top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ramazan Uğur Baranlı- Uzak

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de

Konstantinos Kavafis

O, çocukluk aşkı yaşamadan büyüdü, papatyaların yapraklarını koparırken seviyor-sevmiyor demeden, suda hiç taş sektirmeden ve top peşinde koşturmadan. Tek arkadaşı, kör olan abisiydi.

Evleri bozkırın ortasındaydı, bir tepenin ardında, yalnız başına. Dedesinin buraya gelişinin üzerinden öyle çok zaman geçmişti ki babaannesi o günlere dair hatırladıklarını, eski bir masal yahut sözleri unutulmuş bir türkü kadar belirsiz anlatır, zaman zaman kendisi gibi ihtiyarlamış ceviz ağacını gösterir, feri gitmiş gözleriyle uzun uzun süzdükten sonra, bütün vücudu titreyerek, “Deden evin duvarına son kerpici koyduğu gün dikti toprağa,” derdi.

Annesi, onu doğururken ölmüştü, hiç fotoğrafı yoktu. Yalnız onun değil, hiçbirinin yoktu. Babası kaba bir adamdı, hemen hiç konuşmazdı. Koca suratı, öylesine çirkin ve sevimlilikten öylesine uzaktı ki resimli masal kitaplarındaki canavarları ve kötü adamları hiç görmediği halde, babaannesi ne zaman masal anlatacak olsa, mağarada uyuyan devleri yahut genç ve güzel prensesleri hapseden kötü kalpli eşkıyaları babasının suretinde hayal ederdi. Gülmeyi uzun zaman önce mi unutmuştu yoksa hiç mi öğrenmemişti? Dudaklarını örten gür bıyıkları sakallarına, sakalları da karışık saçlarına karışırdı. Üç ayda bir kasabaya, eve ufak tefek şeyler almak, bir de bazı işlerini görmek için gittiğinde berbere de uğrar, sakalını ve saçını kazıtmış olarak, adeta bambaşka biri gibi gelirdi. Sakalları olmayınca her zaman öfkeden şişkin duran damarları, kırışıklıkları daha belirgin olurdu. Öfkesi öyle kolay kıvılcımlanırdı ki birdenbire ensesine ya da suratının ortasına inen tokatlara, kollarına, bacaklarına inen değnek darbelerine alışmıştı artık. Ona annesini yalnız bir kere sordu, onda da kaba bir homurtu işitti. Babaannesi pek açık sözlüydü, allayıp pullamadan, acımadan söylerdi.

“Anan çirkin bir kadındı. Daha kundaktayken yetim düştü, anası o ufacıkken başka biriyle kaçıp gitti.”

Evde eski, belki babası kadar yaşlı bir ayna vardı yalnızca. Yüzeyi, ihtiyarların derileri gibi kararmış, soluklaşmıştı; ama o yine de görebiliyordu çirkinliğini. Süt dişleri döküldükten sonra yamuk çıkmıştı yenileri, burnu büyümüş, yüzünde sivilceler mantar gibi bitivermiş, her bakımdan çirkinleşmişti. Suratı, babasınınki gibi karaydı, yüz ifadeleri ve bakışları onunki gibi sertti, insana sevimli gelen bir tarafı yoktu. Oysa abisi pek çirkin sayılmazdı, hatta büyüdükçe güzelleşiyor gibi gelirdi. Yine de kıskanmazdı onu. Babaannesinin dediği gibi, Allah’ın daha o doğmadan perdelediği gözlerini düşününce acırdı ona. Allah gözlerini almıştı ondan, yerine de sürekli gülümseyen sevimli bir yüzle dilinden bütün türküleri daha güzel kılan yumuşacık bir ses vermişti.

Sürüyü babasıyla birlikte götürdüklerinde abisi evde kalırdı. Bir iki kere ağlayıp geleceği tutmuştu; ancak koluna biri girmeden tepelerde, kayaların, çukurların, uzun otların arasında tek başına yürüyemiyor, yalnız bırakınca muhakkak düşüp bir yerlerini kanatıyordu. Babası, o vakitler azarlardı onu. Kimi zaman değneği havaya kalkar; sonra tövbe edip geri indirir, boyuna söverdi. Abisi babasının bu hallerini, öfkeden morarmış, damarları şişmiş korkunç suratını, havaya kaldırdığı değneğini göremezdi ama o kadar ağır söz işitmek ağrına gider, onun kolundan tutup oturttuğu bir taşın üstünde sessizce ağlardı.

