Öykü- Dilek Altundağ- Matematiği Çözülemeyen Aşk
- İshakEdebiyat
- 2 dakika önce
- 5 dakikada okunur
gül mevsiminde M.
sahici gözleriyle aşkı arıyordu. Yıllardır peşindeydi saf bir bakışın. Yaşı kemale erince edindiği tecrübelerin matematiğini hesaplıyordu her gün. Ahvalini yapay zekâya soruyor, “Doluya koydum olmadı. Boşa koydum dolmadı.” diyordu. Bu atasözü, hayatının anlamsızlığını özetleyen bir söz gibi yankılanıyordu içinde. Aslında aradığı, asırlarca adına şiirler ve hikâyeler yazılan bir aşktı. Bir gün mutlaka, diyordu Leyla’sını beklerken. “Mutlaka!”
Yolda, işte, çarşıda, pazarda arıyordu saf aşığını; ona dağlardan ab-ı hayat taşıyan ferahlatıcı rüzgârını. Günleri böyle geçiyordu. Kırk yaz, kırk kış geçti ömründen. Kırlarındaki son gülü, en güzel açan gülü koklayacak bülbülünü bekliyordu. Tüm yüreğiyle inanmıştı aşkı bulacağına. Ama has bahçesinde güller solarken ömrü de bir nihayete eriyordu. Yüreğindeki çerağ sönüyordu. Tanıdığı ‘karanlığına’ gömülüyordu. Herkesten, her şeyden yüzünü çevirdiği okyanuslarında, incilerin sandıklarına gizlendi. O çok beklediği aşk, asırlık şiirler, türküler, ıstıraplı geceler bıraktı yorgun kalbine.
M. bir sabah erken uyandı. Ocağı yaktı, çay koydu. Ocağın gözlerinde Aslı’yı, çayın buğusunda Şirin’in suretini gördü. Aşkı -korkmakta gaflet ettiği o aşkı- gördü. Duvarlarda, perdelerde, halıda yankılanıyordu. Daraldı pencereyi açtı. Has bahçesinin gülleriyle buluştu bakışları. Gökyüzünü renklerine bürümüş bahçedeki gülleri koklayan bülbülü gördü. Mavi bir gündü. Kalbi ritmini hızlandırdı. Teninde alevler harlanıyordu, eskiye kıyasla daha coşkulu. Kadim bir türkü ezgisi renklerle çığırıyordu.
Yıllardır aradığı bülbül has bahçesine konmuştu. M.’nin olan M.’ye gelmişti. Aşkının bakışlarını kalbine mühürlemişti. Eline kırmızı bir gonca yaprak sundu. Teni tenine değmişti onunla. Yanağına bir buse kondurdu bülbül. İşte o an bütün perdeler karardı. Yıldızlar sönmüştü M.’nin içinde. Tılsımını kaybetti her şey. Oysa bu, yıllardır beklediği aşk değildi. Bu kadar değersizleşemezdi.
Bülbül, beklediği nazlı sevgili değildi, acı bir hayal kırıklığı gibi çöktü yüreğine. M. aşığının nazlı olsun isterdi. “Bülbülüm” dediği aşığı peşinden koşturacak, süründürecekti onu. Erkek fıtratı bunu gerektirirdi. Zor olanı. Dilberin dudağına kavuşma arzusuyla yanmayı, o zevki hiç tatmamayı, sadece yanmayı. Çöl ateşinde alnından düşen bir damla ter olmayı.
Ama olmadı.
Bülbülün ahu gibi bakışları vardı. Meltemin tenini yalayamadığı gibi savuramadı. Kendi yansımasını izleyeceği bir ruhu üfleyeceği, aynası değildi o. Bülbül güle yar olmakta ısrarcıydı. Da! Kalbini usul usul sunmadığı için pişmandı bir de. Bedenini ruhuna tez teslim etmenin acısıyla yandı. Beklemenin raf ömrünü uzatmakta kararlıydı. M.’nin yalnızlığına dönmesine razı değildi.
Ne çare?
