top of page

Öykü- Buğu İzlem Tanık- On Dört Saat

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 1 dakika önce
  • 6 dakikada okunur

“Ah, çok güzel değil mi? Bugün sanki her zamankinden daha çok yıldız var gökyüzünde. Hepsi geceyi bizim için ışıldatıyor sanki…”

“Ne zaman meteor yağmuru başlayacak acaba? Belki kayan bir yıldızla beraber ikimiz de aynı dileği tutarız.”

Kamp sandalyelerimiz bitişik, ellerimiz iç içe... Öyle coşkuyla konuşuyor ki söylediklerinin arasında edeceğim, “Evet, gerçekten çok güzel, aynı dileği tutacağımıza eminim,” gibi laflar çok anlamsız, çok bayağı geliyor şu an. Cümlelerinin huzuruyla başımı Burçak’ın küçük omzuna yaslıyorum. İçim geçmiş, nasıl oldu anlamadım, uyumuşum. Küçük bir horultu çıkarmış olmalıyım ki birden başımın altındaki omuz çekiliyor. Yarı açık gözlerimle ona bakıyorum. Sitemkâr bir hayal kırıklığı eklenmiş güzel sesini duyuyorum.

“Yine uyudun değil mi Ayhan?”

Meteor yağmurunu izlemek bahanesiyle birkaç günlüğüne şehir dışındaki kamp yerine gelmiştik. Birkaç ay önce bana sorsanız bu hiç iyi bir fikir değil derdim. Zaten bana göre gece yapılan ne kadar etkinlik varsa çok saçmaydı. Ama ona karşı koyamıyorum işte… Geceleyin evde durulur, pijamalarla kanepeye ayak uzatılır, uykun gelince de doğru yatağa… Gençliğimin en deli dolu zamanlarında bile gece evde kalmaktan vazgeçmemiş, üniversite arkadaşlarım tarafından davet edildiğim her türlü aktiviteye senelerce türlü bahaneler uydurmuştum. Gece benim için pijama ve kanepe eşliğinde huzur içinde izlediğim bir film ve günlük tamamlamam gereken on saat uykudan ibaretti. On saati tamamlayamazsam faraza o gün dokuz buçuk saat uyusam bile yarım saatin eksikliği tüm gün beni perişan ederdi. Hele ki bir filme kendimi kaptırmışsam, geç yatıp sekiz saatlik uykuyla yetinmek zorunda kalmışsam… Sabahın erken saatinden yatağıma girene kadar musibet suratımla ve durmaksızın ağrıyan başımla etrafta dolaşır, olabildiğince herkesten uzakta oturur, sinir uçlarını birbirine bağlayamamış beynimin doğru çalışan birkaç kısmıyla işlerimi bitirmeye çalışır, bu arada ofiste uçan sinekten fotokopi makinesinin sesine kadar her şeye sinirlenirdim. Mesai saatim dolduğunda ise fırtına gibi eve doğru sürerdim arabamı. Ağzıma attığım iki lokma sonrası hemen yatağıma sığınırdım.

Aslına bakarsanız bu halim, çoğu büyük şehir insanının yakalandığı, depresyon benzeri belirti gösteren fakat tam anlamıyla teşhisi konulmamış bir hastalık veya bıkkınlık ve yorgunlukla bezenmiş bir, durma, ihtiyacı değildi. Kendimi bildim bileli uykuya âşığım ben… Annemin yıllardır tüm eş dost buluşmalarında defalarca anlattığı çocukluğumun tüm anılarının başrolünde hep uykusunu alamamış bir Ayhan var. Daha ayını doldurmamış bir bebekken annemin ayaklarımı sıkmasına, soğuk suyla yüzümü yıkamasına rağmen beslenmek için bile uyanmazmışım.  Çay kaşığıyla ağzıma yudum yudum verilen süt çenemden akıp gidermiş. Üç yaşında koltuğa meyve suyu döktükten sonra korkudan dolaba saklanmışım, orada uyuyakalmışım. Konu komşu sokaklara dökülmüş beni aramak için, en son polise haber vermişler, polis yorganların yastıkların arasına gömülmüş, mışıl mışıl uyuyan beni bulup annemin kucağına vermiş. Sabahtan akşama kadar sokakta oynamanın bile sekiz yaşımdayken benim için çok yorucu olduğunu hatırlıyorum hâlâ. Oyun tatlı gelirdi, arkadaşlarımdan ayrılamazdım ama bir an önce okunsa da şu akşam ezanı eve dönsem diye sabırsızlıkla beklerdim. Böyle günlerin sonunda sofrada tabağımın kenarına konulan ekmek dilimlerini yastık yapıp saniyeler içerisinde uykuya dalmamı annem hâlâ kıkır kıkır gülerek anlatır. Okul zamanlarım ise tam bir işkenceydi. Ödevlerimi bitirmeden yatmam kesinlikle yasaktı. Bir uyanık bir uyur halde son kelimelerimi yazmaya çalışır sonra da yatağımın üzerine uçar gibi atlardım. Öğretmenim defterimde önce inci gibi yazılmış sonra da git gide bozulup satır dışlarına doğru halay çeken kelimelerime cıkcıklayarak bakar sorardı.