Koyunları götürdüğü bazı tepelerden yakınlardaki köyü görürdü. Pek büyük bir yer değildi. Ama birbirine sırtını dayamış evleri, ağaçlı bahçeleri, çocukların oynadığı, yetişkinlerin, yaşlıların oturup lafladığı sokakları vardı. O tepelerde, koyunlar otlarken bir taşın üzerine oturur hep köyü seyrederdi. Yaz günlerinde, gece yarılarına kadar davullu zurnalı düğünler olurdu, halay çeken, gülüp eğlenen insanların sesi tepelerde yankılanırdı. Böyle gecelerde, köye hakim o tepenin üzerine çıkar, sokaklarda koşturan çocukların neşeli seslerini, türküleri, oyun havalarını dinlerdi. Uzakta, başka ışıklar gözüne çarpardı. Başka köyler, kasabalar... Oysa kendi evleri, tepenin ardında, çekirge ötüşlerinin yankılandığı kayaların arasında bir başına duruyordu.

Köye hiç gitmemiş değildi. Birkaç kez babasıyla koyun satmak için inmişti. O zamanlar, kuşkusuz başka olurdu günü bir öncekilerden, yemyeşil bahçeleriyle dip dibe bütün o evler büyürdü gitgide, karıncalar gülüp oynayan çocuklara dönüşürdü ve tepelerden inip de sokaklara adım attığı vakit kendini, medeniyetin ortasında bir vahşi gibi hissederdi. Kızlı erkekli çocuklar izlerdi onları uzaktan, fısıldaşır ve gülüşürlerdi gizliden veya açıktan. Ve o, o kadar merak ve heyecanla gittiği köyden çabucak ayrılmak, tekrar kimsenin olmadığı, ona kimsenin gülmeyeceği, onu garipsemeyeceği evine, çıplak ve yalnız kayalara dönmek ister, kayaların ve çalıların arasında oturduğunda ağlamak için tutardı gözyaşlarını, babaannesinden öğrendiği türküleri söylerken ve yeniden düşlerken ufkun ötesini.

Ne babası ne de babaannesi okuma bilirdi. O da öğrenmesin istediler. Hem babası hem de babaannesinin doğru dürüst hatırlamadığı ve her anlatışlarında hikâyeleriyle isimlerini birbirine karıştırdığı peygamberler gibi çoban olacaktı o. Babası küçükken tutuşturmuştu eline değneği. Sonra koyunlara onunla vurmayı öğretmişti, sürüyü bir arada tutmayı, eve hepsini sağ salim getirmeyi. Büyük şehirlere, takım elbise giymiş adamlara, güzel kadınlara ait siyah beyaz resimlerin, ona büyülü gibi gelen minik minik harflerin dizildiği, eski, sararmış gazetelere bakardı kimi zaman. Ve bu büyülü kâğıdı incelerken, köydeki ufak, tek katlı, duvarları mavi boyalı okulu düşünürdü. Kimi zaman, koyunlar yavaş yavaş otlarken tepeden aşağılara doğru biraz inecek gibi olur, daha yakından bakardı. Okul, öğretmen ve diğer her şeyiyle birlikte, onun için belki de her şeyden daha çekici, daha güzeldi. O mavi boyalı duvarların ardını düşünürdü. Hayatında hiç sınıf görmemişti. Sıra nedir, masa nedir, kara tahta nedir, tebeşir nedir bilmezdi. Ona hep, tıpkı evde olduğu gibi çocuklar minderlere, halıya bağdaş kurup oturmuş gibi gelirdi. Bütün o günler boyunca öğretmen onlara ne anlatıyordu? Gazetede gördüğü o büyülü işaretleri okuyup yazmasını, ufkun ötesinde neler olup bittiğini, başka başka şeyleri…

O ağustos günü, önceki günlerden çok farklı değildi, bulutsuz gökyüzünün altında, tepeler sıcak ve sessizdi alabildiğine; ama babası bir iş için kasabaya gittiğinden koyunları yalnız götürmüştü. Uzakta, köylülerin hasat yaptığı buğday tarlaları sarı sarı parlarken güneşin altında, on beş yaşındaydı ve ufkun ardına, bilmediği, hiç görmediği yerlere gitmeyi daha önce düşünmemiş değildi. Güneş, başını döndürmeye başladı, şapkasını çeşmede ıslatıp tekrar taktı, sıcaktan uyuşuklaşan sürüye baktı. Bunu düşlediği bütün o uzun, uykusuz gecelerde ne çok heyecanlıydı oysa. Yatakta kalbi deli gibi çarpar, adeta soluk soluğa kalır ve bu düşüncelerinden ölesiye korkardı. Babasının dayaklarını, gözü yaşlı abisiyle babaannesini düşünürdü. Oysa şimdi, gözleri donuktu, vücudu titremiyordu ve kalbi çarpmıyordu hızlı hızlı. Ardına bakmadan yürümeye başladı birden. Sürüye eşlik eden köpekler havlarken ardından, eline yapışıp kalan değneği fırlattı bir tarafa. Köye gitmiyordu, köyün yanından, ona bakmadan geçti, durmadan yürüdü, yürüdü, ufka, ufkun ötesine doğru.

