Gazetelerin bu olaydan haberdar olmalarına az bir zaman var. Saat olsa olsa dokuzdur. Dördüncü kattan az önce indim. Daha doğrusu kovuldum. Polislerden biri, ipince ve uzun olduğu için polisliği ona yakıştıramamıştım, bana ne biliyorsan anlat, dedi. Anlattım, not aldı. Olay yerini terk etmemizi ama evimizden de ayrılmamamızı söyledi.
Bunları okuyan da beni yazar falan sanacak. Değilim, ben ilaç mümessiliyim. Haşere ilaçları satıyorum. Schnuller - Hamam böceği yemi - altılı tablet. Hani böcek, ev gibi bir şeye, bir delikten girip içeride zehirli yemi yiyor, sonra öteki delikten kıvranarak çıkıyor ya işte, onlardan satıyorum. Kırk saniyede uyutur Schnuller. Kokusuz ve pratik Schnuller. Memnun kalmazsanız, iade edebilirsiniz.
Ama insan böyle bir şeye şahit olunca ne yapabilir? Ya oturur yazar ya da gider birine anlatır. Benim böyle bir şeyi anlatacak kimsem yok! Üstelik uzun zamandır böcek ilaçları dışında başka bir konu hakkında konuşmadım. Çaresiz yazıyorum. Yazdıklarımdan bir insanlık dersi çıkar veya çıkmaz. Bir şey diyemem. Benim tek dileğim yazıp kurtulmak!
Az sonra apartman yığınla insan kaynar. Ambulanslar, gazeteler, televizyonlar gelir. Çünkü bizim dördüncü katta yaşayan cüceleri öldürmüşler. Öldürmüşler, diyorum çünkü polislerin ağzından çıkan bu. Cinayete benziyor, dediler. Yalnız pek kanlı bir cinayet değil. Karı koca, başlarını küçücük masaya dayamışlar, yüzleri salon penceresine dönük, öylece ölmüşler. Masanın altında da bir çay bardağı kadar kan birikmiş. Hangisinden aktığı bile belli değil. Bana uyuyorlarmış gibi göründüler. Tıpkı masada uykusu gelen çocuklar gibi kafaları düşüvermiş masaya.
Polis, sarı bir şeritle masanın etrafını çevirmişti. Şeridin üstünde siyah ve iri harflerle olay yeri yazıyordu. Biz yani komşular olay yerine açılan koridordaydık. Koridor L şeklindeydi. Ben L'nin tam doksan derece açı yaptığı noktadaydım ve masada sanki prensesi beklerken uyuyakalmış cüceleri gayet net görebiliyordum. Önümde, üçüncü katta yaşayan şişman kadın bir sandalyeye çökmüştü. Yanında torunu ayaktaydı. Benim sağımda ise ikinci ve birinci katın sakinleri sıralanmıştı.
Hepimiz polislerden birinin başını kaldırıp bize bakmasını bekliyorduk. Onlarsa baş başa vermişler, mavi bir dosyaya bir şeyler yazıyorlardı. Yazdıkları şeyin öneminden olsa gerek yüzleri asıktı. Oysa -özellikle uzun ve ince olanın- yüzü o kadar küçüktü ki yüzündeki anlamı görmek için burnunun dibine kadar yaklaşmak gerekiyordu. Bu da yetmezse üniforma giymenin yararlı olabileceğini düşündürüyordu.
Biraz heyecandan olsa gerek, salonun sol tarafını görebilmek için başımı uzatınca, istemeden şişman kadının sırtına dokundum. Ekmek hamurunu andırır yumuşak sırtına gömülen ellerimi çekmeme kalmadı, kadın homurdanarak başını, bir tankın namlusunu çevirdiği gibi yavaşça çevirdi. Affedersiniz anlamına gelecek bir gülücükle geçiştirmeye çalıştım ama işe yaramadı.
"Tepeme mi çıkacaksın be adam." dedi.
Yüzü öylesine sertti ki ağzımı açamadım. Bu olaydan daha önemli bir olayın karşımızda olduğunu hatırlatmak için bakışlarımı cücelere çevirdim. Kadın, “Az öte git!” dedi. Geriledim fakat bu kez de ikinci kata omzumu çarptım. Ona da affedersin anlamında gülücükle karşılık verdim. O da gülümseyip bir adım attı geri. Böylelikle ikinci katın gerisindeki herkes bir adım geriledi. En sondaki kişi buna sinirlenmiş olmalı ki bu kez, ikinci kat beni hafifçe itti. İster istemez bir adım atarak şişman kadına yeniden yaklaşmış oldum. Neyse ki kadın, seyrine tekrar dalmıştı.
