simit ve samimî bir dost sohbetiyle kapattığı günün akşamında işsizliğin, yarı aç yarı tok geçen günlerin, imkân bulup talip olamadığı gençlik aşklarının derin ve delici hüznüyle uyuyakaldı. Bir rüya gördü. Ömrünün en huzurlu anlarını uyuyarak geçirdiği zamanlarda bulan bahtsızların sevdiği türden bir rüya. Yemyeşil çimenlerin ortasında, mutfak kapısının verandaya açıldığı, verandayı çardak görevi üstlenen bir salkım söğüt ağacının gölgelediği güzel bir eve girdi. Dört yaşlarında, altın saçlı, kızıl pulları burnundan elmacık kemiklerine yürüyen, ışıldak gözlü bir kız çocuğu, “Babaaa,” diyerek koşup kucağına atladı. Salonu saran bir simit kokusu vardı. Kızını kucağına alıp mutfakla salonu kesen duvarın ardına yollandı. Boynunda unlu bir önlük, yüzünde muzip ve aşk dolu bir gülücük, kadını olduğu anlaşılan bir kadın, ona yaklaşıp dudağıyla yanağı arasına bir öpücük kondurdu. “İşten erken çıktım, gelirken Nil’i kreşten aldım, bu gece yeni öykünü tamamlaman için hem sana yardımcı olsun hem de yazarken atıştırmayı seversin diye fırına simit sürdüm, hoş geldin hayatım,” diye fısıldadı. Etrafa bakınıp bir rüyanın içinde olduğunun hüzünlü fark edişiyle tepkisiz kaldığını gören eşi, kolundan yakalayıp şöyle bir sarstı Saim’i. “Yine mi yazdıklarınla gerçek dünya arasına sıkıştın Şevket? Bu hâlin beni korkutur oldu, lütfen artık bir psikoloğa git,” diye hem söyleniyor hem de gözyaşı döküyordu. Ortamı henüz anlamlandıramadığı için aynı tepkisizlikle kızını masadaki koltuğuna oturtup merdivenlerden yukarı kata çıktı. Çalışma odasında zümrüt yeşili bir masanın üzerinde, kapağında adının yazılı olduğu bir kitap duruyordu. Kitabın yanında dağılmış, çoğu yazılarla dolu bir sürü beyaz kâğıt vardı. Son kâğıt, “Bir rüya gördü. Ömrünün en huzurlu anlarını uyuyarak geçirdiği zamanlarda bulan bahtsızların sevdiği türden bir rüya,” cümlesi ile bitmişti. Gözlerini sıkıca kapatıp açtı, birkaç derin nefes egzersiziyle hayattaki Şevket’le öyküdeki Saim’i karıştırmış olduğunu anladı. Aşağı inip karıcığından kaçıncı kez olduğunu bilemediği bir özür daha diledi, az önce kendini öptüğü kesişim noktasından o da karıcığını öptü, kızına da bir gülücük atıp fırından çıkan sıcak simitlerden birini tabağa koydu. Yanına bıraktığı bir bardak portakal suyuyla yeniden yukarı yollandı. Öykünün atmosferinden kendini sıyırabilmek için yazıp bitirmeli, omuzlarına çöken ağırlığından kurtulmalıydı.

Sabah uyanır uyanmaz Haydar’ı aradı; ilk dııd bile henüz bitmemişken açtı telefonu. Meslektaş olacak olmalarının ona sağladığı bir kazancı elde etmiş kadar mutluydu Haydar. Heyecanla Saim’in gideceği yeri salıkladı. Birkaç ay içinde Haydar’dan sonra fırının en çok simit satan adamı unvanını aldı Saim. Simitten elde ettiği kâr, asgarî ücreti geçtiğinde, ki artık açlık sınırının bile onu solladığı zamanlardayız, Haydar kendi evine yemeğe davet etti başarılı iş arkadaşını. Sofrada Haydar’ın Saim’den üç yaş küçük baldızı da vardı. Birbirlerine oracıkta âşık oldular. Haydar ve yenge de sağ olsunlar bu aşın pişmesi için ellerinden geleni yaptılar. Esmer ile evlendi Saim, sarışın, kızıl pulları burnundan elmacık kemiklerine yürüyen dünya tatlısı bir kızları dünyaya geldi. Haydar’la İstanbul’un en kıyak birkaç mahallesinde unlu mamulleri üretim dükkânı satın alıp ortak oldular. Kar topu gibi büyüdü iş. Şahsen çalışmalarına ihtiyaç kalmamıştı ama Haydar, şirketin insan kaynakları müdürü olup işi birinci elden yürütmenin faydalı olacağını düşündü. Saim’se ortaklıktan gelen gelire güvenerek Esmer ve kızıyla hayalini kurdukları o eve yerleştiler. Esmer, belediyenin folklor kursunda, yetimhanelerde kalan kız çocuklarına gönüllü hocalık yapıyordu. Nihayet Saim de ilk gençlik yıllarında yarım kalan yazarlık hayalini tamamlama fırsatı bulmuştu. Kimse, onu yakinen tanıyanlar bile, Saim’in böyle yadırgı bir hayal kuracağını düşünmemişti elbet ama Saim bu, kapalı, kara bir kutu, sağı solu belli olmaz. Gerçi bize göre büyük sayılacak bir problemiyle kavuştu hayaline. Yazdıklarıyla gerçek dünya arasında kaldığı zamanların tıp literatüründe bir adı var mıydı, bunu bilmiyordu; çünkü hiç gitmedi psikoloğa. Bazı hastalıkları, tedavi edilmesini istemeyecek kadar sever insan. Bu makamı bulmuşken şifasını istemeyi yüzsüzlük olarak görüyordu Saim de. Yazıyor, yazdıkça muradına eriyor, kerevet kısmınaysa hiç takılmıyordu.


Burhan Barak 

 
 
 

Yorumlar


bottom of page