“Yine uyudun değil mi Ayhan?”

Bundan sonrasını da tahmin etmesi sizin için zor olmayacaktır eminim. On saatten aşağı uyuduğum her gün için vukuatlı anı kayıt örneği diye bir belge olsa herhalde bir kitap kalınlığında olurdu. Çalakalem yapılmış ödevler, en başarılı olduğum derslerin sınavında bile verdiğim boş kâğıtlar, iş yerinde yanlış kişilere gönderdiğim e-postalar, yok yere kırdığım kalpler, alamadığım gönüller, bununla beraber kaybettiğim birkaç dostluk… Her türlü ortamda alay malzemesi olmam da cabası. Belli bir yaşa gelip araç da kullanmaya başlayınca olası uykusuzluklarım için önlem almam şart olmuştu. Allah muhafaza, uyuyamadım diye bir de kaza yapıp ebedi uykuya dalmak da var işin ucunda… Kendime belli bir düzen oturtup sakin bir yaşama geçiş yaptım, saatlerimi planladım, ihtiyacım olan on saatlik uykuyu sekteye uğratacak her şeyi hayatımdan yavaş yavaş çıkarmaya başladım. Kırk iki yaşına gelmiş hâlâ bebek gibi uyumadan duramıyor, diye arkamdan atıp tutan birkaç kişi dışındakilerle görüşüyorum sadece. Aile ziyareti, arkadaş buluşmalarını da akşam yediden sonraya bırakmamaya çalışıyorum ki o gün az uyursam can ciğer kuzu sarması olduğum biriyle iki dakika sonra boğaz boğaza gelmeyeyim. Zaafımın beni en çok korkutan yanı da buydu aslında. Burçak hayatıma gelene kadar…

Edebiyat öğretmeniydi Burçak. İşine, öğrencilerine âşıktı. Okulda yürüttükleri bir proje kapsamında çalıştığım firma onlara sponsor olmayı kabul etmişti. Öncesinde detayları görüşmek için okul müdürünün yanında gelmişti o da. Projeyi yürüten toplamda beş öğretmen vardı ve onların arasında neden bu ziyaret için seçildiğini hemen anlamıştım. Her ne kadar söze çok karışmak istemese de konuştuğu zaman çevresindekileri onu dinlemek zorunda bırakacak kadar güzel sesi, ağzından çıkan her kelimeyi yaşarcasına heyecanlı anlatımı, tüm yüzüne yayılan ve bizden bir an olsun mahrum bırakmadığı gülümsemesi ile sadece beni değil patronu da etkisi altına almıştı. Dönüp de bir daha baktıracak ahım şahım bir güzelliği yoktu ama beline kadar nehir gibi kıvrılarak akan dalgalı kumral saçları ve altında oturduğumuz yıldızların birkaçını içine saklamış ela gözleri de buna eklenince durağan yaşamıma tüm hızıyla girmesine engel olamamıştım. Telefon numaralarımızı aldıktan ve sakin kafelerde içilen birkaç kahveden sonra karşı koyamayacağım şekilde bağlanmıştım ona.

Kısa sürede beni tanıyıp olduğum gibi kabul etmesi ona âşık olmam için yeterli bir sebepti. Akşam saatlerime o da uyum sağlamıştı. Buluşma yerlerimizi, yapacaklarımızı hep o planlardı, kendi isteklerine önem vermesi de beni rahatsız etmezdi. Gözlerinin mutlulukla parlayan küçük yıldızlarını izlemek bana yetiyordu. Uyku derdime yalnızlığımın korkunç yüzünü bile fark edememişim, her bir duygumu yeniden keşfedercesine seviyordum onu. Kaprisli olduğunu da anlamıştım aslında. Küçük şeyleri bile kafasında yuvarlayıp çığ gibi üzerime salmasıyla çoğu zaman altında kalıyordum bu çığların çaresizce. Onunla olmaktan duyduğum haz öyle büyüktü ki, ille de benimle gitmek istediği sinema festivallerinin ve tiyatro oyunlarının geç saatte olmasını da artık önemsemiyordum. Etkinlikten bir gün önce on bir saat uyumak için kendimi zorlamak dışında…

Tiyatroya gittik bir gün. Gözlerini dört açmış oyunu büyük bir heyecanla izliyordu Burçak. Ben ise dikkatimi toplamakta zorlanıyordum. Repliklerin başını sonunu kaçırıyordum, izlediğim sahneler kafamda bir bütün oluşturmuyordu. Toksik arkadaşım uykunun esaretine girdiğimi fark ettim. Tüm çabamla gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum. Başarılı olamamışım demek ki kolumun hırsla sıkılmasıyla zıpladım yerimden.

“Uyudun mu gerçekten Ayhan?”

