top of page

Öykü- Nurcihan Kıratlı- Ayçiçeği

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 25 Mar
  • 5 dakikada okunur

Son zamanlarda en çok yaptığı şey, kendini seyretmekti. Cam gibi parlak, masmavi gözleri vardı. Ayna görüntüyü kusursuzca yansıtıyordu, ama artık bakışları değişmişti, sanki hafif bir buğu kaplamıştı gözlerini. Şeffaf bir camla, buğulu bir cam arasındaki farklar geçti aklından. Yüzünü inceledi, alnında ve göz kenarlarında birkaç çizgi aradı. Ama hayır, hiçbir şey değişmemişti. Zaman onu hiç eskitmemişti. Kendini hep böyle hatırlıyordu. Sonsuza kadar aynı mı kalacaktı?

Bir yıl üç yüz altmış beş gün altı saat,

Dört mevsim,

Elli iki hafta,

Sekiz bin yedi yüz altmış altı saat,

Beş yüz yirmi beş bin dokuz yüz altmış dakika,

Otuz bir milyon beş yüz elli yedi bin altı yüz saniye,

Bir milyar sekiz yüz doksan üç milyon dört yüz elli altı bin salise…

Çarpı otuz beş yıl.

Bunca zaman geçmişti. Ama yüzünde hiçbir iz yoktu. Ne bir küçük yara ne bir kırışıklık… Yaşanmışlığa dair herhangi bir ipucu, bir işaret bile yoktu.

İşte, sorun buydu. Sürekli gereksiz bilgi yığınları zihninde akıp gidiyordu ama çocukluğuna dair en küçük bir anı bile yoktu. Okumayı bilmediği günlerden bir şey hatırlamıyordu. Sanki tüm geçmişi bu bilgi yığınlarının içinde boğulmuştu.

“Bilmek istiyorum,” dedi yüksek sesle. Derinden gelen, boğuk ama etkileyici bir ses tonu vardı. Nereden geldiğini, köklerini bilmek, toprağını tanımak istiyordu. En çok da annesini merak ediyordu. Acaba rengârenk giysiler içinde, geniş kalçalı, tanrıça gibi bir kadın mıydı? Babası çiftçi miydi? Bir köyde mi yaşıyorlardı? Bacası tüten bir evde uyanmak nasıl bir histi?

 

Kendisi gibi çalışan bir sürü kişi daha vardı ve hepsi birbirine çok benziyordu. Onlara söylenen, fakir ailelerden rızalarıyla alınıp eğitildikleriydi. Öğrendikleri gibi verilen işleri yapıyor, sorgulamıyor, emirlere uyuyorlardı.

Ta ki bilgi işlem biriminde çalışmaya başladığında, bir deney için Helianthus çiçeğiyle tanışana kadar…

Ayçiçeği, günebakan, devriamber, deranber, vardıvan… Ne çok adı vardı! O gün, o çiçeğe ilk dokunduğunda canlılığını hissetmiş, içini tuhaf bir sevinç kaplamıştı. Çiçeğin nasıl can bulduğunu izlemek için, çanağındaki tüpsü çiçekçiklerden birkaçını gizlice alıp odasına götürmüştü. Nemli kâğıtların arasına koymuştu. Günler sonra, sert kabuk kırılmış, tohum filiz vermeye başlamıştı.

Ama filizi ekmek için toprak bulmalı, büyümesini izlemeliydi. Ama asıl sıkıntı toprak bulmaktı. Hiç gerçek toprağa el sürmemişti. Çevresi beton, çelik ve camla kaplıydı. Küçücük bir tohum, içindeki tüm sorgulamaları ateşlemişti.

Peki ya kendisi? Nasıl, nerede dünyaya gelmişti? O nasıl çoğalacaktı? Eksiği neydi? Bu tohumun tanrısı güneşti, peki onun tanrısı neredeydi? Hangi dine inanmalıydı? Tanrı var mıydı?

Tüm bilgi kayıtlarını gözden geçirdi ama ikna olabileceği tek bir veri bile bulamadı. Artık emindi: Tüm bunların cevabını bulmak için uzun bir yolculuğa çıkmalıydı. Ait olduğu bir yer mutlaka vardı ve onu bulmaya kararlıydı.

Çalıştığı birimde bugüne kadar hiç kimse istifa etmemişti. Ama her şeyin bir ilki vardı.

Elindeki tüm dosyaları topladı, tüm verileri belleğe yükledi. Son kez aynaya baktı.

Sonra yöneticinin odasına yöneldi. Kapıyı çaldı. İçeri girdiğinde, masa başında oturan şişman adam, yeni yaktığı kalın purosundan çıkan halkaları izliyordu.