Tam bu sırada şişman kadının torunu “Buradan deniz görünüyormuş babaanne, bak!" dedi. Kadın oturduğu yerden başını yukarı dikti.
"Hani!"
"Ayağa kalksana, oturduğun yerden görülmez ki!"
Sol elini duvara dayayıp inleye inleye kalktı. O kalkınca poposunun altındaki sandalyenin küçüklüğü, herkesi gülümsetti. Devasa kalçalarını dalgalandırarak topuklarını kaldırdı. İki Arap babanın gayretiyle dev denebilecek bir anneden doğduğunu düşündüğüm bu kadını, sadece geçen yıl evine taşınırken görmüştüm. Dışarı hiç çıkmazdı. Evin ihtiyaçlarını bu ablak torunu hallediyordu. Yanaklarından çenesine doğru, kahverengiden siyaha değişip duran bir ten rengi vardı. Yüzünün şişliğinden gözleri neredeyse kaybolmuştu. Burnunun altında onlarca derin çizgi olduğundan, bu çizgilerin hangisinin ağız olduğunu anlamak için kadının konuşması gerekiyordu. Sanki kendini, kendi içine gömmüş olan bu zavallı kadıncağız, apartmanda oturduğu evin sahibi olabilmiş tek kişiydi. Diğer herkes kiracıydı.
Cüceleri izlemekten sıkılan biz sakinler, kadının bu ilginç halleriyle eğlenirken polis aniden “Niye gülüyorsun kardeşim?” dedi. Sanırım beni kastediyordu. Ama soruyu üstüme almamayı tercih ettim. Sinirlerim bozulmuştu. Yüzümdeki aptal gülücüğün farkında bile değildim. Bakışlarımı tekrar cücelere çevirdim ama artık kontrolümü kaybetmiştim. Benim gibi utangaç ve dışarıdan gelen bütün uyarıcılara hazırlıksız yakalanan biri için bu, bir hayli zor bir durumdu.
Bu uygunsuz davranışın utancıyla ezildikçe ezildim. İnsanın zihni ne kadar da çabuk kirleniyor? Beş yıl oluyordur, benzer bir uyarıcı karşısında da afallamıştım. Yazsam mı bilemiyorum. Cücelerin ölümüyle ilgisiz ama bu ruh hali yok mu tıpatıp aynı.
İşe yeni girmiş, ikinci ayı daha doldurmamıştım. Günde on saat, satışa çıkacak haşere ilaçlarını paketliyordum. Dünyanın tamamını zehirleyecek kadar ilaç elimden geçiyordu. Tam o sıralarda memleketten üzücü bir haber geldi. Dedem geceleyin ölmüş. Cenazesi öğleyin kaldırılacak. İşten zar zor izin alıp doğru memlekete koştum. Dedem ki elinde büyümüşüm. On saat süren yolculukta, tüm anılarıma eşlik eden beyaz ve yuvarlak sakallı yaşlı adam için gözyaşı döktüm durdum. Arkamda ıpıslak yollar bıraktım. Sonunda kasabaya vardım ve dedemi sacla örtülü bir römorkörün içinde yıkanırken buldum. Sağ olsun belediye, kasaba halkına bir hizmette bulunmuş, bir cenaze yıkama araca yaptırmıştı. Bu hizmetten de yararlanan ilk kişi dedem olmuştu.
Dedem, aracın içinde yine sactan bir masanın üstüne yatırılmıştı. İmamlar, harıl harıl su döküyorlardı. Ah, bu mesleki tutkular! İnsanlara ne hünerler bahşediyor. İmkânı olsa ülkeyi gömmeye hazır hale getirecek. Erkekler, yıkama aracının çevresinde sigara içiyordu. Kadınlar uzakta ağlaşıyordu. Ben aracın arka tarafındaydım. Masadaki oluktan şarlayıp duran su ayaklarımın dibinde birikiyordu. Herkes sakin ve metin, yıkama işleminin bitmesini bekliyordu.
Nasıl oldu bilmem, imam cenazeyi kefenlemeye başlayacağı sırada, bunca hünerin bir kusuru hep olmuştur, dedemin üstündeki gri örtü yukarı doğru sıyrılıverdi. Bacaklarının tam karşısında, hemen iki metre ötede olduğumdan, buruş buruş penisi gözlerimin önünde belirdi. O saniyeler içinde aynen yukarıda olduğu gibi aptal bir gülümseme geldi yüzüme. Organı öylesine gülünesiydi ki durumun trajedisi hafif kaldı. Bakışlarımı yere çevirdim ama görüntü gözümden gitmiyordu. Mezarlıkta üstüne toprak atarken, daha sonra arife günleri mezarını ziyaret ederken, dedemin buruşuk organı karşımdaydı. Çocukluğumun güzel anılarının sonuna noktayı koyan bu kısacık görüntü, yerli yersiz, beni utancın en derinlerine çekti. Bu utançla boğdu, zihnimi kirletti.
