Teknoloji sonunda ölümü yenmişti. Doğanın içerisinden yükselen akıl, insanların ölmek zorunda olmasını kabullenememişti. Böylece kendisini var kılan şeyi yıkmak pahasına, ölümü sınır dışı etmişti.
Taha bana doğru geldiğinde, aklımın başka yerde olduğunu anlamıştı. Bir süre sessizce etrafına baktı. Bana bakıp, “n’aptın?” dediğinde, gözbebeklerinin hâlâ sarı olduğunu fark ettim.
“Aynı,” dedim. “Bu mesele üzerine yazmalıyım, yoksa düşünüp duracağım.”
“Gözlerim sarı mı?” diye sordu.
“Evet,” dedim. Zavallı, küçük bir tebessüm yapıştı suratıma; engel olamadım. “Ölümsüzlüğe ulaştık, ama kendi gözlerimiz bize hâlâ çok uzak.”
Taha’nın tebessümü daha acıydı. Çünkü söylediğimi benden daha iyi anlamıştı. Tekrar sessizliğe teslim olduk. Taha, gözleri sarıyken klinikten çıkmayı affedilmez bir suç olarak görürdü. Bir süre bekleyecektik.
Gözlerinin yeşile dönmesi uzun sürmedi. Ben doğrulunca, artık bu yerden çıkabileceğimizi anlamıştı. Hemen kalktı.
Flaşımı çağırdım. Biz klinikteyken yakıt ve sandviç almak için istasyona göndermiştim onu. Üç kişilik, eski model bir flaştı. Renew şirketinin ölümsüzlüğün keşfinden sonraki ilk modellerinden biriydi. Sağında ve solunda birer roket motoru, arkasında kısacık, kalın bir kuyruk vardı. Direksiyonu kalem şeklinde olduğundan oldukça pratik bulunmuş ve çok ilgi görmüştü. Ancak yeni flaşların yanında, artık pek bir iddiaları kalmamıştı.
Makine bizi, hoş geldiniz, diyerek karşıladı. Kapılarını üste doğru açtı ve motorlarını çalıştırdı.
“Eve gidelim.” dedim. Direksiyonu üç parmağımla kavradım.
Flaş henüz yükselmeye başlamışken Taha, “Pek memnun değilim bu kadından,” dedi. Ellerini cama dayayıp gerindi.
Flaşı tam otomatik moda alıp Taha’ya döndüm. “Bu işlerden pek anlamam. Ama eğer iyi hissetmiyorsan, bir şeyler yanlış gidiyor olabilir.”
Taha beş aydır hafıza diyetine gidiyordu. Günümüzün en önemli sağlık problemlerinden biriydi bu. Üç yüz yıldır hayatta olan Taha, kaldıramayacağı birçok şey yaşamıştı. Yaklaşık yüz yıl önce, anne ve babasını kaybetmişti. Tanrı’nın kararlarına saygı duyacaklarını belirterek modifiye olmak istememişlerdi. Taha için ölümlü bir ailenin ölümsüz bireyi olarak yaşama devam etmek zordu.
Hafızasını, anılarını ve yaşadıklarını sağaltmak için hükümetin desteklediği hafıza diyeti projesine başvurdu. Nörologlar, hipokampusun topografik haritası üzerinde çalışarak, hafızanın işleyişine dair belirli bulgular edinmişlerdi. Gelişen teknikler sonucunda, kişilerin hatırlamak istemeyeceği şeylerin zamanla örtülebilmesi mümkün olmuştu.
Modifiye olan insanların hafızalarının da çok güçlü olması, kimsenin hesaba katmadığı bir şeydi. Dolayısıyla hafızaya ve travmaya bağlı düzensizlikler dünya çapında devasa boyutlara ulaşmıştı. Daha çok yaşayanın daha çok hatırlayacağı unutulmuştu.
Taha zihnini kemiren hatırlama lanetinden kurtulmak için projeye başvuran ilk insanlardan biri olmuştu. Yaklaşık bir senedir hiçbir seansı kaçırmadan kliniğe gidiyordu. Nihayet alçalmaya başladığımızda, çatının polimer kaplamasında birçok çatlak olduğunu gördüm. Flaştan indikten sonra ona çatı için birkaç yetkili getirmesini söyledim. Tekrar yükseldi.
Merdivenden inerken arkamı dönüp Taha’ya baktım. Omuzları düşmüş, sakalları dağılmıştı. Ortadan ayrılmış gür saçlarının birkaç teli alnına değiyordu. Bir an, gözlerinde sarı renk görmüş gibi oldum. Kalbim hızlandı.
“İyi misin abi?” dedim. Birbirimize “abi” diye hitap ederdik. Tanıştığımızdan beri bozulmayan bir gelenekti bu.