Tüm geceyi mahveden, Burçak’ın gözlerindeki yıldızları bulutlar ardında bırakan korkunç bir hataydı bu. Tekrardan parlamalarını sağlamak için döktüğüm dilleri, aldığım hediyeleri anlatmayayım şimdi burada.

Uzun zamandır beklediği bir sanat filminin ön gösterimi için beni heyecanla aradığında aklıma gelen ilk şeyin, ya uyursam, olmasını da tahmin edersiniz elbette. Tarihten bir gün önce internetten araştırdığım erken uyuma tekniklerinin hepsini harfiyen uyguladım, on iki saat derin uyudum fakat yine de oyunun yarısında kolumun sıkılmasıyla kendime geldim.

“Yine uyudun değil mi Ayhan?”

Kendi ellerimle inşa edip kendim bozduğum düzenime mi üzüleyim, ne yaparsam yapayım söz geçiremediğim uykuma mı yanayım yoksa her seferinde özür dilemek için yaratıcı bir yol bulma çabamı mı anlatayım size? Yine de ondan vazgeçemiyorum işte. Sen git istersen sevgilim, ben uyuyacağım, denir mi bu güzel kıza şimdi? Benim de bu halimi iyi çekiyor valla.

Meteor yağmuru vakasından sonra iyice bilenmişti bana Burçak. Allahtan gönlünü almayı biliyorum da sonrasında yine gözlerinden kaymayan minik yıldızları izleme fırsatını bulabiliyorum. Bu sefer kaprisi uzun sürdü ama bayağı.

Uyku saatlerimi arttırdım ben de. Rekorum on dört saat. Uyuyakalmayacağım yanında artık eminim bundan. Bu akşam gideceğimiz tiyatro için uyuma seansına girmiştim ki kapının çalınmasıyla uyandım. Öfkeyle kalktım yerimden, on dört saatimi sekteye uğratan, alacaklı gibi kapıyı çalan bu densiz kim Allah aşkına?

Kapıda iş arkadaşım Cemil ve tanımadığım bir adam vardı. Cemil’in de adamın da bir ölüye bakarmışçasına beni süzmesi rahatsız etmişti ama yine de onları içeri buyur ettim esneyerek.

“Ne var Cemil, uyuyordum ben. İnsan gelmeden önce bir haber verir, ne oldu ki?”

“Aslında saatlerdir seni arıyordum, duymadın telefonu, son on beş dakikadır da zilini çalıyorduk.”

“Öyle mi?” dedim şaşkınlıkla. Demek ki derin uyuma taktiklerim işe yarıyordu.

“Ayhan, bak patron senden çok şikayetçi, hiçbir bahane söylemeden günlerdir işe gelmiyorsun, telefonları açmıyorsun. Uyuyordum deyip geçiştiriyorsun sürekli, biz senin arkanı topluyoruz ofiste.”

“Ya uyumam lazım benim neden anlamıyorsun? Burçak’la tiyatroya gideceğiz akşama.”

Uzun bir sessizlik oldu. Ağzımı ayıra ayıra esniyorum, anlayıp gitsinler artık diye, ama hâlâ gözlerini bana dikmiş bakıyorlardı. Sessizliği bozan Cemil oldu yine.

“Bu benim psikolog arkadaşım. Ben rica ettim, bir konuşmak istersin belki diye… Uyku bozuklukları hakkında da bayağı deneyimi var.”

“Benim uyku bozukluğum falan yok, sadece uykum var! Şimdi müsaade ederseniz…” diyerek bir hışım kalkıp yatağımın içine girdim. Vazgeçerler herhalde, kapıyı çekip giderler diye düşünüyordum. Ama içeriden gelen fısıltıları da sinirimi bozmuştu. Gidip evden kovacaktım artık onları artık, bu ne terbiyesizlik! Salona doğru adımlarken fısıltılar kelimelere dönüştü.

“Burçak onu terk ettiğinden beri böyle Ayhan. Bir ay oldu. İlk önce geçici diye düşündük, uykuya sığınıyor sandık, biraz kendini toplasın diye izin verdi patron ama ipin ucu kaçtı iyice. Geçen de işe gelmediğinde konuşmuştuk bir kere, Burçak’la akşam planımız var, deyince durumu anladım da seni çağırdım, sen de gör istedim. Ne yapılır, nasıl yapılır bize bir yol göster.”

Fısıltıların kelimelerden acıya dönüşünü hissettim bir an içimde bir yerde, sonra da kulaklarımda hayal meyal bir ses yankılandı. Burçak’ın sesi, “Sana iyi uykular, benden bu kadar!” deyişi… Yok canım, biz ayrılmadık ki! İnsan uyuyor diye terk edilir mi hiç? Cemil geldi, uykumu böldü, abuk sabuk konuştu, aklımı karıştırdı benim de. Burçak demez öyle şey, dese de ben gönlünü alırım onun. Gözlerindeki minik yıldızların ışıltısını izleyeceğim ben bu akşam yine. Tiyatroya gideceğiz beraber. Bir uykuya dalayım, sonra göreceğim onu.


Buğu İzlem Tanık

Comments


bottom of page