İlk tılsımı bulmanın arayışına girdi. Belki bir bakışı… Belki de renklerin kadim türkülerinin ezgisini fısıldayabilirdi tekrar. M. kapattı kapıları bülbülünün yüzüne. Has bahçesine bakmadı pencereden, gülleri de bülbülü de seyretmedi günlerce. Karanlığına boğuldu, tanıdığı karanlığına. Esiri olduğu bakışları unuttu. Ezgileri sustu. Gülleri soldu. Bülbülünün içini kanatan acılar katlanıyordu omuzlarına. Bir sahranın ortasında geziniyordu. Penceresiz kaldı. Boğuldu. “Keşke,” dedi ilk kez. “Keşke.” M. bülbülünü kaçırdığına pişmandı. Kendi mezarını kazdığı kâbus odalarına gömüldü. Dünyasını aydınlatan bir ezgi, bir tek ezgi duymak istiyordu oysa. Bülbülünün yanağına kondurduğu sıcacık buseyi arıyordu. Sonunda verdi kararını. Bahçesindeki gülleri yaşatacak gücü vardı. Zindanlarda çilesini doldurmuş mahkûm gibi aydınlıktı içi.
Bülbülü gelsin diye donattı renklerle gonca gülleri. Bir tılsım bir ezgi beklediğine değmeliydi. Bir ömür tüketti. Bir ömür daha vermeye hazırdı. Ayrılık acısı çekiyordu. Rengârenk güller devşirdi. Yoktu gelen, giden. Elinde, gönlünde kalan sadece aşkın eziyetiydi. Aradığı buydu. Bülbül sesi duymaya tahammülü yoktu. Gelmesindi yanık, acı ezgiler. Kanata kanata, katlana katlana gelsindi. M. bir ses işitti. Bir bülbül sesi... Ne diye bozdu huzurunu şimdi. Her şey mazide kalmıştı. Mecnun gibi kışkışladı gönlünün bülbülünü. Sen sevgiliysen ben kimim, dedi yüzüne yüzüne.
Papatya mevsimde M.
zamanın kıyısındaydı yine; duruşundan belliydi bu. Aynaların içinde hafif bir alev gibi parladı yüzü. Kirli, basma perdeler ardında sıkışmış daracık odadan çıkmıyordu artık. Has bahçenin gülleri solmuştu çoktan. Bu kez kırlara koştu; penceresinden papatya mevsimini bekledi, uzun uzun.
İçindeki türlü hınç, kilit üstüne kilit vurulmuş bir mahfaza gibiydi; tüm kilitleri, düğümleri çözecek o anahtarı aradı durdu. Her odaya girişinde bavulunu tekmeledi. Canı çok acıdığı anlarda, acıtmak istedi kendini; M.’yi yok eden her nesneyi. İşte böyle zamanlarda, nesneler bile ne yapacağını bilirdi. Ketum kalmalıydı. Görüntüsü bulanıklaşana, tanınmaz hale gelene dek ellerini ovuşturarak macunu dökülmüş, sırı sökülmüş aynaya baktı. Yüzü küllüydü; insanın kendinde kaybolup, yine kendinden ibaret kalmasıydı onun hâli.
Odasında sıkıldığında, okumak için masanın üstüne eski gazeteler koyardı. Okuduğu hep cinayet haberleriydi, borsa hareketleri ilgisini çekmezdi. İş başvurusu sayfalarına bakmış olsaydı, belki bir işe girerdi. Böylece içindeki boşluğa yüklenmez, havaya, suya, ateşe, toprağa... Öfkesini, kinini diri tutmaya kararlıydı. Acınacak kurbanlar yaratmakta ustalaşmıştı artık; iyice bir zalime dönüşmüştü.
M. papatyaların açtığı mevsimlerde böyle değildi aslında. O zamanlar, “Sonunda buldum,” dediği aşkıyla kırlarda yürürdü. Yürürken esen meltemlerde aşkının üzerindeki beyaz tüller savrulurdu. Onun ayaklarının altında ezilen papatyaları bile özenle toplardı. M. ruhun, aşkın, şefkatin dokunduğu her şey tarafından sarılıp sarmalanmaya hevesliydi. Kim sevmez ki saçlarına papatyalardan taç yapılmasını? Bahar kokusunun tenine karışmasını… Ama aşığı sevmezdi. M. sevdiği kadının onu sevmemesini ister hale gelmişti.
Tuhaf.
Üstelik hileli bakışları boşlukta gezip dururdu. Dünyanın varlığını inkâr edercesine, suskun ve durgun bakışlardı bunlar. Pes etmedi aşktan; zor olanı severdi ya hani... Papatyaları toplar, kuruturdu. Aşkın kurumuş papatya kokusunu sevsin isterdi. O da aşka benzesin. M.’nin aşığı ise kırlarda gezinirken papatya yapraklarını özenle toplar, zarif elleriyle bir buket yapar, sonra da tek tek koparıp ‘seviyor, sevmiyor’ diye fala bakardı.
