top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mehmet Cebe- Hediye

Kendine en ağır yükü aradın:

bulduğun, k e n d i n d i-

Kendini sırtından atamadın...”

Nietzsche- Dionysos Dithyrambosları, Yırtıcı Kuşlar Arasında


Postaneden döneli yarım saat kadar oldu. Dışarısı sarı sıcak. Nöbet ertesiyim ama onunla hâlâ dans etmedim. Ne menem iş. Aslında bu ikinci gün. Yadırgayıp yadırgamadığını bilmiyorum. Öylece durdu bir kenarda. Bana baktığına eminim; yüzüme, kaşlarıma, belki kirpiklerime... Üzerindeki kan lekeleri daha soluk bugün; cansız, kuru kuru. Onu temizlemesem de duşta iyice çitilemiştim kendi kolumu. Yine de rengin uğultusu bileklerimde hâlâ; parmaklarımda, tırnaklarımın içinde. Bir nöbet gecesi kızıl ile kırmızının farkını anlatmıştı doktor hanım. Böyle şeylerin genelde farkına varmazdım. O gece dismenore şikâyeti ile gelen kadına intraket takarken, ajutaja dolan kanın kızıl mı yoksa kırmızı mı olduğunu kestirememiş, düşünürken, dikkatsizliğimden damarı da patlatmıştım. Ah sakar ben! Alkollü pamuk basıvermiştim hemen. Damar bulabilmek için diğer koluna yöneldiğimde, oturduğu sedyeden sinirli sinirli beni izlemişti o da. Eminim. Az önce sürülmüş gibiydi buruşturduğu dudaklarındaki kırmızı ruju. Öylesine canlı. Göz göze gelince gülümsemişti ama daha çok oyuncak olmamı ister gibi bir hâli vardı. Hem hemşire hem beceriksiz hem de cüce, demişti belki içinden, kim bilir. Ama insanlar genelde son kısmı belirtir. (Yani içinden mutlaka geçirmiştir.) Serumunu taktıktan sonra pamuğu kaldırıp patlayan damarın derisinde bıraktığı rengi görünce izin mor mu yoksa mavi mi olduğunu da kestiremediğim için şaşırmıştım. Gerçi ne moru ne mavisi... Sesi en gür çıkan hikâyeci; kır-mı-zı. Bazısı nedenini sorar. Sorsun varsın.

Bu eziyet dalında bitmeli!

Bul öyleyse anlamın

çulsuz kahyasının evini

Neredeyse her gün evdeki aynalardan biriyle mutlaka dans ederim. Büyük küçük demeden. Döne döne. Yarım saat ya sürer ya sürmez. Ne kadar ferahladığımı anlatamam. Bir elimde ayna, masaya ve koltuklara toslaya toslaya dans ederken bazen ağlar bazen de gülerim. Surat astığım da olur günüme göre. Garip gelebilir, ancak aynalar sayesinde hayata katlanabilirim. (Peki yalnızlığın bu şartsız kabulü niye?) Evimin her gözünde ayna vardır mesela. Daracık köşelerde işlemeli boy aynaları, vitrinde, masada ve vestiyerde ise iç bükeyinden dış bükeyine şekil şekil el aynası... Salonda dahi tablo niyetine asılıdır. Gel de gülme! Ayıptır söylemesi bazıları pahalıdır bile. Toplasan sayısını bilmem, misafiri zaten sevmem. Hem kimin yüreği el verir ki burada konuk olmaya? Yanlış olmasın, kendime bakmayı çok sevdiğimden değil; aynalar, gözlerime sicimlerle bağlıdır. Her şeyi görebilirim böylece. Kuytusu kalmaz evin. Arkamı dahi görebilirim. Bazen boyumun uzun olduğunu, bazen de yüzümün simetrik olduğunu, hatta kendimi yakışıklı zannederim. Ne gözlerimi susturabilir ne de o sicimleri kesecek makası bulabilirim. Oysa gözlerimin ayrı ayrı sesi var; bazen bir olup türkü bile söylüyorlar. Söylüyorlardı daha doğrusu. Benim gözlerim iki kere sustu. Biri annem öldüğünde, diğeri önceki gece beyaz tavşanımı en sevdiğim aynaya vura vura öldürdüğümde.

Sesten ürken bir kuş şimdi uyku,

Uykunun eteğini çekiştirdikçe,

Yüzü annemi andırıyordu.