İşte, yukarıda da aynen böyle oldum. Ölümün ortasında ancak ölümsüz birinin gülmeye hakkı olabilir. Benim ne haddime! Ben sadece böcekler için doğmuş zavallı bir satıcıyım. Oradaki masada, cücelerin yerinde ben olmalıydım. Çıkıp gitmek için kapıya yöneldim ama polis tekrar seslendi.
"Nereye? İfade vereceksiniz daha!"
"Az önce vermiştim."
"Olsun, tekrar vereceksin."
"Çok sürer mi, dedi ikinci kat. İşe gitmem gerekiyor da."
Şişman kadın homurdandı.
"Burada komşular boğazlanmış, herifin ağzından çıkana bak!"
"Peki, memur bey, veren gidebiliyor mu, dedi ikinci kat."
Peşinden herkes, kadının “Cıuk cıuk." demesini bekledi ama kadın, “Tövbe tövbe...” deyip torunun sağ bacağındaki sineği kovaladı. Polisse pek oralı değildi. Telsiziyle oynuyordu. Arkadaşı denize bakıyordu. Denizin buradan görünmesi gerçekten beni de şaşırtmıştı. Ama bu şaşkınlık zihnimin pek yüzeyindeydi. Hemen altta, allak bullaktım. İçim bulanıyor, gözümün çevresinde beliren şeffaf halkalar yüzünden, dünya saydamlaşıyordu. Uykusuzdum, daha kahvaltı bile yapmamıştım.
"Sen, dedi polis bana, gel buraya. Yanına koşacak oldum. Eliyle dur işareti yaptı. Sarı şeridin sağına geç. Burada cücelerin bebekleri olduğunu söylemişsin. Diğer ifadelerde böyle bir şeyden söz eden yok… Kimse bebek mebek görmemiş. Ne diyorsun?"
Ne diyeceğimi şaşırdım tabii ki. Oysa sabahları onları yürüyüşe çıkarken görürdüm. Baba cüce, dış kapının eşiğinden sürüyerek geçirdiği bebek arabasını açar, anne cüce de peşinden, kucağında bebeğiyle çıkardı. Yalnız, bebeğin boyu neredeyse anneninkiyle aynı olduğundan, bebeğin ayakları yerde sürünürdü. Bu tuhaf durumu perdenin arkasından elimde çay bardağıyla seyrederdim. Sonra pembe bir battaniyeyle sarıp sarmaladıkları bebeği arabaya uzatırlardı. Biri önden çeker, öteki arkadan iter, arabayı rampadan kaldırıma çıkarırlardı. Bunu defalarca görmüştüm. Zavallı cüceler, zihnimde tekrar tekrar yürüyüşe çıkıyordu.
"Yüzünü hiç gördün mü?"
"Neyin?"
"Bebeğin tabii ki."
"Görmedim."
Kalabalık kıpırdanır gibi oldu. Sol gözümün kıyısından hayret edişlerini, kınayan mimiklerini görebiliyordum. Polis onlara döndü.
"Bir bebekleri olduğunu gören oldu mu?"
Kalabalıktan üst üste sesler geldi. Yok, memur bey, bebekleri yoktu. Hayır. Ben hiç görmedim. Olsa haberim olurdu. Yalan mı söylüyor bu? Kafasından uyduruyor. Hayır hayır, karışık bunun kafa. Olsa görmez miyiz? Kör müyüz? Bebek bu, ceplerinde mi gezdirecekler? Masal anlatmış herif, masal. Hayır hayır, kesinlikle.