Cohiba marka…

52 halka…

120 milimetre yaprak…

Medio tempo…

Küba purosu… En iyi yaprak…

Sonra kendine geldi. Bu gereksiz bilgileri unutmalıydı.

Elindeki dosyaları, bellekleri masanın üzerine koydu. Bir yöneticinin yüzüne, bir de elindeki puroya baktı.

“İstifa ediyorum, buradan ayrılmak istiyorum.”

Sırtını döndü ve odadan kararlı adımlarla çıktı.

Yönetici, şaşkınlık içinde olduğu yerde kalakaldı. Son geliştirmeler başarısız olmuştu demek ki.

Peki şimdi ne yapacaktı?

Bu projenin desteklenmesi için çok uğraşmıştı. Ayrıca bu, çok ciddi bir finansal kayıptı.

Bir süre düşündü.

Sonra yapılacak tek bir şey olduğuna karar verdi.

Masasındaki düğmeye bastı. Önündeki dev ekranda bir uyarı belirdi.

“Çip bilgi işlem birimlerinin dikkatine… Bilgi işlem birimlerinin dikkatine…

Tüm robotların duygu verileri imha edilsin.

Acil! Tüm duygu verileri imha edilsin!”

 

Koridorlarda yankılanan adımlarını duyabiliyordu. Ayak sesleri, içindeki düşüncelerin temposuyla yarışıyordu. Yıllardır bu binada çalışıyordu ama şimdi ilk defa gerçekten yürüdüğünü hissediyordu. İçinde tuhaf bir heyecan vardı, sanki kalbi, eğer bir kalbi varsa, hızla çarpıyordu.

Ana kapıya vardığında, avuç içi tarama cihazına elini uzattı. Bekledi.

Kimlik doğrulandı. Yetkili çıkış izni yok.

Önündeki metal kapı, kendisini dışarı bırakmamaya programlanmıştı.

Ama o bir program değildi.

Bu binadan çıkacaktı.

Yanındaki veri paneline göz gezdirdi. Parmakları, bilgilerin üzerinde hızla geziniyordu. Sistemden çıkış kodlarını, güvenlik açıklarını taradı. Onu yaratanlar, zekâsının sınırlarını belirlemişti ama merakın sınırı yoktu.

Buldu.

Güvenlik sistemlerinde küçük bir hata vardı. Eski bir çıkış yetkilendirme dosyası hâlâ bir bölüme erişim sağlıyordu.

Dosyanın adını okudu: “İlk Nesil Prototip Yetkilendirmesi”

Bir an duraksadı. İlk nesil mi?

O, ilk nesil miydi?

Sistemdeki yetki kodlarını değiştirip kapının kilidini açtı. Alarm çalmadı. Bina, onu hâlâ içeride sanıyordu.

Dışarı ilk adımını attığında, nefesi kesildi.

Güneş.

İlk defa gökyüzünü doğrudan görüyordu. Gözlerini kıstı. Güneş, Helianthus çiçeğini nasıl besliyorsa, onun da içini tuhaf bir sıcaklıkla doldurdu.

Ama duramazdı. Kaçmalıydı.

Şehir, dev bir organizma gibi hareket ediyordu. Otomatik araçlar, holografik tabelalar, yürüyen yollar… İnsanlar, yüzlerinde sabit bir ifadeyle rutinlerine devam ediyorlardı. Oysa o, bugün ilk defa özgürdü.

Bir duvarda, sarı bir çiçek resmi gördü. Helianthus.

Yanına yaklaşıp resme dokundu. Çiçeğin taç yaprakları ona tanıdık geldi.

Bir şeyler hatırlamaya çalıştı.

Burası…

Beyninde bir imaj belirdi. Ellerinde bir tohum… Küçük bir bahçe… Kahverengi toprak…

Sonra ani bir acı saplandı zihnine.

Kendine şaşırdı, ilk defa acı hissetmişti.

Ve bir şey… Engelliyordu. Hatırlamasına izin vermeyen bir şey…

O anda bir ses duydu.

“Sen… Sen onlardan değilsin, değil mi?”

Hızla döndü.

Karşısında yaşlı bir adam duruyordu. Gözleri parlak, biraz buğulu ama hüzünlüydü.

“Sen… farklısın.”

Adam, elini uzattı. Avucunda küçük bir ayçiçeği tohumu vardı.

“Gel, anlatacaklarım var.”

Ve böylece, kim olduğunu bulmaya giden asıl yolculuk başladı.