***

Kollarım ağrıyor, dermanım yok, deyip somyaya uzandığı öğlenin akşamında komşuya gider gibi öldüğünü öğrendik annemin. İkindiye değin ne Eren ne de ben dürtmüştük onu uykusundan; sokaktan eve girmemiş, babamın fırından geldiğini bile görmemiştik. Sesini duyduk ama babamın. Cemi cümle eve varıp içeri girdiğimizde somyanın başında kesik kesik bağıyordu. Oy oy mu diyordu yoksa Oya Oya diyerek annemin adını mı çağırıyordu şu an bile ayırt edemiyorum. Geyikli duvar halısının önünde, iyeleri memnun etmek için ava götürülmüş bir kayçıyı andırıyordu daha çok. Önce polis geldi, sonra ambulans. Her yer hem kırmızı hem de maviye bulanmıştı. Perdeler, kaşı çatık memur soruları, oyun tüten gözler, annemin ayrık ağzı ve komşu yüzleri... Kırmızı, mavi, kırmızı, mavi.

Eve döndüğümüzde bizi önceki günün yemeği karşılamıştı. Sarımsaklı yoğurtlama.

Pencerelerde ise eski komşular ve yepyeni merakları.

Akrabalardan biri o gece kendi evine almıştı Eren’i. (O da soğuk yemek mi yemişti?)

Babam yememiş, yatana kadar yalnızca beni izlemişti.

Hüs çekmiştim onun gözlerine.

Saç diplerime ve sonrasında birçok şeye.

Kışları hepimizin doluştuğu odada.

Dört duvar desem suratımda dört soğuk dalga.

Ne o gün ne de o günden sonra herhangi bir yakınlık görmedim ondan. Bakacaksa eğer Eren’in omuzlarının üstünden baktı bana, konuşacaksa onun aracılığıyla konuştu. İsteklerini ve uyarılarını ise daha çok öğretmenimden işitirdim. Merkezine beni koyduğu melun bir çember çizdi. Çemberin içinden baktığım kişi artık babam değildi, hissederdim. Kuvvetli günlerini geride bırakmış bir yel gibiydi üzerimde. Neden sonra annemin göğüs ağrılarının nazardan olmadığını, kalbinin delikli olduğunu, arsız deliğin pıhtı tükürdüğünü, tükürüğün gidip ciğerini tuttuğunu, tüm bunların “sessizcenek ölüm” demeye vardığını öğretmenimden değil de sanırım çemberden öğrendim.

Özellikle geceleri aklımın başımda olmasından ürküyorum, derdim Eren’e. Melül melül bakardı. Geceleri yatağıma şiir yağardı. O çemberin içinde keşfettim kelime mer-di-venlerini. (Edebiyat hocam, mübalağası bol kelime merdivenlerini sıfatıma hiç yakıştırmazdı.) Oysa dökebilmek için sözleri, kanatırdım dilimi her seferinde. Arada çevresini hesaplardım çemberin. İki cü-ce. Yine de yurtta, yatılıyı kazanana kadar içinde olduğum, o çemberi bile bazen özlerdim.

B, a ve b harfleri, tamamlanamadan, günlerimin cebinde çürüyordu çoğu zaman. Hah! Bir “a” eksik, diye söylenirdim kâğıda. Ama hepsini toplu bir mezara gömmüşlerdi. Elimdeki “a” bu yüzden hayata küserdi. Madem elimdekiler yalnızca bir kapıydı, oyunsa oyun, dedim, kapı kapı gezdim bulabilmek için avucunun içinde “a” ile beni bekleyen adamı. Bir gün buldum da. Kirpiğinde gencecik bir yaş, yaklaşmadan, sessizce sormuştu. “Ne yaptın lan anana, doğruyu söyle bana.” Gözlerinde iki kütük vardı; karınca dolu, karıncalar o kütüğü oyuyorlardı. Bana baktığında kendisini görüyordu besbelli, kendinden korkuyordu. Sen, sen olduğun için ben, benim, diyemedim. Yine onun ağzından öğrendim çembere teğet geçen şeylerin sebebini. Ona da Eren söylemişti. “Kahvaltıdan sonra görmedim onu... O gün bizimle oy-na-mı-yor-du.” Oyunsa oyun dedim, sustum ve yalnızca dinledim.