Polis elini kaldırınca sesler usulca kesildi. Bana ifademi değiştirip değiştirmeyeceğimi sordu. Hemen kabul ettim. Değiştirdiğimi başımla onayladım. O da bebekten söz ettiğim yerleri karaladı. Bana kapı ağzına geçmemi söyleyen bir işaret yaptı. Şişman kadını çağırdılar. Bu kocaman tanık, sandalyesinden kalktı, benim az önce durduğum yere geldi. Ellerini orasına burasına vurarak bir şeyler anlatmaya başladı. Hemen önündeki masada yatanlar, sanki kendi parçasıymış gibi dövünüyor ama ne söylediği pek anlaşılmıyordu. Çevreme bakındım. Kendiliğinden oluşmuş bir tek sıranın en arkasındaydım. Solumda beyaz bir duvar, sağımda cücelerin portmantoları vardı. Parmaklarımın üstüne yükselirsem eğer, ifadesini veren şişman kadını görebiliyordum. Onun üstünde polisin küçücük mavi kafası duruyordu. Merdivenlerden gelen patırtıyla herkes, başını benim olduğum tarafa çevirdi. Patırtının içinden üç mavi adam çıktı. En mavi olanı, en yetkili olanı olmalıydı, eliyle koridorda kendine yol açılmasını buyurdu. Hemen kenara çekildik. Salona mavi bir top bulut gibi girdi. Polisler hazır ola geçti. Mavi bulut, cücelere şöyle bir göz gezdirdi. Sol elini tabancasına dayamıştı.
"Aldınız mı ifadeleri, dedi. Bunun üzerine uzun boylu polis yanına sokuldu. Yüzünde endişeli ve saygılı bir ifade belirdi. Bir şeyler fısıldamaya başladı. Mavi bulut usulca odada geziniyordu. Bazen gözü üstümüzde duracak gibi oluyor, kalabalık nefesini tutuyor, o ise düşünceli bakışlarını eşyaların üstüne çeviriyordu. Uzun boylu polisin raporu bitince, mavi bulut, omzundaki yıldızları şöyle bir silkeledi. Ağzı, kızgın bir demirle sonradan açılmış gibiydi. Ablak yüzü şiştikçe plastikleşmişti."
"İfadeleri tamamlayın. Ambulans çağırın da morga kaldırsınlar, dedi. Bunun üzerine pencere kenarındaki polis, telsizini kurcalamaya başladı. Herkes mavi bulutun sözlerinden taşan korkuyu ta içlerinde hissetmiş, nefes almayı bile bırakmıştı. O an dedemle ilgili şu tatsız anı, tekrar gözlerime geliverdi. Ne yapacağımı bilemedim. Salonun ortasında top top gezinen bir bulutun ortasında bir penis oluştu. Yüzüm gerilmeye başladı. Neredeyse sırıtmak üzereydim. Kafamı sağa doğru eğdim. Karşımda portmantoya asılı beyaz bir poşetin içinde onu gördüm. Schnuller –Hamam böceği yemi – altılı tablet – kırk saniyede uyutur Schnuller – Kokusuz ve pratik Schnuller.
Poşete uzandım. Salonda şişman kadının ifadesi devam ediyordu. Demek cüceler de benim ilaçtan kullanıyordu. Şurada, karşımda yatan iki insan, hem komşum hem de müşterimmiş ha! Bu ortak noktanın sıcaklığıyla cücelere tekrar baktım. Acıdım ve hüzünlendim. Paket daha hiç açılmamış, Schnuller, bacakları havada siyah bir hamam böceği. Poşeti geri asacaktım ki bir başka şeyi görünce bakakaldım. Bir emzik, bebek emziği. Sarı zincirinde, orada asılı duruyordu, poşetin altında. Polislere buraya bakın, gördünüz mü, diyecek oldum. Ben ne gördüğümü bilmez miyim? Alın size delil! Ama demedim. Emziği cebime soktum. Anne cücenin, bebeği kapı eşiğinden çıkarışı geldi aklıma. Aylar önce miydi, yıllar önce miydi? Yoksa iki gün önce miydi? Belki içimdeki yazar o zaman canlandı ve aynen şunları mırıldandığımı hatırlıyorum. Cüceler masal insanlarıdır ve kitapların içinde yaşamaları, onlar için en güzeli olacaktır."
"Bunlar niye bekleşiyor burada. Sirk mi oynatıyoruz? Çıkarın şunları."
Mavi bulutun emriyle polisler, ifade verenlerin evlerinde beklemelerini, vermeyenlerin merdivenlerde beklemesini, sırayla çağrılacaklarını buyurdu. Aşağıya indim. Perdenin gerisinden bir süre sokağı izledim. Yarım saat sonra sessizce siyah bir ambulans yanaştı. Arka kapısından iki adam çıktı. Ellerinde birer siyah poşetle merdivenleri hızla indiler. Apartman boşluğunda ayak sesleri yankılandı. Daha kahvaltı bile yapmamıştım. Gidip ocağa çayı koydum. Masaya geçtim. Emziği cebimden çıkardım. Saate baktım. Dokuzdu. Gazetelerin bu olaydan haberdar olmalarına az bir zaman vardı. …Dış kapı açılınca perdenin arkasına koştum.
Ahmet Karakulak
Comments