Sevmediğini anlatan papatya yapraklarını M.’nin önüne savururdu adeta. Asla “seviyorum” demezdi ona. M. “seviyorum” sözcüğünün büyüsünü yitireceğini iyi bilirdi. Aşığı, sevmediğini göstermek için papatyaların saplarını bile suratına fırlatırdı. M. ise düşünür dururdu. Acaba aşığı papatyaları mı sevmiyordu, yoksa papatyaların beyaz rengini mi?
Renklerinin pembe olmasını bile dilerdi. Gülüşünde taze, ılık bahar çiçeklerinin açmasını... Şebboy, nilüfer, lale... Ama yok, yok! Has bahçesindeki gülleri görseydi, kesin dayanamazdı. O zaman, ayrık dişlerinden çıkan histerik kahkahalarını duyabilirdi. Hep o uğursuz bülbülün suçuydu bu.
M. aylar sonra tekrar girdi odasına. Mevsimlerden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bunu uzun uzun düşündü. Öfkeyle eşyalara tekmeler savurdu, bavulun fermuarını parçaladı. Bir sağa, bir sola hırsla sürükledi bavulu. Dişleri paslanmış fermuar koparak yere düştü, metal sesi odada yankılandı. Üzerindeki tozları üfleyip kolunun tersiyle sildi ama kapağı açmadı. İçinden kesif bir koku yükseliyordu. Reddedilmenin, papatya kurusu kokusunun salt etkisi.
M. üzerinde yaşadığı zamanın çok ötesinde olduğunu anladı. Sanki o papatya mevsimi hiç yaşanmamış diye düşündü. Gül mevsimi de yalandı. Yaşananları derinlere gömüp hislerinin altında kalmak istedi. O an dudaklarında acı bir gülümsemeyle bıraktı bavulu. Uğraş düzeninin aynasına doğru yürüdü. Gerçekten de oydu. M. Kendi.
Hiç değişmemişti. Kırk yılın çehresi, soylu insanların savunmasız karanlıkta kalmış bir erkek yüzü. Sevi-siz. Ama ölümsüzdü. Bavulunu en çok seven kedisiydi: Sarmal. Kıyısından aralanan küflü odanın kapısından giriverdi içeri. Konu aşktan, güllerden, papatyalardan nasıl da Sarmal’a geldi. Hayat böyleydi. Kararsız. Zaten mevsimlerin de nevri dönmüştü.
Sarmal, bavulun üstüne atladı. Onun en sevdiği şeydi kuyruğunu sallamak. Sonra patileriyle çizdiği havada uçuşan tozları seyretmek… Bavulun köşelerindeki metalleri tırmalarken çıkan sesle oyun oynamak. Neşeyle. Aynadan onu seyretti uzun uzun. Her şeyi de sevmez ki bir kedi. Şaşırdı. Onu yaralayan bir bavulu, kedisinin sevmesine...
Sarmal, sütünü içse bile bir bavulu bu kadar sevemezdi. Ona göre süt, kedi için her şeyden daha güzel ve iyiydi. En beklenilen şeyleri en beklenilen anlarda sıradanlık tuzağına düşmezdi. Kedi. Nasıl olduysa duraladı. Patilerini, bavulun bozuk fermuarından ayrılan oyuklara soktu. O an Sarmal’a “pist pist” dedi, boğazını temizleyerek. Yazık! Onun da bavul gibi bu odada başladı kaderi. Bittiği yer. Kederinin kalktığı yere oturdu patileriyle.
Sarmal’ın bavulun içindekileri dağıtıp dökmesini istemiyordu. Acısını acı kılan her şeye minnettardı. Ürkek kedisinin, onunla ilgili düşüncelerini değiştirdiğini gösteren miyavlamaları, en son papatya mevsiminde aşkla ayrılırken ne konuştuklarını getiriyordu aklına. Bülbülün ahı tutmuştu. Aşığına papatyayı uzatırken onun bu lütfunu beğenmediği anlardaki gibi düşledi. Bu zamanı unutmak istiyordu. Tıpkı çocukluğunda çöp kutularını tekmelediği gibi savurdu bavulunu yine. Ortalığa saçıldı bir bavul dolusu kurumuş papatyalarla, güller.
Öylece uzandı çiçeklerin üstüne. M. Soğuk zemine değsin istedi teni. Olsun. Acı. Kanata kanata, katlana katlana gelsindi. Güllerden, papatyalardan ayrı durmak istediği bir zamanın kıyısındaydı. Bir daha kırlarda yürüyüşlere çıkmadı. Has bahçesinde güller de devşirmedi. Aşkın matematiğini çözemedi. Çözmek istemedi.
Dilek Altundağ
Comments