Oysa babam da biliyordu ki annem, lacivert çıngırağı kendi sesiyle usul usul çağırırdı. Sesleri seslere bağlama ustasıydı adeta. Doğuştan kınalı saçları hep örgülüydü; her örgüde bir ecel türküsü... “Allah ya onu ya beni...” diye tekerleme gibi mırıldanırdı başı sıkışınca. Evin işlerini şevkle bitirdikten sonra tahta sandalyesini pencere kenarına çeker, sigarayı dudağından gözlerini yuvalarından aşağıya sarkıtırken bir küpe çiçeği olup kirpikleri “ölüm ya ölüm” diye atardı. (Başlarda bunu bir hastalık sanırdım, ölüm isteği hastalık değilmiş, çok sonra kavradım.) Eğer kendisine “köy eşşeği” dediyse babam, gün boyunca artık ağzını bıçak açmaz, geçtiği köşelerde bıraktığı vücudunun ılık titreşimini susturur, bizimle dahi fısıldaşmazdı. Sesini seslere gizleme ustasıydı da. Dilinin kesik ucunda hep, “Kasar suyuna atsan da ağarmaz bu yazgı.” Evde karınca gördüğü vakit, “Aha bereket geliyor, kız, bereket!” deyip de sevindiği zamanlardaki gibi keyiflendiğini düşündüm ölümle karşılaştığında. Kimse görmüyordu ama cenazesinde bile yüzünde güller açıyordu. Babamla tartışıp beni dövdüğü zaman ellerinde açanlardan değildi bu güller. Bir ben ağlamadım bu yüzden. Gözümün içine içine baktılar. Allah zaten vurmuştu onlara göre, bir de ana acısı... İşte buna ağlanırdı. Çok sonra yalnızca bir kez ağladım. Annem hiç pamuk şeker yemedi, eminim, rüyasında bile denizi görmedi.

Çocuk aklımla düşünmüştüm. Salonda fotoğrafı asılı Hacı Ömer Dede’nin önünde sürekli duaya durduğumuz bakışları da mı görmemişti ölümü, yoksa görmüştü de kovmamış mıydı onu? Ölüm bu kadar göz önünde olamazdı. İnanmazdım. Bir irise sığacak kadar küçük bulmazdım onu fakat bir eve sığamayacak kadar büyük müydü? İçeri günler öncesinden girip yer mi etmişti kendine yoksa? Kuytusu bol bir evdi ya bizimkisi, ilk nereye sinmişti acaba? İki gözüm, soruların cevaplarını bulmada bana yardımcı olmuyordu. O günlerde ayrıca fark etmiştim ki bizim evde ayna yoktu.

Gözümün gevezeliğine

Annemin son bakışlarını bastım şimdi

Cıs etti, dumanı boldu

Perdeyi çektim ama pencereyi açık bıraktım

Bu kelime merdivenleri beni pek yordu

***

Gecenin bir vakti su içmeye uyandığımda onu aynaya bakarken yakaladım. Aynada kendini değil de beni izliyordu. Beni, benim olanla, okumaya uğraşıyordu kırmızı gözlerini kaçırmadan. (Kafesinden nasıl ayrılmıştı?) Hakkımda ne düşündüğünü, neden direkt bana bakmak yerine aynayı kullandığını merak ettim. En korktuğu ânı, beni sevip sevmediğini yahut noktasından virgülüne yüzümü görüp görmediğini... Merakımın iştahına da şaşırdım tabii.

Bu esnada bakışlarının ürkünç dalgaları, elmacık kemiklerime vuruyordu. Kaç dalga gelip vurdu, saymadım. Bir yaşına henüz varmamış olmalıydı. Onu satın aldığım günü anımsayamadım. (Yalnızca Hollanda tavşanı demişti satıcı. Hollanda cüce tavşanı diyememişti.) Kısa ön ayakları havayı tekmelerken ve mıyk mıyk ciyaklarken onu aynaya kaç defa çarptığımı da saymadım. Boy aynam artık kırılıp alt parçaları tümden yere düştüğünde ve onun hakimiyetini kaybettiği kafası garip bir eğimle arkaya doğru devrildiğinde uzun bir fıslamayla susmuştu. Aynadaki kan lekelerinin farkına varınca anladım ne yaptığımı. Üzüldüm sonra. “Ah Donna!” dedim sessizce. Donna, Donna, Donna, Donna. Uyku tutmadı, sabah işe gidene kadar ne yapacağımı düşündüm. Aynadaki kan lekelerini temizlemedim ama parkedeki çişi midem bulanarak sildim. Ağır bir kokusu vardı. Aynayı kıran dişi de kırılmıştı. Attım çöpe. Aynanın yerdeki yedi parçasından tekini aldım ve ortasını güzelce deştiğim kara kitabın şömizine yapıştırdım. Uğraştırdı da. Aynı filmlerdeki gibi oldu ama içine bir yüzük koymak değildi amacım. Ertesi sabah nöbet çıkışı bu yüzden hızlı hızlı döndüm eve. Öldüğüne iyice emin olduğum beyaz tavşanı dolaptan çıkardım ve kitabın yüreğine güzelce yerleştirip kardeşime postaladım. Kızıl bir hediye paketi ile.


Mehmet Cebe

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page