Ve yine sıcak bir ağustos günü çıktı yıllar önce indiği tepelere. Üzerinde gri bir takım vardı, başında, tıpkı yıllar önce gazetelerde gördüğü gibi siyah bir şapka ve elinde bir çanta. Uzun seferlerden dönen bir denizci gibi yorgun ve mutluydu, şapkasının altından gülümsüyordu. Bir fatih, bir kahraman gibi başı dik ve gururlu ilerliyordu. Ve göründü birden ceviz ağacının yeşil yaprakları uzaktan. Terlemişti, ceketini çıkarıp omzuna attı. Ancak az sonra, yüzündeki o mağrur ifade siliniverdi birden, ayakları gitmez oldu. İleride, ceviz ağacının yanında bir ev yoktu artık, artık orada kapısı-penceresi kırılmış, damı çökmüş bir harabeden başka bir şey yoktu.

Yaz güneşi altında kurumuş otları çiğneyerek yürürken, o seferdeyken memleketi harap edilip yağmalanmış askerler gibi gözünden yaşlar döküldü. Yüzü sökülüp süngeri parçalanmış minderler, eski kilimler, birkaç parça kıyafet, kırık dökük eşyalar saçılmıştı dört bir yana. Yıkılmış damın altında ateş yakılmıştı, külün ve yarısı yanmış odunların etrafına dizilmiş taşlardan, birilerinin oturduğunu anladı burada. Köyden olmalıydılar. Kuşkusuz, tepenin ardında yaşayan bu ilkel insanları öteden beri merak etmişler, onların hanelerine tecavüz etmek, ilkel mülkleriyle dalga geçmek istemişlerdi.

Köye gitti. Koskoca şehirleri gördükten sonra burası artık öyle ufak, öyle sessiz geliyordu ki… Köylüler ona bakıyordu garip garip, kim olduğunu anlamışlar, onu tanımışlar mıydı? Onlara, tepenin ardında yaşayanları sordu ve anlatırken utanan, ona acıyarak bakan bir köylüden, iki sene önce babasının köyden bir kadına tecavüz ederken yakalandığını dinledi. Köylülerin linçinden jandarma kurtarmıştı onu. Bu olayın üzerinden çok sürmeden babaannesi ölmüştü. Mezarlıkta gömülüydü, abisi haber vermişti köylülere. Geldiğinde eli yüzü kan revan içindeydi. Önce biri dövmüş zannetmişlerdi. Sonra kör olduğundan, taşların arasından düşe kalka geldiğini anlamışlardı, köpek seslerini dinleye dinleye bulmuştu köyü. “Babaannem hiç kıpırdamıyor, buz gibi, kaskatı yatıyor iki gündür,” demiş ağlayarak, durmadan ağlıyormuş, görmeyen yeşil gözlerinden damla damla yaş akıyormuş. Gidip bulmuşlar ihtiyarı. Kokmaya başlamış. Cesedi o halde görünce herkes irkilmiş. Acelece yıkayıp gömmüşler. Hayırseverin biri el atmadan önce de aylarca mezar taşı yapılmadan öyle kalmış. Peki ya abisi? Ona ne olduğunu kimse bilmiyordu? Birkaç gün burada, köy odasında yatırmışlar, herkes haline acıyormuş, aç koymamışlar onu. Sonra, bir gün çekip gitmiş. Nerede olduğunu bulamamışlar. Belki evine gitmiştir diye oraya bakmışlar; ama orada da yokmuş.

Belki abisi de uzaklara gitmiştir, çok uzaklara. Onun gibi şehir şehir gezmiştir. Belki bunca zaman, şehirlerde yüzlercesini gördüğü gibi dilencilik yapıyordur, bir yandan yumuşak sesiyle şarkı söylerken.

Yeniden tepelere çıktı, çatısı delinmiş, harabeye dönmüş evin önünde, ceviz ağacının gölgesine oturdu. Çeşmenin şırıltısı geliyordu kulağına, uzakta köyün belli belirsiz uğultusu. Hava kararıyordu yavaş yavaş. Serin bir rüzgâr esmeye başladı, ceviz ağacının iri yapraklarını hışırdatıp onu hafifçe üşüttü. Uzaklarda ışıklar parlamaya başlamıştı. Orada öylece duruyor, ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordu.


Ramazan Uğur Baranlı



0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page