“Belki de sonsuza kadar yaşamamak için hafızamı bahane ediyorum,” dedi. Gözbebekleri parlak, güçlü bir sarıya döndü.
“Kahve yapayım önce. Konuşuruz,” dedim. Garip hissediyordum. Taha’nın gözleri, ilk kez klinik dışında olduğu halde sarıydı. Hatırladıklarını kaldıramıyor muydu? Hafıza diyetinde bir problem mi vardı?
Robota filtre kahve yapmasını söyledim. Hangi fincanda getirmesini gerektiğini de işaret ettikten sonra salona döndüm. Salonda iki berjer ve bir kanepe vardı. Kanepenin karşısında, yansıtmayı içeren duvar vardı. Üst kata çıkan merdivenlerin hemen sağındaki yemek masasını nadiren kullanırdık. Kanepenin arkasında kalan duvardaki kitaplıkta, ölümlü insanların yazdığı binlerce kitap vardı. Ayrıca P. Ricoeur, H. Melville, M. Yacoutt, S. Aughlain gibi modifiye oldukları için hâlâ aramızda olan yazarlar da vardı. Hâlâ düşünmeye ve yazmaya devam ediyorlardı.
Polimer kaplamanın çatlaması kafamı kurcalıyordu. Zihnimi toplayıp Taha’ya odaklanmak için biraz bekledim. Konuşmaya hazır hissettiğimde, demir parmaklı bir yaratığın kavradığı bardaklarını alıyorduk.
“Bedenimiz aslında fâni. Bu da demek oluyor ki ölümsüzlük, bizlerin kaldırabileceği bir şey değil. Sonlu ve zavallı yaratıklar olarak, evrene ve dünyaya hükmetme arzumuz, haddimizi aşmamızla sonuçlandı. Ama çıkış yolu—”
Taha’nın gözleri yanıp sönmeye başladı. Büyük bir adım atıp ona doğru eğildim. “Abi? İyi misin?”
Birkaç saniye sonra, yeşil gözleriyle onayladı beni. “İyiyim, sorun yok.”
Kapı çaldı. Robotum kapıya yöneldi. Az önce bardakları tutan demir parmaklar kapıyı açtı. “Ev sahibi Doğuş evde mi?”
Taha’ya “abi sen bekle, geliyorum birazdan,” dedim. Kalktım. Çatı onarımı için gelen yetkilileri içeri davet ettim. Üçü de robottu. Böyle durumlarda en azından bir insan olmasını tercih ettiğim için biraz canım sıkıldı. Çatlaklar önemli bir konuydu. Flaşın inip kalktığı platforma çok yakındı.
“Doğuş Bey, bize çatıya kadar eşlik edebilir misiniz?” dedi içlerinden biri. Hangisinin söylediğini anlayamadım. “Tabii,” dedim. Refleks olarak elimi açıp merdiveni işaret ettim. Üçü de hareketsiz kaldı. Size jest ve mimik yükleyen mühendisi sikeyim. Önden buyurun, demek bu.
Onarım işlemine başlamışlardı. Çatlak kısmı kesip çıkardıktan sonra, kaplamayı yeniden üreten aleti kesik yerde gezdirmeye başladılar. “Ben insem olur mu?” dedim.
Konuşurken insanlara bakma özelliği içeren bir tanesi, “Biz kayıt alıyoruz, kalmanıza gerek yok,” dedi.
İndim. Taha’nın omuzları çok daha düşük geldi gözüme. Kanepenin ortasına gömülmüş, öylece yere bakıyordu.
“Geldim abi,” dedim. Kahvemden bir yudum almadan önce. Baldırımı kaşıdım. Taha sessizdi.
“Abi?”
Çenesini yavaşça kavrayıp kafasını kaldırdım. Kırmızı gözleri, anında saplanıp kaldı zihnime. Kalbim çarpıyordu. Suratım yanıyor, damarlarım her an genişliyordu.
“Abi! Hay sikeyim!”
Çenesini yavaşça bıraktım. Bileğini kavradım. Koluna mühürlenmiş ekrandaki yazıyı okurken, olup bitenler belirmeye başlamıştı.
Taha Bey, modifiye imha programını başarıyla tamamladınız.
Gittiği klinik! Hafıza diyetinin hiçbir işe yaramadığını düşünmem. Her şeyi nasıl gizledi benden? Nasıl göremedim? Sürekli daha fazla karanlığa gömülen, yanı başımda yitip giden bu adamı nasıl göremedim? Hay sikeyim!
Taha ölümsüzlüğün öldürdüğü insanlardan yalnızca biriydi.
Furkan Kemer
Commentaires