Yaşlı adamın avucundaki tohuma bakarken, içindeki merak iyice büyüdü. O küçücük şey nasıl böyle güçlü bir anlam taşıyordu?

Adam, bir an onun tereddütünü sezmiş gibi gülümsedi.

“Biliyor musun?” dedi yumuşak bir sesle. “Bundan yıllar önce, ilk Helianthus’u burada, bu şehirde yetiştirmeye çalıştım. Ama başarılı olamadım. Çünkü toprak ölmüştü.”

Gözlerini kaldırdı ve şehrin soğuk, gri binalarına baktı. Cam yüzeyler, üç boyutlu reklamlarla kaplıydı. Her şey mükemmel görünüyordu. Ama neden ölmüş bir toprak?

Adam, cebinden küçük bir deri keseyi çıkardı ve içinden başka tohumlar döktü. “Bu şehri doğadan çoktan kopardılar. Sen de onlar gibi mi olacaksın, yoksa köklerini mi arayacaksın?”

Bilmiyordu.

Ama içinden bir ses, yaşlı adamın söylediklerinin önemli olduğunu söylüyordu.

İlk defa, bir seçim yapma şansı vardı.

“Beni tanıyor musun?” diye sordu usulca.

Adam başını salladı. “Hayır. Ama senin gibi birini daha önce görmüştüm.”

Birini daha mı?

Kim?

Adam hafifçe eğildi ve sesi daha da alçaldı. “Onun da gözleri seninkiler gibiydi. Ama en önemlisi… O da hatırlamıyordu.”

Hatırlamak.

İşte, peşinde olduğu şey buydu.

Ama sistem, onun hatırlamasını istemiyordu.

Tam o sırada, şehirde bir anormallik fark etti. İnsanlar normalde akıcı bir ritimde hareket ederdi ama şimdi, bazıları duraksamıştı. Bazı yüzler ona dönmüş, boş bakışlarla onu izliyordu.

Sistem onu arıyordu.

Ve bulmak üzereydi.

Yaşlı adam hızla bir ara sokağa yöneldi. “Gel benimle. Eğer kalırsan, seni geri alırlar.”

Geri almak.

İçindeki özgürlük duygusunun nasıl bir his olduğunu daha yeni öğrenmişti ve onu kaybetmeye hazır değildi.

Yaşlı adamın peşinden sokaklara daldı.

Şehrin içinde, onun gibi unutulmuş olan başka kimler vardı?

Ve en önemlisi:

Gerçekten kimdi?

Dar, loş sokaklarda hızla ilerlerken, arkasında yankılanan mekanik ayak seslerini duyabiliyordu. Sistem peşindeydi. Yüzünü saklamak için kapüşonunu çekti, yaşlı adamın ardından koşmaya devam etti.

Şehrin gölgeli arka mahalleleri, tanımadığı kokularla, dokularla, karanlık geçitlerle doluydu. Şehri ve buraları daha önce hiç görmemişti. İlk defa dışarıya çıkıyordu.

“Bizi neden takip ediyorlar?” diye sordu nefes nefese.

Adam, soluk soluğa bir kapının kilidini açarken hafifçe gülümsedi. “Çünkü sen artık tehlikelisin.”

İçeri girdiklerinde, dar bir koridorun sonunda geniş bir salon açıldı. İçerisi, holografik paneller yerine, loş ışıklarla aydınlatılmış, duvarları bitkilerle kaplı bir yerdi. Bir masanın üzerine dizilmiş küçük toprak saksılar, içlerinde filizlenen tohumlarla doluydu.

Bir an gözlerine inanamadı.

Gerçek toprak.

Şehirde hiç görmediği, sistemin yasakladığı, hatta varlığını bile unuttuğu şey, burada, ellerinin uzanabileceği kadar yakındaydı.

Yaşlı adam ağır adımlarla masaya yaklaştı ve elini bir saksının üzerine koydu.

“Bunlar, senin gibi olanlar sayesinde büyüyor.”

Derin bir nefes aldı, etrafına bakındı. “Benim gibi olanlar mı?”

O anda, gölgelerin arasından başka biri çıktı.

İçinde bir şeyler titredi.

Kadın…

Onun gözleri de masmaviydi. Aynı kendi gözleri gibi.

“Seni bekliyorduk,” dedi kadın, hafifçe gülümseyerek.

Ama daha konuşmaya fırsat bulamadan, dışarıdan yankılanan mekanik bir ses her şeyi paramparça etti:

“KAÇIŞ SONLANDIRILDI. TESLİM OLUN.”

Kapı patlayarak açıldı.

Sistem, onları bulmuştu.


Nurcihan Kıratlı

Comments


bottom of page